Din duygusu gibi estetik ve güzellik duygusu da insanın fıtratındandır. Yaratıcı fikri, dil, inanma isteği, a priori (kablî) bilgiler vb. gibi. İnsanda her şeyden önce “tenkid şuuru” olması ise, materyalistin de itiraf ettiği bir gerçek, Ayrıca şu husus: Maddeci bile maddeciliğini ruhî çaba ile kuruyor.

Zarurî ve kesin bilgiler tüm insanlarda müşterektir. Mesela insanda üçgen fikri yaratılışta var. İyi ve kötü idraki ise peygamberlerden geliyor. Bildiren olmazsa varlık olmazdı. Varlık, bildirebilme ile mümkün. İnsan, dili sadece öğrenmiyor, mucize şekilde bir yatkınlığı söz konusu. Çünkü onun yaratılışında var. Kulluk ve secde de böyledir, zıttı olan isyan ve kibirden de bunu tesbit edebiliriz. Bilerek ya da bilmeyerek Allah’ı arıyor insan. Bâtıl yollarda arayışı da bu, nefsanî hayatta uçlara varmakta da bu arayış ve bulamayış söz konusu.

Kâfir putlarda ne aradığını bilseydi zındık olmazdı. Müslüman da ne aradığının şuurunda olsaydı mecazî imândan usanır, sürekli oluş ve yenileniş ile tahkiki imânda olurdu. Mesela ineğe tapana gülerken dikkat etmeli. İmânımız mecazi mi yoksa kritik edebilecek seviyede mi? Tahkikî imân sahibi gülmez, muhasebe ve muhakeme eder. Kendi imânına sıçrama tahtası yapar.

İmân önce taklidle başlar, ama her nefes alışta, her geçen anda imân tahkim edilmezse, yenilenip yürütülmezse pörsümeye başlar. Resûl buyruğunda olduğu gibi: “Bir günü bir gününe eş geçen hüsrandadır.” Bu hadiste imân ve aksiyonun iç içe oluşu görülmektedir. Ve tatbik fikri olan çağımızın İslâm’a muhatap anlayışına mensubiyet ve kendinden zuhur ile eşya ve hadiseler zemininde sürekli yenileniş söz konusu olmaktadır. Şuursuz Müslüman değil, çağından mesul Müslüman gereği. 

Taşa tuğlaya varıncaya kadar İslâm’ı sindirmek. Zira İslâm’ın mimarisi taşın şiiri olup beton yığını değildir. Eşya ve hadiselere imânın nakşı ise onun vasıtası fikir ile olur. Sistemli fikir, dünya görüşü, ideoloji... İnsan ve toplum meselelerinde “bütün fikir” tutarlılığında çözümler sunan ve kendisiyle yürüyebileceğimiz ve kendisini yürütebileceğimiz bir ruh ve anlayış sistemi; İslâm’a muhatap anlayış budur. Parça mevzularda uğraşanları ve bütünle nisbetini kuracakları veya yaptıklarını bütüne bağlayamayanları ve dağınıklığa düşenleri kurtarıcı “sistem fikri” gerekir. Ayrıca kendi aklıyla mihraksız gidenlere ve mevcut düzene karşı olmasına rağmen istemeden de olsa düzenin şuur süzgecinden etkilenenlere koruyucu bir kalkan gerek. Bu zarurî ihtiyacı karşılayan ideoloji, mütefekkirler (Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu) tarafından örgüleştirilmiş olup, üzerindeki tuğra isim Esseyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleridir. BD-İBDA dünya görüşü Doğru Yol- Kurtuluş Yolu olup; çapraz çizgilerle bir ilgisi yoktur.

“Doğrunun olmadığı yerde güzel yoktur!” İBDA estetiği ilkesi de bizi sahte güzellerden korur. Çünkü doğrunun olmadığı yerde, “hoş, güzel ve iyi” yanıltıcı olabilir. Ambalaj aldatabilir.

Sanat, şahsiyet ve yeniliktir. İbdaî bir oluş ve yenileniştir. İbda kelimesinin estetik kelimesinden daha kapsamlı olduğu söylenir. Çünkü estetik kelimesinde hassa (hisler) hâkim iken ibdada içten gelen oluş, benzersiz oluş, kendinden sanatkârane zuhur mânâları vardır ve daha kapsamlıdır. Diyanetin bir sempozyumunda (İslâm’da Sanat ve Estetik) bir hoca, estetik kelimesi yerine ibda kelimesini bu gerekçe ile önermiş idi. 

İmânda da şahsiyet ve her dâim yenileniş var. İnsanın iç oluşundan gelen sanat çabası gibi. İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun tesbitiyle söylersek: “İmân, olmuş bitmiş bir şey değil, her an oluş ve yenileniştir.”

İslâm sanatçısının bâtınî yönü tasavvuftan beslenerek gelişir; birbirlerini geliştirirler de diyebiliriz. Tasavvuftaki oluş basamakları ile sanattaki oluş basamakları öz olarak aynıdır. Hatta geniş bakış açısından teknik olarak da aynı diyebiliriz. Şeyh Galip, “şair, ehl-i hal demektir.” der. Ancak günümüz sanatçılarında böyle bir amaç olmadığı için daha çok teknik seviyede eserler üretmekte, kalıcı ve gönle işleyici olmamaktadır. İçin için yanmayan ve ham sofuluk olan müridlikler de şekilden ibarettir, özü gitmiştir. İslâm’a muhatap anlayışın içselleştirilmesi de bir sanat hamlesidir, tasavvufî bir oluştur, seyr-u sülûktur diyebiliriz. Terbiye edici mânâda Şeyh de İslâm’a muhatap anlayışın mütefekkir mimarlarıdır. Aslında zikrimiz fikrimiz olmalıdır ve her dâim tazelenmelidir. 

Kalb ve his dünyası zengin olanlar sanat faaliyetinde bulunur. Akıl yönü kuvvetli olanlar ilim dallarında yürürken el becerileri olanlar ise zanaata ve tekniğe yönelirler. İmân ise kalb ile tasdiktir, her an ve herhalde tazelenmeyi ister.

İmân gaybe olduğu için bir derinlik ifade eder. Kaba ve sığ idrakler imânın derinlik ve her an yenilik sırrını anlamazlar. Sanat hamlesi de kaba ve sığlığı kabul etmez ve mistiklik içinde sırlara açılır. Her ikisi de (sanatçı ve imân şövalyesi) imân ve heyecan adamlarıdır. Güzele âşıktırlar. Beşerî aşktan ilahî aşka yükselmeyi arzularlar. Bir ismi de sanatkâr yaratıcı olan Allah’a ulaşmayı O’nun mahlûkundaki güzellikleri (Allah’ın esması, sıfat ve tecellileri) gözleyerek olacağını bilirler. Güzelden anlamayanı da adamdan saymazlar ve kaba ruhlular onların evrensel mesajını anlamazlar.

“Hayâ imândandır” hadisi malûm. İmân ve sanat zarif insanların işidir diyebiliriz. İmân ve sanat derin ruhlarda coşkusunu bulur, imân neşesi sanat zevkiyle birleşir.

İmân ve sanat çabasının temeli öznelliktir. Her insan kendi vasfı ile özneldir ve her imân ve sanat çabası da kişiye özeldir, adeta kişinin parmak izi gibidir, kendi el yazısı gibidir. Herkes kendi imânından sorumludur. Kimse kimsenin kalbini yarıp içine bakabilici değildir. Ancak imânlı ruhlar bir araya gelerek mü’minler topluluğunu kurar. Aşkın olana bağlılıkta bir araya gelenler gerçek imân topluluğu olurlar. Nefs ve menfaat birlikteliğinde olanlar değil. Zira Allah Resûlü, birbirini sevmeden mü’minlerin cennete giremeyeceğini buyuruyor.

Büyük sanatçılar büyük imân sahibidirler, dersek abartmış olmayız. Büyük düşünce ve sanat adamlarının genelde itikad sahibi olduğunu görmekteyiz. Batı’da böyle, Doğu’da da böyledir. Mikelanj öyle bir vecd içinde eserlerini verir ki çizmeleri ayağına yapışır. Yahya Kemal, Itrî’deki şevk durumunu imâna, tarihe ve sanata atfeder.

“İmân, amel ve ihsan (kemal)” üçlüsünde görüldüğü üzere, aksiyon ile insan Allah’a yaklaşır, “yakîn” elde eder. İnsanın bu çabası bir sanatkârın inşa etmesi gibidir, ibdaîdir, sanatkâranedir, benzersizdir, orijinaldir. Her insanın benzersiz oluşuna mümâsil, imânın şahsa öze oluşunu ve hiç bir sanat eserinin birbirine benzemediğini ifade edelim.

Avam, havâs ve havass-ül’havâs’ın farklı ruh, algı ve anlayışı olduğunu belirtelim ve nefsin mertebeleri gibi insanın tekâmül ya da tereddî edecek varlık oluşunu da ilave edelim.

Sanat, Allah’ı aramaktır... Eşyada Hakkı görmek... Her şeyde tecrit ile örtü ve perdenin arkasındakini bulmak. Ruhî ve ilahî olana ulaşmak: İmân ve sanat... İmân çabasının bir adı da sanat çabasıdır. İmân ve sanat, kendinden zuhurdur. İslâm sanatında Tevhid ve sonsuzluk fikri, en iyi ritim ve hendese (geometrik bezemeler) ile ifade edilmiştir.

Şu tehlikeyi de göz ardı etmemek lazım: Aynı kelime klişeleriyle aynı şeyden bahsetmiyor olabiliriz; ortak dil kurma meselesinin önemine dikkat! Sadece İslâm demeyle olmuyor. İslâm’a muhatap anlayış sistemi ile bizim anlayış seviyemiz farkına da dikkat etmek gerekiyor. Aksi halde “körler sağırlar birbirini ağırlar” durumuna düşülür. Sembol ve işaretleriyle, sesiyle, anlamıyla ortak bir dil ile ancak anlaşma temin edilebilir. Çağrışımı zengin ve sistemli bir düşünce ekolü etrafında farklılıkları da istihdam eden bir dil ve diyalektikle. Diyalektiğin, eda, tavır, tertip, dinamiklik olduğunu ve bunun da imân ve sanatın özellikleriyle örtüştüğünü de belirtelim.

Fikir ve sanat dalları arasındaki yabancılık ve küskünlükten dolayı okuyucu münasebet kuramıyor. Unsurlar ancak “bütün fikir”, “sistem”, “tüm” ifadesi olan ideoloji ile birleşirse irtibat sağlanır, kopukluk giderilir. İslâmî bir dünya görüşüne nisbetle hadiseleri değerlendirmeliyiz. Bu ise ancak BD-İBDA mânâ diline dökmekle mümkündür. Böylece her şeyde Allah’ı birlemenin zevkine ermek. Her şeyde Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellilerine şahid olmanın zevk erginliği.

“Sanat üzerine düşünen sanatkâr” imânı üzerine düşünen mü’min veya nefs muhasebesi yapan mü’min. Bir hadis, “Mü’min, kendini sorgulayan kişidir.” Abdülkâdir Geylanî Hazretleri, “ibadet sanattır, büyük arınmadır!” diyor.Çünkü ibadet, imân hamlesinin ete kemiğe bürünmesidir. Her ibadet, kişinin içten gelen bir çabasının sonucu ve her an imânın yenilik olmasına nazaran bir sanat eseridir. Onun için ibadette de sıradanlık değil, hep yeni bir aşk ve vecd aranır. İbadet kelimesi abd-kul kelimesinden gelmiş olup Allah’ın birliğini kabul edip isteklerini yapmak, kulluk etmek, tapınmak, tapmak, birini çok sevmek mânâlarına gelir. Müslümanın ibadeti hep yeniden oluş ve vecd içinde olmalıdır; ibadet ibdaîdir. İbadet kelimesinin yukarıda verdiğimiz mânâlarında da görüldüğü üzere, kulun Allah’a karşı tüm kulluk vazifelerini ifade ettiğini, namaz-oruç vs. ile sınırlı olmadığını da hatırlatalım. İbadet de imân ve sanat gibi her an yeniden aslî hâline dönüştür.
İmân; aşk ve oluştur, sanat cehd ve çabasıdır, diyebiliriz.

Allah’a inanma davası üstün fikir yanında derin hassasiyet gerektirir. Necip Fazıl’ın da tavsiye ettiği üzere, İslâm hareketi mutlaka güçlü bir sanat hamlesiyle yürütülmelidir.
 
Estetik kaygısı olmayan insan rahatsız edicidir ve taklidî imândan, tahkiki imâna yükselemez. Güzeli sevmeyen ve tanımayan kişi Allah’ın esmasındaki güzellikleri nasıl görecek?


Baran Dergisi 629. Sayı

31.01.2019