Şer’î hüküm ve ölçüler esası teşkil edip, nasslardan ibaret ve statik (formel) olmasına karşın onu yürüten usûl ise her çağa özgü ve dinamik olmak zorundadır. Demek ki, “ölçüler” esas ve sâbit olurken, “ölçülendirme ölçüleri” ise usûl mânâsında ve değişkenlik arz edebilir. Yenilik ve yenileşme buralarda aranmalıdır. Bu açıdan klasik usûl ilmi bile, çağın doğurduğu meselelere dinamik cevaplar vermek yâni bu cevapları nasslardan çıkarmak açısından yenilikçi olmuştur. Hanefîliğin meseleci-kazuistik yöntemi buna bir misâldir. Geçmiş usûl ilmini de içinde barındırarak her çağda usûl ilminin kendini yenilemesi gerektiği açıktır. Bu açıdan “Usûl, inşâ ediciliktir.” diyebiliriz. Klasik metodolojinin temel esasları ışığında yeni bakış açıları gerekir. Mesela, çağın öncelikleri (fıkhu’l-evleviyet), nassların hayata tatbikte diyalektik sıralanışı, hayatın gerçekliği (fıkhu’l-vâkı’) gibi meseleleri usûlcü bilmelidir.

Fıkıhçı Jandarmadır İslâm binasına zararlı şeyleri sokmaz. “Dışarıdan ne alınacak, ne alınmayacak?” buna karar veren küllî bir anlayışa ve dışa bakış ölçülerine sahip (fakîh) biri olmalı. Mesela, Batıdan hangi fikir ve ilmin alınıp alınamayacağı mevzu, ilim mevzu olmayıp usûl ve tercih mevzuudur. Fıkhı geniş anlamda kullanıyorum. “Fakîh” diye kastettiğimiz, fürû-ı fıkıh meselelerini bilen biri değil. Bugün küllî manada usûl bilmeyen fıkıhçılar (ilimciler) Batıdan gelen bazı maddelerin hükmünü sadece maddî planda tartışıyordur, bunun kültür emperyalizmi ve sömürgeleşme boyutunu hiç ele almıyorlar.

Mezhep karşıtı olup bunun yerine ictihadı alternatif olarak sunanlar, mezheplerin zaten ictihad demek olduğunu idrak edemeyecek kadar cahildirler. İlm-i ledün çerçevesindeki insan ve toplum meselelerinin hallinde, bunların “şer’î meseleler” ile ayrımı bilinse, içtimaî alanda yenilikler yapılırken, dinde ictihada kalkıp amelî ve itikadî ölçüler zedelenmemiş olur.

İslâmın hasrı dışında hiçbir şey olmayacağına göre (bunun kabulu tevhid inancına zıt olup dünyeviliğe-sekülerizme yol açar), yeni ortaya çıkan ve fıkıh ilmindeki “şer’i meseleler” ile doğrudan alakalı olmayan meselelerin de çözümü gerekir. Mesela, iktisad, haberleşme, teknoloji gibi hayat ile ilgili yeni meselelerin çözümü ne olacak? “Şer’î olmayan” bu meselelerin şeriate aykırı olmadan çözümü için ilm-i ledün bahsini bilmemiz gerekir.

İlm-i ledün

İlm-i ledün, Allah’tan ilham yolu ile mânâlar kavramak işidir. Bâtın ilmi olarak bilinir ve tasavvuf ehline atfedilir, ancak bu eksik bir tanım olur. İlm-i ledüne misal olarak anlatılan Hızır ve Musa kıssasındaki enteresan olaylarda görüldüğü üzere, insan ve toplum meselelerinin halli ile ilgili bir yönü vardır. Demek ki ilm-i ledün, ibadât, ukûbât ve muâmelâta ait şer’î meseleler dışında görülen meselelerin, şer’î-zâhirî ilimlerden ayrı olarak (dikkat edin zıt değil), ledünnî-bâtınî yâni hikmet ve maslahat gözüyle yorumlanması ve çözülmesi gereken ilimdir. Sadece sûfilere özgü olmayıp topyekün insan ve toplum meselelerinin hallinde geniş bir alan açarak, “şer’î olmayan meseleleri” bile şeriate bağlayacak bir usûldür. Tıpkı fıkhın geniş manasını izah ederken ortaya çıktığı üzere, hayatın birçok alanını kapsar. İlm-i ledün, fıkhın geniş mânâsı ile bâtın ilminin kesiştiği bir yerde durmaktadır. Sûfilere hasredilen “keşf” kavramının icat ve bulmak mânâlarını düşünürsek, her ân yeni eşya ve hadiseler zemininde çözümler üreten ilm-i Ledün’ün “keşf” yönünü ve “ilm-i bâtın” denmesindeki maksadı anlarız. Yâni, “keşf” denince sadece sûfîlere özgü yöntemleri anlamamak gerekir.

İlm-i ledün mevzuu, insan ve toplum meselesinin sistem bütünlüğünde halli demek olan ideoloji şartı ve bununla alakalı İslâm’a muhatap anlayış dâvası ile de ilgilidir. Aslında ilm-i ledün, doğrudan şer’î meseleler ile alakası olmayan meselelerin şer’î ölçülere nisbet ve bağlılığını ifade eder. İslâm’ın hasrı dışında hiçbir şey olamayacağının bir isbatı olan ilm-i ledünün tanımındaki, “bâtın ilmi” ifadesini, şeriatın bâtınında bu hakikatlerin gizli olduğu mânâsında da anlayabiliriz. Dindeki gizliliklerin keşfi ve ilhamın devreye girmesi sadece tasavvuf ve kalbî ilimlerde değil, siyaset, iktisad, idare, harb vs. bütün alanlar için câizdir ve yerine göre elzemdir. Müslümanlar için yeni meseleleri çözmeye ve gayret göstermeye vurgu olduğu ise âşikardır. Yâni, olduğu yerde oturup Allah’tan ilham beklemekten bahsetmiyoruz. Yeni meselelerde cehd içinde yoğunlaşırken çözüme dair doğan keşf ve ilhamların makbul olduğunu söylemek istiyoruz. Şeriat bu faaliyetlere genel olarak izin vermiştir ve bunun adı “ilm-i ledün”dür.

Demek ki, yeni hadiseler karşısındaki çözümleri “şer’î meseleler” ile uzlaştırırken bir takım âyet ve hadislerin dışlanmasına gerek yoktur. İlm-i ledün çerçevesinde (eğer bu ilme sahip liyakatta Müslümanlar olursa) meseleler izaha kavuşturulur. Sekülerizm-modernizm bataklığına düşmeden dinî hayat canlandırılır. Bu meseleyi anlamayıp bol bol ictihaddan bahsedip işlerine gelmeyen âyet ve hadisleri dehleyenlerin ise din yıkıcılığına mâni olmak için bu mesele mühimdir. Hayat boşluk kabul etmez. Eğer bizler (her Müslüman çağından mesuldür) gerekeni yapmaz isek, böyle sapkın ve yıkıcı fikirler neşet eder.

Lüdünnî ilmin şer’î ilimlere nisbeti ve insan toplum meselelerine tatbiki hususuna dâir “Hurmaları aşılayınız… Sizler dünyanın işlerini benden daha iyi bilirsiniz!”(10) hadisi örnek verilmektedir. Zamanın icabına mahsus ve çözüm için kendini empoze eden meseleler, “ibadât, ukûbât ve muâmelât”a dair ictihad gerektiren işler ve bunların mukadder oluşları sınıfına girebileceği gibi, LEDÜNNÎ mahiyette de olabilir. Bu da her mevzuun kendine mahsus keyfiyeti ile asıl’a bağlanmasıdır. İlm-i ledün’e şeriatın tanıdığı serbestiyet budur. Aksi halde, “Bu Asr-ı Saadette yoktu!” gibi o devirde olmayan âlet ve edavatın kullanılmasına mâni olmak gibi yobaz bir tavra yol açılır ki, bu halde hayat durur.

İlmi kelâm, hikemiyat ve felsefenin farkını ve temas noktalarını belirtelim. İlm-i kelâm, dinî bir akide veya ona bağlanan bazı varlık meseleleriyle ilgilenir. Hikemiyat ise, ilm-i kelâmın dışında kaldığı “ledünnî-lâdinî-din dışı-zâtına mahsus-indî-ilhama dayalı” mevzu ve meseleleri ihtiva ederek İslâm’a bağlı en geniş ve derin tefekkür ocağı olur. Felsefenin İslâm’da muadili hikemiyattır, ilmi kelâm değil. Felsefenin mevzuu her şey, hikemiyatın da… Felsefe, mihraksız tümevarımın başıboşluğunda yuvarlanırken, hikemiyat ise mutlak ölçüler ışığında bağlı akılla, hem tümdengelim hem tümevarım metoduyla her alanda faaliyette bulunur.

Şeriat, baştan sona dengedir ve orta yol ifadesindeki Ehl-i Sünnet çizgisi bunun için önemlidir. Zaten biz, Ehl-i Sünnet içindeki usûl farklılıklarını anlatırken, yöntemlerin yerine göre zenginlik ve rahmet olduğunu, kritik zamanlarda da büyük usûlcülerin gelerek ihya ve tecdidde bulunduğunu, icmâlî olan dindeki gizlilikleri tafsile getirdiklerini (ilm-i ledün) ifade etmeye çalıştık. Buradan şunu da anlayabiliriz ki, müceddid-müctehid zatlar aynı zamanda “yeni bir usûl sistemi” getirmişlerdir.

Kazım Albay

Makalenin tamamı için TIKLA