Konumuza girmeden önce bir hususu dile getirmek istiyoruz: Bundan 40 sayı evvel “vakıflar” başlığı altında bu yazı dizisini başlattığımızda, aklımızda mevzuun ne kadar ilgi çekeceğine ve okur açısından ne gibi bir potansiyel taşıdığına dair soru işaretleri vardı. Bunda vakıf kurumuna yönelik anlayışın önceki “muhafazakâr nesiller” tarafından “klasik türk müziği” sadedinde bir nostaljiden öte gitmez hale getirilmesi ve neticede nisbeten genç nesillerde “ihtiyar işi güzellemeler” algısı oluşturulmasının payı büyük… Ancak şahsen, dergi kanalıyla ya da sosyal medyadan aldığımız geri dönüşler, genç dimağların umduğumuzdan daha fazla bu meseleyle alakadar olduğunu gösterdi. Açıkçası şaşırdık ve sevindik. Gençlerin vakıf gibi müstakbel İslâm devletinin belkemiği olacak bir meseleye gösterdikleri bu alaka ve anlayış bizi ümitlendiriyor ve yazma konusunda daha bir şevklendiriyor.
Yazı dizimiz bundan sonra aslî istikameti olan “İslâm’da Vakıf” mevzuuna yüzünü dönecek. Ancak evvela meselenin bu güne kadar eğildiğimiz yönüne dair bir genel değerlendirme yapmayı uygun gördük. Bu hem hafızayı tazeleme hem de bazı mühim sonuçları ortaya koyma açısından kanaatimizce gerekli…
Yazı dizimizin ana tezi, tarihte rastladığımız vakıf veya benzeri hayır kurumlarının arkasında nebevî tesirin bulunduğu ve yine bu faaliyetlerin ferdlerdeki “iyilik yapma” hasletinden kaynaklandığıdır. Bu iddiaya aykırı örneklere rastlasak da, bu girişimlerden uzun nefesli olanların mahiyetinin bu yönde olduğunda şüphe yok. Bu güne kadar ele aldığımız tüm medeniyetlerde bu vaziyeti çok açık bir biçimde müşahade etmiş bulunmaktayız. Zaten bir hayır kurumu, tarifi gereği böyle olmak durumunda…
Tüm insanlık, şeklî yapıları arasında farklılıklar olsa da, vakıf veya benzeri hayır kurumları oluşturmuşlardır. Hatta bu kurumları tesis eden medeniyetler arasında uzak mesafeler ve çağlar olmasına rağmen maksad ve işleyiş açısından benzerlikler farklılıklardan daha fazladır. Bu durum, bizi iki önemli netice çıkarmaya sevk ediyor. Birincisi, insanların kendilerini bir “müteâl/aşkın varlık”a bağlama mecburiyetinde hissetmeleridir.
Ferdin davranışları, umumiyetle kendini kuşatan tabiî ve içtimaî çevrenin tesiriyle “öngörülebilir” bir mahiyet arz etmektedir. Ancak kişi bu tesirin mutlak denetimi altında yaşamamakta, bu tesiri psikolojik/ruhî “karşı bir ağırlıkla” dengeleme ihtiyacı hissetmektedir. Bu hâl de tabiîdir ve umumiyetle şuurlu bir biçimde yapılmamaktadır. Bu karşı ağırlığın ismi ne olursa olsun, böyle bir karşı ağırlığa sahib olunduğu bilinsin ya da bilinmesin, bu ağırlık tabiatı icabı metafizik olmak durumundadır. Son tahlilde hiçbir fizikî hedef, insana sürekli bir yaşama şevki vermez; belki ancak onun hislerini uyuşturarak hayatını muallaklık üzerinde idame ettiğini bir süreliğine unutturabilir. Hülasa insanlar çevrenin tesiri altında ve hayatın karşı konulmaz akışı karşısında kaldıklarında, kendilerini ona göre izah edecekleri ve bağlayacakları bir “sabit”, bir “çıpa” arayışı içindedirler. Dediğimiz gibi bu arayış tamamen fıtrîdir ve beşerî hayatın en temel sâikidir.
Doğrudur, ferd çevrenin tesiriyle kendini bulur; ancak aynı ferd, insan olmanın mukadder bir neticesi halinde kendini oluşturup kuşatan çevreyi aşma cehdi içindedir. Bu tesiri aşma sürecinde kendine has bir sabit geliştirir. İnsan sayısı kadar dünyayı anlayış ve farklı inanış şeklinin olması, İbda Fikriyatı’nın “bir şeyin aynısı, aynı olduğu şeyden farklıdır” hikmetinin bir teyididir. En silik ferdde bile bunu görebilmekteyiz. Bu kendini aşma cehdi, hem medeniyetlerin dinamizminin hem de onların dönüşüm mekaniğinin motor gücünü oluşturmaktadır. Bu cehdin insanın iç dünyasındaki tezahürüne “inanç” ismini vermekteyiz. Elbette, derinlemesine bir tahlil yaptığımızda inanç olmadan aslında cemiyet dâhil hiçbir insanî oluşun olamayacağını anlamaktayız. Hayvanların aksine insanoğlu, tamamen içgüdülerinin sevki içinde hayatını sürdür(e)mez; hayatını şuur seviyesinde yaşaması lazım gelmektedir. Yani içgüdüleri ile sosyalleşmenin ilk nüvelerini haiz olabilir, ancak bunun sürekliliği ve gelişimi ancak şuur seviyesine çıkması ile mümkün olabilmektedir. Şuur seviyesine çıktığında ise, bu birlikte hayat sürme güdüsünün “güven-inanç” hissi eksenine oturtulması gerekmektedir. Yoksa hiçbir topluluk ve topluluk içi münasebetler, hayvanlarda olduğu gibi sadece güç ilişkileriyle açıklanamazlar. En iptidaî insan topluluklarında dahi insan ilişkilerinin sadece güç eksenli olmadığını, kabile ferdlerinin birbirine güveninin düzenin temininde güçten daha önemli bir unsur olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İnanma ve güvenme ihtiyacı, en uç durumlarda kendini daha bariz gösteren en temel insanî hususiyettir. İşte ferd ve cemiyetin çoğu zaman akıl ile anlaşılıp açıklanamayacak davranışlarının temelinde bu hususiyet yatmaktadır. Bu halin bir neticesi ve maddî bakış açısıyla izahı gayri kabil davranışlardan birisi de insanların çevresindekilere kendisi açısından önemli şeyleri dünyevî bir karşılık beklemeden vermesidir. Bunun temelinde insanda fıtraten mevcut inanç hissi yatmaktadır; son tahlilde insanın kendisinden aşkın bir varlığa bağlanma ve inanma ihtiyacına… Sadece hayır müesseseleri değil, tüm içtimaî kurumların nihaî kaynağı budur ve bu kurumlar, cemiyetin ortak müteâlini temsil ettiği nisbette işlerlik kazanırlar. Ferdlerden müteşekkil cemiyetin tezahürü halindeki müesseseler, ferdlerin inandığı müteâl mihrakının yuvası oldukları sürece yaşar, bu vasıflarını kaybettiklerinde de ölürler. Yazı dizimizin bu güne kadarki kısmından çıkardığımız birinci hüküm budur. Çıkardığımız ikinci husus ise kaynak meselesine dair…
“Bildiren olmadan insanın bilemeyeceği” ve bilgide “ışık unsuru”nun zarureti, İbda Fikriyatı’nın ortaya koyup etraflıca izah ettiği meseleler… Her ne kadar bilme hasletiyle mücehhez bir şekilde dünyaya gelmekteysek de, hepimizin şahsen tecrübe ettiği bir vakıadır ki, doğumundan itibaren kişi ne alırsa çevresinden alır ve aldıklarını sindirerek, yani bünyeleştirerek büyür. Mizaç hususiyetlerimize göre, çevremizden aldığımız bilgiyi işleyip yorumlar ve kendimizi inşa ederiz de diyebiliriz. Ancak buradaki kritik nokta, “o” potansiyelle doğan ferdin bildiren olmadığında “insan olma” sürecini başlatmasının mümkün olmadığıdır. Belki efsaneler doğrudur ve tabiata terkedilmiş bir bebek şu veya bu şekilde varlığını sürdürebilmiştir. Bu bebek fiziken gelişse dahi, yani şekil olarak insana benzese bile, mahiyeti itibariyle bir insan değil de, o çevrenin ürünü bir canlı olacaktır. Diğer tüm canlı türleri hayatlarını doğumdan ölümlerine kadar şu veya bu seviyede içgüdülerine tâbi bir biçimde sürdürürlerken, sadece insanoğlu, şuurlu ve kendini idrak eden bir canlı olarak yaşar. Diğer canlılarla aramızdaki en temel farkın bu olduğu hususunda herhalde herkes hemfikirdir. İnsanı insan yapan, idrakin kendisiyle mümkün olduğu en önemli özellik lisandır ve çevreden öğrenmediği sürece insanın lisan geliştirebilmesi de imkânsızdır. Hayvanların aralarında da bir iletişim biçimi olduğu ileri sürülebilir; doğrudur, ancak bu son derece basit bir şekildedir ve ilerleme göstermez. Belki yüzlerce hayvan nesli içerisinde ufak tefek değişimler gösterebilecek ve mânâ taşımayan bu iletişim biçimine lisan diyemeyiz. Ayrıca canlıların bu iletişim yollarını nasıl elde ettikleri, hatta canlıların nasıl var oldukları bile “bilimsel anlamda” halen muammadır. Canlılık, normal şartlarda fizik kanunlarına aykırıdır. Olması için haricî müdahale gerekmektedir.
Bu durumda ortaya çıkan soru, insanın lisanının ve şuurunun kaynağının ne olduğudur. Maddeden ilkel bir şuur çıktığını ve bunun da peyderpey bir “feedback-geri besleme” ile lisanı oluşturduğunu iddia etmenin saçmalığı aşikâr olduğuna göre, bu kaynağı bir “müteâl varlık”ta aramak lazım gelir. Bu mutlak müteâl varlık, içlerindeki her şey ile beraber tüm kâinatları yaratmış olan ve yaratmayı da sürdüren Allah’tır. Mahiyetini kavramaktan aciz olduğumuz, ancak bu güne kadar gelmiş herkesin, bilerek ya da bilmeyerek inandığı Kadir-i Mutlak Allah… İnsanoğlunu Kendine kulluk etsin diye yaratmış ve sonra da işlediği bir cürümden dolayı “imtihan âlemi”ne göndermiş olan Yüce Yaradan… İnsanı yaratıp ona şuur ışığını veren ve onu lisan ile donatan O’dur. Kısacası İbda Mimarı Mirzabeyoğlu’nun çok özlü bir şekilde ifade ettiği üzere “ilk dil ilk insanla vardı; peygamberler olmasaydı, medeniyet olmazdı.” Peygamberler olmasaydı lisan olmazdı, ahlâk olmazdı, medeniyet olmazdı.
Vakıf üzerine yaptığımız tetkikte sürekli karşılaştığımız hakikat işte budur: Umulmadık biçimde bir medeniyetin ortaya çıktığını görürüz. Lisanıyla, kurumlarıyla, mimarisiyle, idaresiyle bu medeniyet sanki bir anda zuhur etmiş gibidir. Ardından bu medeniyet yozlaşır ve yıkılır. Bir süre sonra aynı mekânda veya aynı zaman diliminde farklı bir yerde başka bir medeniyet daha zuhur eder. O da aynı akıbeti yaşar. Bu çağda bulduğumuzu sandığımız birçok ilmî ve teknolojik yeniliğin, tarihin derinlerinde kalmış başka medeniyetlerde de olduğu iddialarına herkes aşinadır. Bu konularda enikonu bir malumat sahibi değiliz ama insanlığın ilim ve teknolojide geçmiş zamanlarda da büyük işler başardığı, onlardan bu güne kalan bakiyelerden bir nebze anlaşılmaktadır. Bu medeniyet fışkırışları, ferdî dehaların ürünü olsa gerektir. Büyük zuhurların beşerî dehâ sayesinde vukû bulduğunu, dehânın tarifi gereği içtimaî değil ferdî olduğunu ve peygamberlerin tesirinin hâlen son derece kuvvetli bir biçimde hissedildiğini göz önüne aldığımızda, elimizde herhangi bir kaynak olmadığından malumat sahibi olamadığımız çok eski zamanlardaki medeniyet zuhurlarının arkasında da kanaatimizce peygamberleri aramak gerekmektedir. Hülasa, insanlık tarihi, aslında bir “peygamberler tarihi”dir ve her peygamber aslında şu veya bu seviyede bir medeniyet inşacısıdır. Peygamberlerin meydana getirdiği bu medeniyetlerin ve onlara ait muhtelif teşekküllerin tek bir gayesi vardı: Allah’ın insanda istikameti Kendisi olsun diye yarattığı inanma hasletini insanoğlunun sapkın hedeflere (kendilerini yönetenlere, birbirlerine ya da kendi nefislerine) yöneltmesini engellemek ve onu doğru istikamete çevirmek. Peygamberler insandaki inancı doğru istikamete yönlendiren, inanç hissinin tabiî neticesi ahlâkı rayına oturtan üstün ferdlerdir. Beşeriyeti oluşturan “doğru-iyi-güzel” kıstaslarını koyanlardır.
İnanç hissinin temel insanî hasletlerin en başında geldiği, insanın bir “mutlak varlık”a (kimliği önemli değil; materyalist için sonsuz ve her şeye gücü yeten madde/doğa) ihtiyaç duyduğu aşikâr. Yine, müteâl bir varlığa yönelik her tür inancın mukadder neticesi, o müteâl ile bağlantılı “kabul edilen” kurallara “gönüllü” bir şekilde uymak mânâsına ahlâktır. Bu durumda, inancın zorunlu neticesinin ahlâk olduğu, ahlâk olmadan hiçbir insanî oluşun teşekkül edemeyeceği, itirazı gayri kabil tezler halinde ortaya çıkmaktadırlar. İnanç ve ahlâk dairesinin dışında kalabilecek bir insan olamaz; o “yer çekimi” gibi kendisinden kaçışın mümkün olmadığı ilahî bir kanundur.
İşte peygamberler, basit medeniyet inşacıları değil de, doğru inanç ve onun neticesi doğru ahlâkı getiren insanlardır. Medeniyetler, bu ahlâkın neticesi halinde zuhur etmişlerdir. Vakıflar ve hayır kurumları da, bu medeniyetlerin daima taşıyıcı sütunları olagelmişlerdir.
Değerlendirmemize gelecek sayımızda devam edeceğiz.
Baran Dergisi 457. Sayı