Hadiselerin sürekli yeniliği karşısında aşk ve vecdini yenilemeyen ve her an yeni bir ruhla yeni hadiselere pençesini geçiremeyen insan, pörsümeye ve solmaya mahkûm demektir. Çünkü hadiselere fikrini nakşetme cehdini kaybetmiş ve zamanın dışına düşmüştür. Müsbet yönde değişim kabiliyetini yitiren yobazlaşmaya doğru gidiyor demektir.

“Zaman bendedir ve mekân bana emanettir!” şuurundaki bir Müslüman, hadiselerin her an yeniliği karşısında yepyeni kalmayı bilendir, hep imanını tazeleyendir. Çünkü mü’min, hep yenidir… Sevgiliyi hep yeniden keşfetmek, aynı heyecanı duymak, aşk ve vecdin tazeliğine işarettir ve her nefes alış verişimiz yeni olduğu gibi Allah’ı her an ve her hadisede birliğine şahitlik edebilmeliyiz. Bunun “nasıl”ını aramalıyız.

Modernite ve sekülerliğin her şeyi maddî hayat planına hapsetme ve âdeta ruhî hayatımızı ve gaibe imanı unutturma çabalarına karşı her an uyanık ve tetikte olmalıyız. Nebatî hayat ihtiyaçlarımızı modernite çok iyi istismar etmektedir ve esasen nefsimiz de buna teşnedir. Fakat bu engelleri aşmanın yolu insana bahşedilmiştir. Yeter ki istensin ve aransın. Öncelikle kendi içinde bunu bulacağı gibi dışında da bulabilir.

Aslında kendini tek doğru olarak kabul eden her fikir kendince bir mutlaklık iddiası içindedir… Ancak sadece akıl bazında hayatı şekillendirme peşindeki tüm bu arayışlarda hayatı kuşatan formlar zamanla kuşatamaz hâle gelir. Sürekli akış içindeki hayat bu sınırlamalardan kurtulur ve yeni formlar içinde kendisini ifadeye geçer. Tanrının iktidarını yeryüzüne indiren zihniyetin ortaya koyduğu normlar da uzun zaman önce hayatı kuşatamaz hâle geldi. Ne yazık ki buradan dalga dalga yayılan olumsuzlukların bedelini tüm insanlık ödemek zorunda kalıyor. Oysa doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olamayacağına göre Mutlak Fikirden hareketle temellendirilmiş her örgüsü tezatsız bir vasıta sistem, hem bizim eşya ve hadiseleri doğru değerlendirmemizi hem de doğru bir çaba içinde olmamızı temin edecek olandır. Hareket içinde hareket eden bir anlayış ancak böyle bir sistemle sağlanabilir. Yenilikçi sistemle… Hem hayatın hakikatine hem hayatın karakterine uygun bir yol olarak… Fikir mihrakı yani ideoloji şartı…

İnsanın “hareket içinde hareket eden” görevini Mutlak Fikir’den hareketle yerine getiren çağımızın yenileyicisi İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’na Necip Fazıl’ın ithaf ettiği ve Büyük Doğu ideolocyasına ek olan “İslâmı yenilemek” bahsi, “İslâm yenilenmez. Anlayışı yenilemek gerekir” diye başlar. Ve yeni neslin üç düşmanı tanıması istenir: “Aşksız ham yobaz, duygusuz kâfir, nasipsiz reformcu…”

Mutlak Fikir ve Tatbik (Vasıta) Fikir ölçülerini ağzında tekerlemeye döndüren ve nefsinde donduran ham yobaza karşın nasipsiz reformcu da moderniteye ayak uydurarak İslâmı esnetir ve bozar. Duygusuz kâfirle uzlaşma yolları arar. Hâkim fikre ise mahkûm tavır yakışmaz.

Allah Resûlü hareketsiz duran birine selam vermez. Dönüşte o kişiyi kumları karıştırırken görür selâm verir. O kişi de selâmı alır. Allah Resûlüne sahabiler sorarlar: “Giderken niye selâm vermediniz de gelirken verdiniz?” Buyurur: “Giderken bir hareket yoktu, taş mıydı, insan mıydı belli değildi, onun için vermedim. Dönüşte ise hareket ediyordu, selâm verdim…” Hadisi şöyle anlamalıyız: Selam verecek kadar alacak olan da hazır olmalı ki “mü’min, mü’minin aynasıdır” ölçüsünden murad hâsıl olsun…

Fikir ve aksiyonu da kapsayan yönünü işaretle, imân ve sanat ilişkisine değinmek istiyoruz:

İmânda şahsî oluş ve insanı yücelten müteal-aşkın olana bağlılık var. Başkası olmadan başkası için olması ve her dâim yenileniş var. İnsanın iç oluşundan gelen sanat çabası ile imân örtüşüyor. İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun tesbitiyle söylersek: “İman, olmuş bitmiş bir şey değil, her an oluş ve yenileniştir.”
Sanat, hep yeniden inşâ etmektir. Sanat şahsiyet ve yeniliktir. İbdaî bir oluş ve yenileniştir. İbda kelimesinin estetik kelimesinden daha kapsamlı olduğu söylenir. Çünkü estetikle gerçekliği soyut veçhesiyle özümserken, “ibda” etmekle eşyayı benzersiz, misilsiz bir biçimde özümseriz.

İman ve sanatta taklid olmaz. Çünkü kendinden oluş var. Her insanda bir şahsiyet madeni var, insanın özü bu. Fakat kimi şahsiyetini karartır, kimi şahsiyetli olur. Aslında insan taklid ederken bile şahsî tercihi söz konusudur, yani şahsiyetsizliği tercih etmiştir. Herkes kendi cennetini veya cehennemini inşâ eder. Hiç kimse başkasının acı ve sevincini aynen hissedemez. Her insan apayrı şahsiyetler olarak ayrı yaşar, ayrı acı çeker, sevinç tonları farklıdır. Müşterekliklerimiz içinde bile ibdaî oluşumuz, sanat yönümüz kendimize aittir. Kısaca her insan orijinaldir. Herkesin imanî, kalbî ve sınaî yönü kendine mahsustur. Kimsenin imânı kimseye fayda sağlamaz. Herkes kendi kalbinde neler döndüğünü bilir. Bu açıdan kimsenin imânına da karışılamaz.

Kâl değil hâl olan tasavvuftan da imân ve sanat davasının birlikteliği anlaşılır. Felsefî Terimler Sözlüğü’nde Bedia Akarsu sanatı, “bir şeyi kendi iç yasalarına göre özgürce biçimlendirme yeteneği” ve “belli bir yetkinliğe eriştirilmiş olma” şeklinde tanımlar.

İslâm sanatçısının batınî yönü, tasavvufun nefs tezkiyesi gibidir. Tasavvuftaki oluş basamakları ile sanattaki oluş basamakları öz olarak aynıdır. Şeyh Galib’in ifadesiyle “şair, ehl-i hâl demektir.” Günümüz müridlerinin çoğunun şekilden ibaret olması gibi günümüz sanatçılarının da “hâl” derdi taşımadığını belirtelim. Hâl sahibi olmadıkları için eserlerine de kayda değer bir keyfiyet giydiremiyorlar.

İslâm’a muhatap anlayışın içselleştirilmesi de bir sanat çabasıdır. Batınî bir oluştur. Bu mânâda şeyhimiz de İslâm’a muhatap anlayışın mütefekkiri-mimarı olmaktadır. Aslında zikrimiz fikrimizdir. BD-İBDA İslâm’a muhatap anlayışını algılama ve anlamlandırma süreçleri içten sağlanan bir merbutiyetle olur ancak. Şahsiyet ve sanat davası… Sanat deyince sadece resim yapmak veya eser bestelemekten bahsetmediğimiz anlaşılıyor herhalde.

Şu hususu da hassaten belirtelim ki, sadece İslâm demeyle olmuyor. İslâm’a muhatap anlayış gerek. Bir adım daha ileri gidelim. Sadece İslâm’a muhatap anlayışa bağlıyım demeyle de olmuyor. BD-İBDA’ya muhatap anlayışımızı her an tazelememiz gerekiyor, nisbetimizi her dâim koruma cehdi gerekiyor. Yoksa pörsümeye ve kabuk tutmaya başlarız. İman (ve sanatın) yenileyiciliği de bunu gerektirir. Onun için İBDA Diyalektiğinde her mü’min kendini ifadeye bir yan bulur. Mü’min olmayan da bekleme ve istemeye bir yan bulur.

Müşterek mânâ dili gereklidir ki, cemaat ve cemiyet olabilelim. Fakat aynı kelime klişeleriyle aynı şeyden bahsetmiyor olabiliriz. İslâm’ın ve ona muhatap anlayışın kelime ve kavramlarını muradına aykırı kullanma tehlikesi söz konusu olabilir. İslâm’ın anlaşılması için ortak dil kurma ve buna muhatap olanların da sembol ve işaretleriyle ortak dili özümseme ve her an yeni eşya ve hadiselere tatbik etme zarureti görülüyor. Asrın yenileyicisi vasfı taşıyan ideolojinin hadiselere nakşı için “yüzyıl diyalektiği” niteliğinin de anlaşılması, dinamik oluşu… Eğer bu şuurla yürünmezse çeşitli savrulmalar yaşanır. İslâmcıyım derken laikliğe ve sekülerliğe meyledilirken, İBDA’cıyım diyerek İBDA harici çizgiye savrulmak söz konusu olabilir. Esasen bunun örneklerini de görmekteyiz.

Çağımızın önemli bir sorunundan bahsedelim. Fikir, ilim ve sanat dalları arasındaki kopukluktan dolayı münasebet kurulamıyor. İhtisaslaşma gittikçe parçalanmaya yol açıyor. Apayrı mevzu ve meseleleri “bütün fikir”, “sistem”, “tüm” ifadesi olan ideoloji ile birleştirmek mümkün. İslâmî bir dünya görüşüne nisbetle mânâ diline dökmek. “Bütün Dalların Birleştiği Kök” davası... Çünkü hiçbir şey sistematik bir bütün içinde yeri ve değeri gösterilmeden izah ve tahlil edilemez. Dengeli bir şekilde nisbeti kurulamaz. Aksi takdirde her parça kendini bütün yerine koyar ve yerinde hakikati genelleştirerek hataya düşer. Çağımızda olan budur ve dünya görüşü (tüm) nisbeti olmayan İslâmcıların savrulma sebebi de budur.

“İmân, zevken idraktir.” İmânın zevkine varmak ve idrak seviyemize göre zevkimizin artması, kuvvetlenmesi söz konusu. Ulvî zevk ile suflî haz farkına dikkat… Biri ruha, öbürü nefse hitap eder. Bazı müziğin Allah’ı hatırlatması ve bazı müziğin nefsaniliği çağrıştırması gibi…

Sanat, Allah’ı aramaktır… Eşyada Hakkı görmek… Her şeyde tecrit... Meseleler izahlarını kendiliklerinden açıklamazlar. Örtü ve perdenin arkasındakini bulmak… İnsanın aczinin idrakinde olması zevk idrakine döner. Kesintisiz hayat ruhî hayattadır. Ruhî olan vasıtasıyla ilahî olana ulaşmak. İman ve Sanat… Sanat kendinden zuhurdur.

Her şeyde Allah’ı birlemenin zevkine ermek ve böylece çelişkiden kurtulmak… Her şeyde Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellilerine şahid olmanın zevk erginliği, okumak, anlamak, idrak etmek ve zevkine varmak! İç âlemimizin tertibe girmesi ancak böyle olur. Etrafımızdaki milyarlarca detayı bir çerçeveye yerleştirmek. Aslında Salih Mirzabeyoğlu, daldan dala tedailerle “Ölüm Odası” eserinde bunu yapıyor. Dar ufkumuz bunu almıyor ve çağrışım zenginliğimiz kısır olduğu için ıskalıyoruz.

Dilin katları olduğu ve çağrışımların önemli olduğu hususu. Mesela Batının “bilim”i ile bizim “ilim” anlayışımız aynı şey değil. Klasik kelimesine Batının yüklediği anlam ile bizim yüklediğimiz anlam farklı. Keza estetik ve bedii-ibda farkı. Varlık dereceleri (Halk-Emr-Zat Âlemi) ve şehadet-melekût âlemi çağrışımları yapan zengin bir dil, kuru tariflerden kaçarken, tanımaya ve tanışmaya yöneliktir. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun zengin çağrışımlara yol açıcı dili, aşkın olanla buluşma azmini kamçılayıcı bir sanat dilidir. Eğer sanat antenimizi açarsak o mevcelerden muhakkak bize de ulaşır. “Sır idraki” ve “şiir idraki” davalarını başa alarak…

Sanatı üzerine düşünen sanatkâr… İmanı üzerine düşünen mü’min… Nefs muhasebesi yapan mü’min… Bir Hadis: “Mü’min kendini sorgulayan kişidir.”

“İbadet sanattır.” Her an yeniden aslî hâline dönüşmek. Aczin idrakinde olarak zevk erginliğine ermek… Bu açıdan, büyük acılar da büyük arınmadır. İnsanı hayvandan ayıran fark, oluş ıstırabı… İman, aşk ve oluş; sanat cehd ve çabası. Has ve hususî bir ibadet nevi olan ve Hadisle teşvik edilen tefekkür, aynı zamanda içten gelen bir oluş, bir sanat hamlesidir.
Allah’a inanma davası, üstün fikir yanında derin hassasiyet gerektirir. İslam hareketi mutlaka güçlü bir sanat hamlesiyle yürütülmeli.
Fıkıhtan da bildiğimiz üzere, “iman, dil ile ikrar ve kalb ile tasdiktir”; burada kalb ve lisan birlikteliği görülüyor. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “Marifetname” eserinin takdiminden: “İslâm, teslimdir; teslim ise, yakîndir; yakîn, tasdiktir; tasdik ikrardır; ikrar, edâdır; edâ da; amel... Hazret-i Ali böyle buyuruyor... İmân, tasdik, marifet, yakîn, ikrar ve İslâmdır... İmâm-ı Âzam böyle buyuruyor.”

İlim bize bir dünya görüşü veremez, bunu ideoloji yapar. Sanat ise ideolojinin müteharrikidir. Fikir, hayatı kuşatmaya bakar, sanat ise her ikisini. İnsan ve hayat sır olduğuna göre, sırra sır yoluyla gidebiliriz ancak.

İçinde yanan ateş ne kadar güçlüyse kendini ve çevreni o kadar aydınlatabilirsin. Ruhunda bir infilaka yol açmıyorsa öğrenmenin ve ideolojik eğitimin de bir anlamı yoktur. Kendinden zuhur her şeyden önce bir sanat hamlesidir, ibdaî oluştur. Muhitin de önemine işaret eden Mustafa Şekip Tunç’un “İnsan Ruhu Üzerinde Gezintiler” eserindeki şu ifadeler aynı zamanda “mekanik insan”ı da reddeder:

“Eğer sanat adamları başlı başına birer âlem olmasalardı “orijinallik” ve “üslûp” dediğimiz şeylere bir mânâ vermek kabil olmazdı. Sanatkâra lâzım olan şey “nasihat”, “direktif” gibi öğütler değildir, kalite ve kıvamı yerinde canlı ve samimî bir muhittir. Sanatkârı boğan şey bilhassa donmuş muhitlerdir.”

Aksiyon da bir sanattır. Üstün işe geçirilmiş üstün fikir olarak, mânâların tecelli edeceği suretler olarak. İç oluş dış oluş birlikte olarak, tıpkı imânın tarifindeki dil-kalb birlikteliği gibi.

İnşâına katılmadığımız hiçbir şey bizim değildir. Kavramlar da içimizde inşâ ediliyorsa bizimdir. İmân ise olmuş bitmiş bir şey değil, her an oluş ve yenileniştir. İnandığımızı her ân inşâ etmezsek ya inanmıyoruz ya da ölüyüz demektir. Kur’an, her an yenilenen kalblere hitab eder. Sanat ise hep yeniden inşâ etmektir. Sanatın her an yeniden inşa manasıyla imanın hep yeniden tazelenme mânâsı örtüşüyor. Yenilik sırrı, imân sırrından oluyor. İnsan bir sanat hamlesidir; iman da insana özgü olduğu ve vasfı da bu olduğu için sanat hamlesi oluyor. İman ve sanat özünde birdir. “Neye imân” mevuu ayrı.


Baran Dergisi 492. Sayı