İlk bakışta belki yadırganabilir fakat, günümüzde yaşanan sorunların, sıkıntıların, açlık ve sefaletin asıl sebebi ekonomik olmaktan ziyâde sosyaldir. Gelişmiş ülkelerin, azgelişmiş veya gelişmekte olan ülkeler olarak nitelendirdikleri bizim gibi ülkeleri düşürdükleri halin ifadesi olmanın ötesinde, bütün toplumsal alt üst oluşlarda, esas ölümcül yarayı alan toplumu ayakta tutan kurumlardır. İster halk bazında, ister sınıf bazında ele alınsın, bunun neticesi kendine olan saygının ve değerlerin yitirilmesidir. Ekonomik sömürü bu yok oluşta sadece araçtır. Uzun vadeli toplumsal gelişmeleri çok dar bir ekonomik çıkar, sınıfsal çıkar açısından ele almak, bütünü kaybetmektir. Bütünü kuşatamamak meselelerin eksik ve yanlış algılanışına yol açar.

Bir sistemi temellendirirken, kullandığınız kavramların içini temellendirdiğiniz konuya ait malzemeyle doldurursunuz. Bu kavramlar ulu orta, olur olmaz, her yerde kullanılamayacağı gibi, bu şekilde kullanmak, hem meselenin yanlış yorumuna, hem de sistemin popülistleşmesine sebep olur. Marksizm felsefe olarak özünde, her ne kadar toplumun bütünlüğü ve insanın sosyal yapısı çerçevesinde kurulduğunu iddia etse de, Ricardo’ dan tevarüs ettiği haliyle Marx, sınıfları ekonomik terimlerle vasıflandırma yanlışlığına düştü. Bu da popüler marksizme, kaba saba yorumlara ve Marksist literatüre ait kavramların yüzeysel değerlendirilmesine yol açtı; sorunların olduğu gibi görülmesini engelledi. Emperyalizm gibi, kâr amacı gibi, savaşların sebebi gibi konular, işbirlikçilik, komplo, ekonomik çıkar, sınıfsal çıkar gibi çok sığ izahlara hapsedildi.

“Kendi kurallarına göre işleyen Piyasa Ekonomisi” nin toplumsal dokuyu parçalayarak açtığı en ölümcül yara “emek, toprak ve paranın” alınıp satılabilir meta haline getirilmesiyle oldu. Emek ve toprak insan hayatının birbirinden ayrılmaz, birbirini tamamlayan iki unsuru. Emek ve toprağı meta haline getirmek, toplumsal dokuyu parçalamaktır. Sosyal çözülmelere sebep olmadan bunu gerçekleştirmek imkansızdır. Emeği insandan ayırıp tek başına kullanamazsınız; kullanılacağı yere insanı da taşımadan bunu gerçekleştiremezsiniz. Aynı şekilde toprak da ekonomik getirisinin, rant elde etmenin dışında; insanın üzerinde yaşadığı yerdir, köyüdür, akrabasıdır, komşusudur, tarlasıdır, geleneğidir, kültürüdür. Hiçbir altyapı hazırlığı olmadan insanları yerinden, yurdundan, toprağından koparmak veya kopmak zorunda bırakmak, açlık ve sefalete çanak tutmanın ötesinde, bu insanları şahsiyetsizleştirmek, kültürünü yok etmek, iş zevkini, şevkini, çabasını bir daha geri gelmemecesine bitirmektir. Bu insanların daha iyi ekonomik koşullarda yaşıyor olması pek bir şeyi değiştirmez. “Kültürel boşluğa” düşürdüğünüz bu insanlara esas kaybettirdiğiniz değer, ekonomik değil, sosyaldir. Sömürülen kişiliğidir, geleneğidir, kültürüdür, toplum içindeki saygınlığıdır. İhtiyaçlarının karşılanıyor olmasının getirdiği ekonomik rahatlama, toplumsal saygınlığını kaybetmesinin sebep olduğu felâketle karşılaştırılamayacak kadar önemsizdir.

Kabilesinin, köyünün en soylu insanını gecekondu hayatına mahkum bir işçi konumuna düşürmenin açacağı yara kapanmayacak kadar büyüktür. Belki açlıktan ölmeyecek fakat, bu şekilde yaşamanın yaşamak olmadığını bilerek, iç sıkıntısından, utançtan, “insanî özü’ nü” tüketerek ölümünü bekleyecektir. Liberalizm ve kapitalizmin ve bunların uygulayıcılarının yüzyıllardır mazlum halklara reva gördüğü muamele budur. Marksizm gerekçeleri farklı olsa da bu felâketlerin yaşanmasında liberalizm ile müşterektir.

Baran Dergisi 14. Sayı