Yaklaşık bir buçuk yıldır Baran Dergisi’nde yayımlanan yazılarımızda tek bir noktayı, yani “mecaz hakikate köprüdür” hikmeti üzerinden sadece “horoz borcu” esprisini dikkate aldık. Yazılarımızdaki muhteva zenginliğini “horoz borcu” mecaz veya metaforuna borçlu olduğumuzu söylemek isterim. Bu arada hemen şunu da söylemek isterim ki, üzerinde bulunduğumuz mevzuun ne kadar derin ve de velud olduğu süreç içerisinde ortaya çıkmıştır. Doğrusu ben bu durumdan hiçbir zaman şikayetçi olmadım, bilakis çalışmalarımda bana şevk verdi. Okuyucunun merakını celb eden bariz noktalara, daha doğrusu işarî noktalara birazcık olsun değinebildiysek ne ala!

Evet; yazı dizimize muhteva zenginliği kazandıran ana motifin “horoz borcu” olduğunu söyledik. Kanaatimce, Sokrates üzerinden Eflâtun’a miras olarak bırakılan “horoz borcu”, bütün bir felsefe tarihinin en önemli meselelerinden biri, hatta başlıcası olmuştur. Nitekim Sokrates’in ölüm döşeğindeyken söylediği son sözleri, tam 2500 yıldır kritik edilmektedir. Meselâ Rönesans-Yeniden Doğuş Hareketinin kazandırdığı ivmeyle Aydınlanma Hareketi sonrası Batı’da Nietzsche, Dümezil ve Foucault gibi isimler, Sokrates’in son sözlerini derinliğine doğru kritik eden isimler olarak görülebilir. Diğer taraftan, İngiliz matematikçi ve filozofu Alfred North Whitehead’ın (1861-1947), “Tüm Batı felsefe tarihi Platon’a düşülen dipnotlardan ibarettir” tespiti dikkate alındığında, tüm Batı felsefe tarihinin “horoz borcu” çerçevesinde yeniden okunması mümkün gözükmektedir. Bunun gerçekleştirilmesi durumunda felsefe tarihine ve de dünyasına yeni bir soluk getirmek mümkün olabileceği gibi, yeni bir istikamet kazandırmak da mümkün gözükmektedir.

Not: Alfred North Whitehead’ın “Tüm Batı felsefe tarihi Platon’a düşülen dipnotlardan ibarettir” haklı tespiti üzerinden biz de şu şekil bir öngörüde bulunalım: 21. Yüzyıl ve eğer sonrası varsa sonrasında tüm hikmet veya felsefe dünyası, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”ya düşülen notlar olarak belirecek veya kaydedilecektir. Büyük Şahid İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun Bab-i Ali’nin beyinli-beyinsiz takımı üzerinden söylediği, “Bab-i Ali ya İBDA’nın eri olacak, veyahut da hizmetçisi!” sözü ayniyle topyekûn dünya entelenjisiyası için de geçerlidir. İBDA’nın niçin “Beşer zekâsının sekreteri” olarak belirdiğini topyekûn dünya insanı görecek!

Sokrates’in zehirlenerek öldürülmesine sebeb olan Atina merkezli demokrasinin iyi bir sistem veya cemiyet nizamı olmadığı üzerine kurulu olduğunu düşündüğümüz “horoz borcu” metaforu, “beşer zekâsı” üzerinden Eflatun’un gerçekleştirmek isteyip de gerçekleştiremediği ideal devlet plan, program ve projesi ile doğrudan alakalıdır. Elbette Sokrates gibi fikir muzdariblerinin yaşaması için gerekli olan cemiyet nizamı-müesses devlet nizamı er ya da geç kurulacaktır. Biz bunun “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” üzerinden gerçekleştirilebileceğine inanıyoruz. “Devletlerin Devleti” mânâsını mündemiç kendisini topyekûn insanlığa teklif eden “Başyücelik Devleti”, hiç şüphesiz ki “benzersiz” bir “Dünya Devleti” plan, program ve projesi olarak kurgulanmıştır.  Nitekim yazı dizimiz boyunca üzerinde durduğumuz mevzuların ana teması, birbirinin yanlışını çıkarmaktan öte hiçbir sağlam istinad noktası örgüleştiremeyen felsefe dünyasının niçin “horoz borcu”nu yerine getiremediğini ve yine bunun “Ben Kimim?” diyen Kim (Kumandan!) tarafından yerine getirildiği çerçevesinde şekillenmiştir. Doğru söylemek gerekirse, söz konusu iddiamız felsefe tarihinin kendi iç dinamikleri üzerinden elde edilmiş bir intiba veya iddia değildir. Temel kabul hâlinde ram olduğumuz bir ruh ve fikir sisteminin (Büyük Doğu-İBDA!) kendi iç dinamikleri üzerinden yakaladığımız ipuçlarından hareketle böyle bir kanaate vardık. Bu mevzuda iki temel referans noktası üzerinden hareket ettiğimizi söylemek isterim. Bunlardan birincisi Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sisteminin kurucu iradesi veya remz şahsiyetleri olarak zuhur eden Büyük Doğu ve İBDA Mimarlarının kendi aralarındaki fikrî münasebet veya konseptin Sokrates ve Eflâtun arasındaki fikrî münasebet ile ilişkilendirilmesi, ikincisi ise, bizzat “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” Mimarı’nın, “suret ve mânâ ilişkisi” çerçevesinde kendi neseb bağı üzerinden “İslâmın kılıcı” Halid bin Velid Hazretleri’nin “Ebu Süleyman: Horoz” lakabına sıkça vurgu yapmış olmasıdır. Kanaatimce bu mevzu, İBDA Mimarı’nın yeri geldikçe üzerinde durduğu veçhile, “bâtının zâhire çıktığı bir zaman diliminde yaşıyoruz” hükmü ile de doğrudan alakalıdır. Rahman Sûresi’nin 19. ve 20. âyet meâllerinden tüten “Mutlak Müjde”nin “Dünya Çapında Bir Hadise: Kaptan Kusto Müslüman” olarak belirmesini de yine bu çerçevede değerlendirmek gerekir.

“Borç” mevzuuna (tedaisi, farz, farz-ı ayın, vacib vs.) hem özne ve hem de nesne olan “horoz metaforu”, “suret mânânın aynıdır” noktasında “zıtların birliği” esprisine yol vermekle birlikte, ruh ve beden arasındaki küllî ruhun varlığına da işaret eden bir noktadadır. Hal böyle olunca, “horoz borcu” esprisi cemiyet nizamında “zıtların birliği”ni temsil iddiasındaki tüm felsefî sistem veya doktrinlerin merkezinde yer alan bir keyfiyeti haizdir. Yani “horoz borcu” metaforu, muvazene amili olabilecek bir keyfiyeti haiz merkezî bir noktanın bizatihi kendisini de sembolize eder. “Terazi ipleri kendinde toplanan halka” mânâsını mündemiç bir ruh ve fikir sisteminin madde planındaki sembolik değerine karşılık olarak, terazi kefelerine istinad noktası teşkil eden bir kaidenin adının “horoz” olarak belirmesi, ne demek istediğimizin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. Bu uzun ve gerekli girizgâhtan sonra yazı başlığı üzerinden mevzuumuza dair yeni değerlendirmelere geçebiliriz.

Bilindiği üzere, hâlihazırda modern dünyanın üzerine kurulu olduğu modern felsefe, Hıristiyan-Yahudi Batı dünyasının kültür ve medeniyeti üzerine bina edilmiştir. Hıristiyan-Yahudi Batı kültür ve medeniyeti ise eski Yunan kültürü, Roma nizamı ve Hıristiyanlık ahlâkına nisbetle teşekkül etmiş bir kültür ve medeniyettir. Yine bilindiği üzere, Hıristiyan-Yahudi Batı dünyası, İslâm kültür ve medeniyetinin kazanımları üzerinden eski Yunan’ı yeniden okuma imkânına kavuşmuş ve kendi Rönesans-Yeniden Doğuş hareketini başlatmıştır. Gelişen süreç içerisinde özellikle Rene Descartes’ın Düalizmi veya Kartezyen felsefesi ve bunun da devamı hâlinde Vesileciler (Arnold Geulincx ve Nicolas Malebranche) başta olmak üzere, Descartes’ın derin etkisi neticesinde İngiltere’de kendisini gösteren Empirizm (John Locke, George Berkeley ve David Hume), Almanya’da Alman İdealizmi (Emanuel Kant üzerinden Fichte-Öznel İdealizm, Schelling-Nesnel İdealizm ve Hegel-Mutlak İdealizm), Rusya’da Marksizm (Karl Marks, Friederich Engels ve Vilamidir İlyiç Lenin), Amerika’da ise Pragmatizm (William James, John Dewey ve Charles Peirce) ve en nihayet Çin’de kendisini gösteren Kapitalizm ve Sosyalizmin bulamacı hâlinde topyekûn dünyaya dayatılan Neo-Liberalizm, Batı kültür ve medeniyetinin salkım saçak yemişleri olarak okunabilir. Bu arada hemen şunu da söylemekte fayda var: Bütün bir batı felsefesi veya modern dünyaya yeni bir ruh ve fikir üfleyen kişi olarak beliren Rene Descartes’ın kökeninde eski Yunan’ın üç büyük kafa adamı, yani Sokrates, Eflâtun ve Aristo vardır. Bütün bunlardan sonra, mevzumuza yumuşak bir geçiş yapacak olursak o da şu: Her şeyden evvel Descartes, doğuştan gelen bir bilgiyi önceleyen olarak, insan aklını merkeze alan büyük bir rasyonalisttir. Bunu şunu için söyledik, birazdan üzerinde duracağımız veçhile, yeni bir dönemin başlangıcına kapı aralayan İngiliz John Locke, Descartes’ın köklü eleştirisi üzerinden felsefe dünyasına yeni bir soluk getirmiştir. John Locke, Empirizm akımının baş mimarı, dolayısıyla da kurucu iradesi olarak belirmiştir. John Locke ve Empirizm?

John Locke kimdir? Bir İngiliz düşünürü olarak felsefe dünyasına adını yazdıran John Locke (d.1632- ö.1704), 18. Yüzyılın en önemli filozof veya düşünürlerinden biri olarak kabul edilir. Aynı zamanda kıta Avrupası’ndaki Aydınlanma ve Akıl Çağı’nın da kurucu iradesi olarak kabul edilir. John Locke, İngiltere’de, Bristol yakınlarında, Wrington’da doğdu. Kumaş ticareti ile uğraşan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Locke’un babası noterlik yapan Püriten mezhebinin koyu bir taraftarıydı. Kendisinin üzerinde babasının izlerinin derin olduğu söylenir. Yüksek öğrenimini Oxford Üniversitesi’nde tamamlayan Locke, daha ziyade tabiat bilimleriyle birlikte tıp tahsili yaptı. Hayata atıldıktan sonra hem yazar, hem de siyaset adamı olarak çalışan Locke, ilkin Brandenburg Dükalığı’ndaki İngiliz elçiliğinde katiblik yaptı, daha sonra da 8 yıl Shaftsbury adında bir İngiliz aristokratının yanında özel hekimlik görevinde bulundu. 1683 yılında Shaftsbury’nin Hollanda’ya kaçmak zorunda kalması üzerine Locke’un da İngiltere’den ayrılması sözkonusu oldu. 1689’da İkinci İngiliz Devrimi başarı kazanınca tekrar İngiltere’ye geri dönen Locke, bütün eserlerinde gelenek ve otoritenin her çeşidinden kurtulmak gerektiğini, insan hayatına ancak aklın kılavuzluk edebileceğine dair düşüncelere yer verdi. Bu tür düşünceleri sayesinde Liberalizmin, tabii bir din anlayışının, rasyonel pedagojinin öncüsü olarak kabul gördü. En önemli eserleri arasında “İnsan İdraki Üzerine Bir Deneme” ve “Eğitimle İlgili Bazı Düşünceler” isimli eserleri vardır. Hükümet üzerine iki deneme adlı esere imza atan Locke, mutlakıyet yönetimlerini temelinden sarsar. Bu yönüyle İngiliz, Amerikan ve Fransız devrimlerine ilham kaynağı olur. Aynı zamanda “Doğal Hukuk” doktrinin de en önemli savunucularından biri olur. Empirizmin kurucusu olarak kabul edilen Locke, ta ki Sokrates ve Eflâtun’dan bu yana rasyonalist bakış açısının en önemli argümanlarından biri olan doğuştan gelen ideler fikrine karşı çıkar ve zihnimizdeki her türlü idenin duyu verilerinden türediğini savunur. Ona göre insan zihni başlangıçta boş bir kâğıt gibidir (tabula rasa). Bu kâğıt dış cisimlerden edinilen duyu verileriyle dolmaya başlar ve böylece duyumun basit ideleri ortaya çıkar. Zihin bu basit ideleri çeşitli şekillerde işleyip bir araya getirerek karmaşık idelere ulaşır. Ayrıca duyumdan edinilenler üzerine yapılan içsel duyum ve işlemler, düşünümün ideleri dediğimiz şeyleri doğurur. Cisim idesi de böyle karmaşık bir idedir. Bu ideyi meydana getiren ideler cismin nitelikleri olurlar ki bunlar da birincil ve ikincil diye ikiye ayrılır. Töz idesi ise tüm bu özelliklerin taşıyıcısı olarak kabul edilen idedir. Locke, cisimsel tözler dışında, zihinsel idelerin taşıyıcısı olan tinsel tözü de kabul eder. Locke’a göre Tanrı da böyle karmaşık bir idedir. Bilgi de bu ideler arasındaki ilişkilerden doğar ve ideler arası uyuşumun ya da uyuşmazlığın algılanma biçimine göre üç dereceye ayrılır: Sezgisel, isbatlı ve duyusal… Locke’a göre ahlâk tıpkı matematik gibi isbatlamaya elverişli bir mahiyet arz eder. Çünkü ahlâkî yargıların karşılık geldikleri cisimlerin özleri bilinebilir. Meselâ iyi ve kötü, haz ve acıdan ya da bizde haz ve acıya yol açan şeyden ve iradi hareketlerimizin etik yasalara uyuşup uyuşmamasından başkası değildir…

Locke göre üç çeşit yasa vardır: 1. Kutsal yasa, 2. Yurttaşlık yasası ve 3. Ahlâk yasası… İnsanın doğal durumu herkesin herkese karşı savaşı değil, özgürlük durumudur ama bu durumu yöneten bir “doğa yasası” vardır. Bu yasa aklın yasasıdır; insana eşit ve bağımsız olduğunu öğretir. İnsanların doğuştan sahib oldukları doğal haklar, kendini koruma ve yaşamını savunma hakkı, özgür olma hakkı ve mülkiyet hakkıdır. İnsanlar doğal olarak özgür oldukları için kimse öz onayı olmaksızın başkasının politik gücüne uyruk edilemez. Fakat insanlar haklarından daha güvenli bir ortam kurmak için vazgeçer ve bazı hak ve yetkilerini toplumun çoğunluğuna devredecek biçimde sözleşirler. Böylece doğa durumundan çıkarak yurttaş toplumuna geçmek için bireysel iradelerini toplumun iradesine bağlarlar. Bu şekilde kurulan hükümet toplumun hak ve özgürlüklerini korumak, refahı için çalışmak zorundadır. Çıkarılan yasaları uygulamak yürütme erkine ve anlaşmazlıkları gidermek yargı erkine düşer.” (Hazırlayan: Sosyolog Ömer Yıldırım)(1)

Empirizm… “Emprizmin batı dillerindeki kökü, yani etimolojisi deney ve görgü anlamlarını dile getiren empeiria’dır. Yunanca bir kelime olan empeiria, bilimsel bilgi anlamındaki yunanca episteme kelimesiyle sezgisel ve tinsel bilgi anlamındaki yunanca gnosis deyimine karşıt bir anlam taşır ve görgüsel bilgi (insanın doğrudan doğruya gördüklerinden çıkardığı bilgi) anlamını dile getirir.”

Empirizm kelimesinin iştikakında görünen odur ki, aslında empirizm temelde bir tevil ve tabir ilmi olarak da okunabilir. Gerçek hayatın başlangıcı olarak beliren ölüm ötesi hayata nisbetle bu dünyada görünen veya görülenlerin rüya olarak belirmesi dikkate alındığında, tecrübe olarak adlandırılan yaşanmışlıkların aslında zan çerçevesinde değerlendirilmesi gereken bir tür tevil ve tabir ilmine denk geldiği anlaşılır. “Tecrübenin şahsiliği” hakikati bir yana, “bilgi bilene var” esprisi dikkate alındığında, Empirizmin hakikatinin İslâm Tasavvufunda mündemiç olduğu da hemencecik anlaşılır. Tasavvufun tecrübî bir faaliyet alanı olarak belirdiğini tekrara lüzum yok. Ahlâkın pratik eylem, dolayısıyla da “yapmak” ve “yapabilmek için bilmek” mânâsına tecrübe ile olan ilişkisi dikkate alındığında ise, “Ben ahlakî yücelikleri tamamlamak için gönderildim” buyuran Allah Resûlü’nün niçin bütün bir insanlığa peygamber olarak gönderilmiş olduğu daha iyi anlaşılmaktadır. Şu mânâda, “İnsana bildiren olmasaydı hiçbir şey bilemeyecekti ve her şey ne ise o olurdu!”

Felsefî literatürde Deneycilik veya Tecrübecilik olarak bilinen Empirizm, fikrî dayanak noktası itibariyle, yani felsefî bir metod olarak, tecrübenin sonuçlarını hiçbir peşin fikir, hüküm ve hipoteze dayandırmadan kabul eden felsefî sistem olarak bilinir. Doktrin olarak da, bilginin yegâne kaynağı ve kökenini tecrübeye dayandıran sistemin adı olarak bilinir. Tecrübeden ayrı bilgi prensibleri olarak aksiyomların(2), aklî prensiplerin, doğuştan gelen fikirlerin ve kategorilerin varlığını inkâr eden Empirizm, bütün bilgilerin kaynağını ve de esasını duyulabilir tecrübeye dayandırır. Her türlü izah ve nazariyeyi vakıalar üzerinden eşya ve hadiselere irca etmeyi idealize eder. Yani a priori mânâsına önceden zihinde olan hiçbir şeyi kabul etmez. “Peşin fikir” olarak okunabilecek her türlü felsefî anlayışın yanısıra, tüm aklî ve nazarî zihnî faaliyetleri de reddeder. Bundan dolayıdır ki, “Empirizm, fizikten çok fizyoloji ve psikolojiye dayanır”, demişlerdir. Empirizmin metodu tümdengelimci (dedüktif) olan rayonalizmin aksine endüktif, yani tümevarımcıdır.(3)

Evet; bilginin duyumlar sayesinde ve tecrübeyle (deneyim) kazanılabileceğini öne süren empirizm, insan zihninde doğuştan hiçbir bilgi olmadığını iddia eder. Akılcılığın karşıtı olarak bilinen Empirizm, dediğimiz gibi, insan zihnini boş bir levha (tabula rasa) olarak görür.

Empiristler, doğru ve genel geçer bir bilginin duyumlar yoluyla oluşan deneylerle kazanılabileceğine o kadar çok inanmışlardır ki, insan zihninde doğuştan hiçbir bilgi olmadığı meselesi onlarda saplantı haline gelmiştir.

“Tabula rasa” veya “tabula rosa” şeklinde kayıt altına alınan kavram veya önerme, John Locke'un ortaya attığı bir kavramdır ve David Hume, bu kavramdan hareketle “zihnimizde doğuştan gelen bir fikir yoktur” hükmünü vermiştir.
“Ben felsefe yapmıyorum, sadece felsefenin üzerindeki tozları temizliyorum” dese de John Locke, aslında Empirizmin en büyük dayanak noktası olan “tabular rasa” kavramı veya önermesi ile birlikte Descartes’ın idealizminin köklü bir eleştirisini yapmıştır. Çünkü Descartes, insanın bilincinde herşeyin yazılı olduğunu savunur. Yani insan, doğuştan bilgi ile yüklüdür. Bu arada hemen şunu da söylemekte fayda vardır: John Locke, “boş levha” mânâsına “tabula rasa” kavramını eski Yunan’ın üç büyük kafa adamından biri olan Aristo’dan ilham alarak ortaya atmıştır. Locke’un Descartes’ı eleştirisi, Aristo’nun Eflâtun’u eleştirisi ile ilişkilendirilmiştir. John Locke’a göre, “insan bütün bilgilerini tecrübe ile elde eder. Çünkü insan doğuştan hiçbir bilgi ve doğru taşımaz. Doğuştan bir köre bir küple bir küreyi elletseniz, daha sonra da birden gözleri açılsa, dokunmadan hangisinin küre, hangisinin küp olduğunu anlayamaz.” Sonradan yapılan bir deneyin bunu kanıtladığı söylenir ki, el hak doğrudur. Burada sorulması gereken soru şu olsa gerektir: Küre ve küp bilgisi nereden gelmektedir? Çok açıktır ki, “insana bildiren olmasaydı hiçbir şey bilemeyecekti” bilgisi temel bir bilgi olarak karşımıza çıkmaktadır.
 
Dipnotlar
1-http://www.felsefe.gen.tr/john_locke_kimdir.asp
2-Kendiliğinden apaçık ve bundan dolayı öteki önermelerin ön dayanağı sayılan temel önerme, mütearife, aksiyom: Başka bir önermeye götürülemeyen ve kanıtlanamayan, böyle bir geri götürme ve kanıtı da gerektirmeyip, kendiliğinden apaçık olan ve böyle olduğu için öteki önermelerin temeli ve ön dayanağı olan temel önermeye belit, aksiyom ya da postulat denir. Ne türlü bir belitten yola çıkılırsa o türlü bir sonuca varılır. Aksiyom: Doğru olduğu herkes tarafından kabul edilen önerme… Postulat ise, doğruluğu mantıki olarak kabul edildiği halde, doğruluğu da yanlışlığı da ispatlanamayan önermedir. Aksiyomlar, mantıki işlemler için yeni teorem ve ispatların elde edilmesinde kullanılırlar. Aksiyom, matematiğin ve diğer ilimlerin bütün dallarında mevcuttur. Mesela cebirde çok bilinen bir aksiyom: “Bir eşitliğe eşit şeyler eklenince veya çıkarılınca eşitlik bozulmaz.” ifadesidir. Her ilimde kullanılan “Bir bütün, parçaların toplamından büyüktür.” ifadesi de bir aksiyomdur. Matematik aksiyomların temeli, bilginin ana ilkesi olan özdeşlik ve çelişmezlik prensipleridir. Aksiyomlar, matematik yapının temel taşları sayılırlar. Ancak, aksiyom olarak alınan bir önermenin doğruluğunu göstermek çok kolay veya güç olduğu için onun aksiyom olarak alındığı zannedilmemelidir. Bir matematiksel yapıyı kurarken seçilen aksiyomlar bir sistemi meydana getirirler. “İki şey ayrı ayrı bir şeye eşitse, o iki şey de kendi aralarında eşittir.” ifadesi de bir aksiyomdur. Yani, x=a ve y=a ise x=y olacağı açıktır. M=50 ve N=50 ise M=N yazılacağı anlaşılır. (https://www.felsefe.net/konu/aksiyom-degercilik.1344/)
3-Süleyman Hayri Bolay, Felsefî Doktrinler Sözlüğü, Akçağ Yayınları, 5. Basım, Ankara, 1990, sh. 15-16.


Baran Dergisi 655. Sayı