Seküler bir temelde olan ve hakikî mânâda kişi haklarını ele almayan “insan hakları” kavramı Batı tarafından sıkça kullanılıyor. Dünyayı yangın yerine çevirdiğine ve kendi dışındakileri sömürü aracı gördüğüne bakmadan Batı bu kavramı tekelinde bulundurmak istiyor. Hem de dışındakilere müdahale aracı olarak kullanıyor.

“İnsan hakları” mevzuuna işin ekonomik boyutundan bakmakta yarar var. Çünkü ekonomi insan onurunu, temel hak ve özgürlükleri zedeleyen bir husustur. “İnsan hakları”nı sarsan gelir eşitsizliği ise Batı ve Amerikan emperyalizmi paralelinde artış göstermektedir. Küreselleşme ile gelir dağılımındaki uçurumun daha da arttığını istatistikler söylemektedir. Biri yerken öbürü bakıyor. Kardeşinin hukukuna riayet veya “insan hakları” bunun neresinde?

Esasında Batı’yı sömürgeci yapan kapitalist sistemin kendisi olup (veya onların sömürgeci zihniyeti kapitalist sistemi doğurmuş) insana karşı en büyük haksızlık demektir. Batı’nın Sanayi Devrimi’nde kadın ve çocuklar dahil kendi insanlarını köle gibi çalıştırdığı malûm. Yüzü gözü kömür karası çalışan çoluk-çocuk fotoğrafları hafızalardadır. Daha sonra buna benzer fotoğraflar gelişmekte olan 3. Dünya ülkelerinde görüldü. Batı tipi kalkınma ile gelişmekte olan ülkeler sömürü çarkının aleti oldu ve gelir eşitsizliği ile birlikte toplum sınıflara ayrıştı, güvensizlik duygusu yaygınlaştı. Çoğunluğu teşkil eden kesimin yoksulluk tehdidi altında ömür boyu boğaz tokluğuna kölelik etmesi sağlandı. İnsanî hasletlerini unutan, tamamen çıkarı peşinde dolaşan, önüne atılan kemiğe razı olan bir insan tipi ortaya çıkarıldı ve ondan sonra bütün bunlar mesele edilmeyerek kuru bir “insan hakları” söylemi ileri sürüldü veya propaganda aracı yapıldı. İnsanın keyfiyeti önemsenmeden fizikî varlığı esas alındı. Bu da seküler ve materyalist bir bakış açısı demektir.

İnsanı insan yapan onun görevidir ve keyfiyetidir. Onu kemmiyet veya nesne gibi algılayıp sadece haklarından bahsetmek eksik ve yanlış bir yaklaşımdır. İnsan olma görevi ile yani şahsiyeti ve ahlâkı ile insan kıymetlenir ve çevresine de ışık saçar. İnsana değer vermek de ancak bunu temin etmek, buna yol açmakla olur. Eğer bireyde hakikî insan olmanın idrak, irfan ve hassasiyeti olmazsa, lokmasını aç biri ile niye paylaşsın? Fiziken insan (birey) olarak doğulur, ama gayretle (değerlerle) “insan” olunur. Bunun hakikati, usûl ve yordamı İslâm’da.

Bunda tasavvufta nefs tezkiyesi deniyor ve her müminin görevidir. Kur’an’ın ve hadislerin insana hitabı onun keyfiyetiyle yakınlık kuran bir sıcaklıktadır. Ona şahdamarından daha yakın olup kalbine hitap eder. İnsanî hasletlerini uyarır. Öyle ki münkir bir göz bile bunu görür ve anlar ama kalbi kapalı ise yapacak bir şey yoktur. Buna rağmen karşı olurken bile İslâm’ın adaletine hayranlığını ve özlemini içinde taşır. Tarihte gayri müslimlerin İslâm’ın adaletine sığınma tarzında bunun örnekleri çoktur. Günümüzde ne kadar karartma ve karşı propaganda yapılırsa yapılsın, beklenen ve gözlenen İslâm’dır, İslâm’ın hakikî kadrolarıdır.

Batı’nın hümanizm-insancılık mezhebi, insanın ilahî olanla (kaynağı ile) irtibatını keserken eski Yunan ve Latin kültürünü ve buna bağlı olan insanı putlaştırır, ateizme kapıyı aralar. Kapitalist sistemle de uzlaşarak içinde erir. Bizdeki hümanistler ise Yunan mitolojisine varıncaya kadar Batı eserlerini tercüme ile özü İslâm’a dayanan Türk kültürüne karşı yıkıcı rol oynarlar. Bir yandan da Kemalist ceberut rejimin içinde yer alırlar. İnsanın değerinin düştüğü hatta belhüm adal (hayvandan aşağı) seviyesine indiği bir devirde, insan da yoktur, hakları vs. de yoktur.

Kemalist rejim demişken, bu rejimin artıklarının yargılandığı 28 Şubat davasından bahsedelim. Ciddi mânâda yargılama yapılmadığını ve bu postmodern darbenin köklerine gidilmediğini belirtelim. Meşhur, brifingçi medyaya hiç dokunulmadı. Şunu da soralım: 28 Şubat darbesinden yararlanan, ordudan atılan mukaddesatçı subayların yerine; kendi adamlarıyla dolduran, İmam-Hatipler kapatılsın diyen, İmam-Hatiplerin kapatılmasıyla ise eğitim sahasını işgal eden, Çevik Bir’e övgüler yağdıran, Refah-Yol Hükümeti gitsin diye açıkça darbecileri destekleyen Fetullah Gülen neden darbe iddianamesinde yok?

28 Şubat darbecilerinin Fetullahçıların arkasına sığınıp kendilerini aklamaya çalışmaları, aynı şekilde ulusalcıların da FETÖ’yü örnek gösterip Kemalizm’e yol açmak istemeleri suyu tersine akıtma çabalarıdır ve nafiledir. Bir parantez açarak Fetullah’ı örnek gösterip tarikatlere veya tasavvufa saldıran ve “İslâmcı” geçinen mezhepsizlerin de aynı taktiğe başvurduğunu ilave edelim.

Hayatımıza bütünüyle müdahale eden bu zalim süreçte, âdeta bir nesil tırpanlandı. İmam-Hatiplerin önüne bile ağır silahlı polisler dizildi, köftecisine kadar fişlendi, eğitim-öğretim hakkı bir kesimin elinden alındı, İslâm’ın öncü gücü olarak görülen İBDA Lideri ve bağlıları ağır işkencelere ve idamlara varan cezalara maruz kaldı. Genç yaştaki çocuklar dahi insan hakları ihlaline uğradı. Ama bu süreçte de dik duran İBDA Hareketi’nin başta Metris olmak üzere isyanları ise 28 Şubatçıların kimyasını bozdu, süreci tersine çeviren âmil oldu. Necip Fazıl’ın dik duruşunun yürüyen hâli oldu.

28 Şubat hesaplaşması her bakımdan olmalıdır. Darbecileri yaşatırsak kaybeden biz oluruz. Cezaevinde hâlen 28 Şubat mağdurlarının bulunduğunu ve bir kısım gönüldaşlarımızın yirmi üç senedir içeride olduğunu belirtelim. Bu mevzuda şunu hatırlatalım. Hükümetin çalışmaları var ama ağırdan gidiyor. Tıpkı 28 Şubat ile külliyen hesaplaşmak gibi meseleyi duyan, hisseden, dert edinen az. Ancak hassasiyetini yitirmeyenler çabalarını sürdürüyor. Dile kolay çeyrek asırdır içerdeler, yıllar da birbirinin peşi sıra akıyor. İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun cezaevinden çıkınca gazetecilerin sorduğu soruya bir cevabı var, mealen vereyim: Elli kiloluk yükü bir anlık belki taşıyabilirsiniz. Ama düşünün bu yükü bir insanın yıllarca taşıması. Cezaevinde yatmayı böyle değerlendirebilirsiniz.

28 Şubat darbe davasının ilk tanıklarından ve TBMM darbe araştırma komisyonunun ilk dinlediği gazetecilerden biri olan Aslan Değirmenci, 7 Ocak 2018 tarihli Star Gazetesi Açık Görüş ekinde 28 Şubatçılarla FETÖ’cülerin nasıl paslaşarak ve el ele yürüdüğünü ve 15 Temmuz’a gelindiğini özetlediği yazısında iddianameyi hazırlayan FETÖ’cü savcı Mustafa Bilgili’nin bu süreci ortaya çıkarmadığını ve FETÖ’nün Çevik Bir’e gönderdiği mektubu vesair desteğini de yok saydığını ifade ediyor. Açık ilişkiler olmasına rağmen delil dosyasında yer almadığını vurguluyor...

28 Şubat davalarının tamamına katılan ve FETÖ davalarının da müdahil avukatı olan Emrullah Beytar ise şunları söylüyor:

“15 Temmuz’un temelleri 28 Şubat darbe sürecinde atıldı. Ordudaki dindar subayları Batı çalışma grubunun enforme ettiği YAŞ toplantılarıyla ihraç ettiler. Toplum mühendisliği gibi yakıcı ve yıkıcı eylemler ile toplumun iradesine ipotek konulmaya çalışıldı. Bu süreçte paramiliter güç olarak medya, yargı, YÖK, bazı sivil toplum örgütleri, sendikalar ve bazı sermaye çevreleri aktif görev almışlardır. Bu anlamda 15 Temmuz’u doğru anlamanın yolu 28 Şubat postmodern darbesini doğru analiz etmekten geçer. Stratejiyi çözümlemeden, ittifakı anlamadan, doğruyu anlatamaz, gerçeği toplumun görmesine katkı sağlayamayız.”

Görülen o ki 28 Şubat darbesiyle adam gibi hesaplaşılamadığı için 15 Temmuz’a maruz kaldık. Ancak olağanüstü bir direnişle bu belayı def ettik. Demek ki, düşmanı yere düşürmek yetmiyor, tekrar ayağa kalkamayacak şekilde defterini dürmek gerekiyor. 

Baran Dergisi 574. Sayı

11.01.2018