Türk Silahlı Kuvvetleri ve ÖSO El Bab’a giden yolu açmak ve IŞİD’in ikmâl kavşağını eline geçirmek için Dabık’a operasyon hazırlığı yaparken, Akdeniz de her geçen gün ısınmaya devam ediyor. Irak’ta Musul ve Suriye’de Rakka şehirlerine odaklanıldığı iddiasıyla Doğu Akdeniz’deki yığınak her geçen gün artıyor.

Türkiye’nin Cerablus’tan başlayarak Suriye içine doğru yönelen ve son derece düşük zayiat ile ilerleyen askerî operasyonu, bir tarafıyla, aslında bugüne kadar Rusya ve Amerika başta olmak üzere emperyalist devletlerin ikiyüzlülüğünün ve aralarındaki meseleleri çözmek adına Suriye’yi güreş minderi gibi kullanmalarının bir kez daha ifşâına vesile de oldu. Üç-dört senedir bölgede IŞİD ile mücadele adı altında birbirinin gücünü tartan, köşe kapmaca oynayan, sahadan devşirilen unsurları adeta piyonlarmışçasına birbirine kırdıranların kurmuş olduğu sunî dengeler, Türkiye’nin bilfiil Suriye’ye müdahil olmasıyla altüst oldu. Lâkin yeni dengeler içinde Türkiye’nin yeri neresi olacak? Bugün herkes yeni şartlara göre pozisyon almaya çalışıyor. Yeni konjonktüre kısa da olsa bir göz atalım ve Türkiye’ye dönelim...

Amerika

Amerika’nın Türkiye’de FETÖ’yü kullanmak suretiyle gerçekleştirmek istediği ve esasında bütün hesabını da bunun üzerine dayandırdığı anlaşılan darbe girişiminin 15 Temmuz’da bertaraf edilmiş olması, ABD’nin 2010 senesinde Arab Baharı ile beraber başlayan tüm hesaplarını altüst etti. Amerika, askerî darbe ile Türkiye’yi kayıtsız şartsız teslim almaya hazırlanırken, evdeki bulgurdan da oldu.

Bölgede kilit konumda bulunan Türkiye ile Amerika’nın arasının açılması ve bir diğer taraftan Türkiye’nin Rusya ile de yeniden paslaşmaya başlaması, Amerika ile Rusya’nın arasının açılmasının da vesilelerinden...

ABD kongresinin 11 Eylül saldırıları gerekçe gösterilerek Suudî Arabistan’a dava açılmasına imkân tanıyan yasayı meclisten geçirmesi de bize gösteriyor ki, ABD ne yapacağını şaşırmış vaziyette. Her ne kadar analistler bu kararı Amerika’nın petrol yerine alternatif yakıtlara yönelmesine bağlıyorlarsa da, işin aslı kanaatimizce öyle değil. Irak’ı işgal ve zapt etmenin maliyeti Irak’taki tüm petrol rezervlerinden sağlanabilecek gelirin üstünde. Muhtemeldir ki, Türkiye’ye doğru olan sıcak para akışının kesilmesi ve Türkiye’deki yatırımların geri çekilmesi emri gelmiş olmasına rağmen Suudîler bunun gereğini yerine getirmediler ve Amerika da bu şekilde karşılık verdi.

Aslında Amerika, “yeni dünya düzeni” dediği tek kutuplu dünyanın iflâs ettiğinin farkında... Bunun şuurunda olarak da elinden geldiğince diğer kutupları şimdiden tayin etmeye, onlara yer gösteren olarak en azından liderliğini sürdürmeye çalışıyor. Görünen yahut ifâde edilen bu şekilde. Ne var ki art arda attığı bu adımların iki anlamı olabilir. Birincisi, Amerika hakikaten ne yaptığının şuurunda değil ve saçmalıyor. İkincisiyse Amerika Ortadoğu’yu büyük bir yangın yerine çevirmeyi kafaya koymuş, züccaciye dükkânına girmiş fil gibi ortalıkta dolanıyor. Her iki vaziyette de görüldüğü üzere ABD, gördüğümüz kadarıyla, artık inisiyatifi kaybetmiş durumda.

Rusya

Rusya aslında oyunun dışına itilmişti... Hatırlarsanız Suriye ile alâkalı yapılan ilk milletlerarası toplantıya davet dahi etme gereği duymamıştı kimse. Ekonomik bakımdan da büyük sıkıntı içindeydi. Böyle bir konjonktür içinde pek çokları için son derece riskli olduğu düşünülebilecek radikal bir karar ile hem Kırım’ı ilhak etti ve hem de Suriye’de sahaya inerek, kendisini oyunun merkezine konumlandırmasını bildi.

Amerika’nın art arda ve ısrarla yapmış olduğu hatalar da Rusya’nın pozisyonunu güçlendirdi. Son olarak Türkiye’de başarısızlıkla neticelenen darbe girişimi, Türkiye ile Rusya arasındaki bağları güçlendiren faktörler arasında sayılabilir.

Son günlerde yaşanan gelişmelere bakacak olursak, Amerika ile Rusya arasındaki köprüler neredeyse atılmış vaziyette. Rusya elindeki en gelişmiş hava savunma sistemini geçtiğimiz hafta içinde Suriye’ye indirdi. Bu Suriye hava sahasını Amerika başta olmak üzere koalisyon güçlerine kapatmaya hazırlandığı şeklinde yorumlanabilir. Hem de sadece uçaklara karşı değil, aynı zamanda uzun menzilli füzelere karşı da.

Suriye

Esed, işler çığırından çıktıktan sonra elindeki imkânlara göre iki önemli strateji benimsedi. Bunlardan birincisi ülkenin Şam, Lazkiye gibi Batı’da olan kısımlarını elinde tutmaktı. Bunda başarılı da oldu. Kuvvetlerini çok fazla dağıtmadan elindeki güce göre Suriye’nin belli kesimlerini elinde tuttu. İkincisiyse Rusya’nın Suriye’ye davet edilmesiydi. Böylelikle diğer büyük güçler tarafından yutulma riskini ortadan kaldırdı.

Suriye, Akdeniz’e açılan kapısı olması itibariyle Rusya için son derece stratejik bir ülke. Amerika içinse İsrail’in güvenliği ve İslâm âleminin bütünlüğünü bozmak açısından stratejik bir ülke. Türkiye’yi İslâm âleminin geri kalanına bağlayan koridor Suriye’den geçiyor.

Türkiye

 Gelelim Türkiye’ye... Türkiye, ne yazık ki elindeki potansiyelin ve maddî-manevî psikolojik üstünlüğün farkında değil. 15 Temmuz’da milletin Batılılara ve Batıcılara karşı göstermiş olduğu tavrı, takınamıyoruz bir türlü. Hâlen mahkûm tavırlarını sürdürüyor, hâlâ attıkları her adımda içte ve dıştaki çeşitli kliklerin tepkilerini dikizlemeye devam ediyorlar. Oysa ki bu devir artık kapandı. Siyasiler milletin arkasında yahut yanında değil önünde olması gerektiği hâlde, Müslüman Milletimiz siyasîlerimizden daha ileride...

Bununla beraber geçtiğimiz hafta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Lozan hezimetine yapmış olduğu vurgu son derece yerindeydi. Hem içeride 15 Temmuz’dan sonra kudurarak gemi azıya almaya çalışan Kemalistlere ve hem de onlar karşısında bocalayan iktidar yanlılarına karşı açık bir tepki ve ayrıca Ortadoğu siyasetine karşı Türkiye’nin tavrını ortaya koyan net bir çıkıştı.
Türkiye, Suriye, Irak üçgeninde şartlar yeniden Lozan Anlaşması’nın öncesine dönmüş bulunuyor. İngilizlerin böldüğü ve Fransızlarla paylaştığı topraklar, bugün yeniden dünyanın bir numaralı meselesi hâline gelmiş vaziyette...

Müslüman milletimizin Osmanlı subaylarıyla beraber canıyla kanıyla kazandığı İstiklâl zaferini, Lozan masasında peşkeş çekerek Türkiye’yi dar Anadolu’ya kıstıran Kemalistler, senelerdir okullarda zafermiş gibi okuttukları Lozan rezaletini, memleketin tapu senedi olarak görmekte bir beis görmüyorlar. Bizim tarih muhasebemiz ortada ve peşin hükmümüz de belli: İNANMIYORUZ BİZE ÖĞRETİLEN TARİHE!

***

Burada bir parantez açalım. Kemalist ve ulusalcılar, inkılaplar başta olmak üzere bunca ihanete niçin sahip çıkıyorlar? Zekâ geriliğinden mi? Yok, değil... Bugün içinde bulundukları hainliği, dünün büyük ihanetine dayandırarak meşruiyet buluyorlar da ondan sahip çıkıyorlar. Türkiye’deki hainlerin eğer ki kökü kurutulmak isteniyorsa, evvelâ içinden türedikleri bataklık olan inkılaplara el atılması gerekiyor. Müslüman milletimiz bunu böyle istediğini 15 Temmuz’da ve sonrasındaki nöbetlerinde açık bir dille ifâde etmiştir herhâlde. Hem sanmasınlar ki unuttuk; 2000’li yıllara dek İstiklâl Mahkemeleri’nden başlayıp 28 Şubat’a kadar verecekleri o kadar çok hesab var ki... Onlar da unutmasınlar!..

***
 
Devam edecek olursak... Bahsettiğimiz inkılaplardan biri de üniter devlet tabusu... Şimdi geldik zurnanın zırt dediği yere. Türkiye’nin içte ve dıştaki sıkıntılarının çözümü, içine kıstırılmış olduğu sınırları aşmasından geçiyor; fakat anayasa düzeni böylesi bir büyümeye müsaade etmiyor. Suriye ve Irak’ın kuzeyi başta olmak üzere akrabalarımız böylesi bir entegrasyona hazır olmalarına rağmen, Türkiye devleti ve onu hala ne hikmetse(!) yönetebilen bürokrasi, içine kıstırıldığı zihnî prangayı bir türlü kırıp atamıyor. Hikmete ünlem koyduk, çünkü cevabını biliyoruz: Sınırların büyümesi, Kemalizmin sonu demektir. Gelip birileri yalvarsa “bizi içinize alın” diye, korkup kaçacak delik arıyorlar, ellerinin altındaki düzeni kaybetmemek adına. Düzen kelimesini, hem nizam hem de argo tabiriyle “fırıldak” olarak alabilirsiniz. Oysaki Türkiye’nin yeniden tarihî misyonunu üstlenebilmesi için artık bu kafayı değiştirmesi gerekiyor. İslâm Birliği diye sürekli lâfta kalan birliğin tesis edilmesinin ilk şartı, Türkiye’nin üniter devlet tabusunu yıkması, bölünüp yok olmak yerine, sancak sancak büyümesinden geçtiği anlaşılmıyor mu?

Nerede Birlik?

İş, boş beleş konuşmaya geldiği vakit kim neler söylemiyor ki? Ciddi olalım, tüm konuşanlar bir araya toplansınlar da evvelâ şu suâli yanıtlasınlar: Hangi anlayışta birlik? Mevzuu “İslâm Birliği” olduğu vakit, herkes bol keseden atmayı biliyor; “evet efendim,” “lâzım efendim,” “şart efendim,” de, ee? Ne olacağı ve nasıl olacağı hakkında da “Osmanlı gibi” falan diye gevelemekten başka bir şey duyduğumuz yok. Lâfı yalama etmekten ve ciddi meselelerin hakikatini perdelemekten başka bir vazife ifâ eden yok. O zaman biz konuşalım, biz içini dolduralım, “ne”sini ve “nasıl”ını biz bir kez daha hatırlatalım ve umalım ki, üç maymunu oynamaktan ve bu vasattan şahsiyet bulduklarını sanmaktan vazgeçsinler.

İslâm Birliği hakkında bir mesele konuşacaksak eğer, o zaman evvelâ İslâm anlayışının ne olması gerektiğinin çerçevelenmesi gerekir. Suud’un da bir İslâm anlayışı var, tabelasında “İslâm Cumhuriyeti” yazan İran’ın da, FETÖ’nün de, IŞİD’in de, Amerika’nın da, İngiltere’nin de...

Peki, “doğru” olan anlayış hangisi? Doğu ve Batı’nın irfan yemişlerini yeni bir dil çarşafı üzerine silkeleyerek “Mutlak Fikir”in önünde hesaba çekip verimlendiren, zamanın gereklerine göre yenilenmiş olan, 15. İslâm asrının İslâm’a Muhatab Anlayışı, yani İbda’dan başka bir anlayış var mı ortada? Bırakın bunu, böyle bir anlayışın “zorunluluğunun” şuurunda olan var mı? Varsa saklanmasınlar artık, lütfen bizimle de paylaşsınlar düşüncelerini. Ama yoksa...

Sapkın anlayışları tek tek sıralayıp haklarında bahsetmeye yerimiz müsait olmadığı için atlıyoruz.

Nasıl ki Rönesans evvelinde Avrupa kendi köklerinden kopmuş, fikir, sanat, edebiyat ve bilim alanında tekâmül damarı kesilmiş ve İslâm dünyasından gelen tercümeler ile beraber kendi köklerine tekrar uzanarak Rönesans’ı, yâni “yeniden doğuşu” gerçekleştirmişse, bugün de Doğu bakımından benzer bir durum söz konusu. Özellikle “dil devrimiyle” beraber İslâm’dan gelen kökleri kesilip atılmak istenen Anadolu, bugünlerde 150 cildi bulan Büyük Doğu-İbda külliyatıyla birlikte kendi Rönesans’ının, yeniden doğuşunun merkezî çekirdeğini tamamlamak üzeredir.

Rönesans üzerinden devam edecek olursak, Avrupa’nın kendi köklerinden gelen tefekkür ve İslâm tasavvufu eserlerinin sentezi üzerinden inşa ettikleri Batı Medeniyeti’nin, Devlet-i Aliyye’nin İslâm aşkı ve vecdinden uzaklaşmasının ardından Doğu’nun ipini nasıl çektiği bugün açıkça ortada. Hem de bizim elimizdeki gibi “solmaz, pörsümez bir yenisi” olmadığı hâlde... Batı’nın kurduğu hâkimiyete bakarak, bugün bizim Rönesans’ımızın neticelerini kestirmek mümkündür herhâlde.

Büyük Doğu-İbda, gerçek bir İslâm Birliği’nin üzerine inşa edileceği zemin olarak; anlayışta “İslâm’a Muhatab Anlayış,” fikirde “Bütün Fikir”, devlet modelinde “Başyücelik Devleti”, ve yeni bir ferd ve toplum tasavvuru ortaya koymaktadır.

“İslâm yenilenmez, O’na muhatab olan insanların, Müslümanların anlayışı yenilenir” diyen Büyük Doğu-İbda, İslâm’a dönük yepyeni bir kavrayış tarzı olan “İslâm’a Muhatab Anlayış”ı ortaya koyarak kurulacak İslâm Medeniyeti’nin mihrak sistemini örgüleştirmektedir.

Batı’nın elinde parçalara ayrılarak aklın dâhilinde kemmiyet planına saplanan, insanlığın yaralarına pansuman olacağı yerde yarayı derinleştiren bilimi, saplandığı yerden kurtararak ruhçu bir yaklaşımla “Bütün Fikir” mihrakında tasarrufuna alan Büyük Doğu-İbda,  İslâm Birliğinin üzerinde tecelli edeceği sahaların ilmî metodunu örgüleştirmiştir.

Doğu kültürüne Batı tarafından yapılan suikastın en önemli hedeflerinden biri de dildir. Doğu’nun dili, Batı ve Batı’nın Doğulu kuyrukçuları tarafından doğrudan hedef alınmış, bozulmuş ve Batılılaştırılmaya çalışılmıştır. Bu durumun en önemli sebebi, düşünmenin yegâne vesilesi olan dilin bozulmasıyla beraber tefekkür melekesini iptal etmek ve kültür işgalini zaferle neticelendirmektir. Büyük Doğu-İbda’nın temel meselelerinden birisi de dildir. Bütün dünyanın irfan yemişlerini İslâm merkezli bir anlayış etrafında, yeni bir dille, yeni bir diyalektikle terkib edip yeni bir kültür ortaya koymuştur ve bu dil, genişlik ve derinlik bakımından Batı’nın kültür emperyalizmi karşısında kurulacak olan İslâm Birliği’nin en hususî dayanağı hüviyetindedir.

Gelelim devlet modeline... Demokratik, oligarşik, lâik ve seküler devlet modellerinin dünyayı getirdiği nihaî vaziyet bugün bütün dehşetiyle karşımızda duruyor. Bugün Türkiye de esasında içinde bulunduğu vaziyetin farkında ve Başkanlık Sistemi gibi bir çıkış noktası arıyor. Bu işlerin ıslahatlar ile olmayacağını tarihe bakarak görmek mümkün; hangi devlet içinde bulunduğu durumdan çıkmak için köklü değişikler yerine ıslahatlara yönelmişse, o devlet tarih sahnesinden silinip gitmiştir. Öyleyse bu vaziyet -kabul edilse de edilmese de- aynı zamanda Türkiye için bir varlık-yokluk dâvâsı hâlindedir.

Büyük Doğu-İbda, el attığı diğer meselelerde olduğu gibi devlet bahsinde de misilsiz bir model olarak “Başyücelik Devleti”ni ortaya koymuştur. Üniter devlet mevzuunu hatırlayarak devam edecek olursak; Başyücelik Devleti, kuruluşuna göre “Birleşik Devlet”tir. Anadolu merkezli olan bu devlet, bütün İslâm Âlemi’ni bir bayrak altında toplamayı hedefler. Bu yüzden aynı zamanda hilâfet devletidir ve kuruluşunun tamamlamasının şartı, hilâfet devletinin haiz olması gereken şartları taşımasıdır. Devlet olarak hilâfet devletinin taşıması gereken şartlara haiz olduktan sonra, gerekirse beyâtını almak adına zor kullanmak dâhil her metoda başvurarak İslâm Birliği’ni tesis eder.

Neticede Ne Olur?

Batılılar canı istediği gibi gelip burada at koşturamaz, tonlarca bombayı Müslümanların üzerine atamaz, darbe yapmaya kalkamaz ve içimizdeki fitne fesadın kökü kurur.

Artık bırakalım günü kurtarmayı da esaslı meselelerimize dönelim. Türkiye’nin, Suriye’nin, Mısır’ın, Irak’ın, Afganistan’ın, Libya’nın, Somali’nin de kurtuluşu, üç kuruşluk günü birlik pazarlıklardan geçmiyor. Bugün Büyük Doğu-İbda fikriyatının devlet, millet, adalet, eğitim ve diğer tüm hayat şubelerinde ortaya koymuş olduğu yaşanmaya değer hayat modeli orada dururken, ona muhtaç vaziyette kıvranıyoruz. Yemek yanı başımızda dururken, açlıktan ölmek üzere bir hâl içinde “neden”siz, “niçin”siz bir hayat sürüyor, potansiyelimize nisbetle küçücük zaferlerle avunuyor, gelmekte olan büyük tehlikeyi de göremiyoruz.

Maddî ve manevî planda karşımızdakilere karşı açıkça üstün bir vaziyette olmamıza rağmen bir türlü eziklik psikolojisini üzerimizden atamıyor, yapılması gereken köklü değişikliklere bin bir türlü vesvese içinde bir türlü yanaşmıyoruz. Oysa içinde bulunduğumuz şartlar “acaba falan ne der, filan ne yapar” demeye, tereddüt etmeye müsait şartlar değil. Bir Batılı düşünür “inanmayan milletler reform yapamazlar”diyor. Doğru söylüyor, yapamazlar; fakat bu millet ne denli inançlı olduğunu göstermek için daha kaç tane 15 Temmuz gecesi yaşayacak?

Türkiye’de ve dünyada tartışmalar vasat bir zaviyede sürüyor ve esaslı meseleler bu vasata mahkûm ediliyor. “Başkanlık Sistemi” tartışmaya açılıyor, konuşacak kimse yok. İslâm Birliği deniyor, çocukça lâflar. Şartların Türkiye’yi üstlenmeye zorladığı misyonunun çeşitli gerekleri var ve bunun başında da rejim değişikliği geliyor.

Umuyoruz ki siyasîlerden aydınlara kadar kimse zamanın ruhunu kaçırmaz ve zamanın dışına düşme gafletinde olmaz...

Baran Dergisi 508. Sayı