İyi ve kötünün kaynağı cesarettir; bizi iyi ve kötüye yönelten cesaretimizdir.

Cesaret, iyi ve kötüyü tercihimiz; kötülük yapan da cesaretle yapar, iyilik yapan da. Şecaat ise, iyilerin cesaretine özgü bir kavram…

İyi ve kötüye tercihimizi ise fikirlerimiz belirler. Fazilete göre mi yaşamalı, hazza göre mi yaşamalı?

Faziletin de hakikatine göre yaşamak söz konusu olabileceği gibi, fazilete inanıp ona göre yaşamamak durumu da söz konusudur.

Nasıl bir anlayış, kültür, gelenek veya hasılı hayat tarzına bağlıysak öyle yaşarız.

Hayat, tercihlerden ibarettir ve tercihleri insanı oluşturur. Hayatımız, kader sırrı içinde, fakat bizim elimizde. Mesuliyetimiz de burada, insan olma memuriyetimiz de. İnsanda, ulvî yön de var, suflî yön de. İnsan, ruh ve nefs zıt kutuplarından meydana gelmiştir ve birinden birini gerçekleştirmek üzere yeryüzüne gönderilmiştir.

Nasıl yaşıyorsak, tercihlerimiz nasılsa biz oyuz. Cesaretimiz, kendimize ve çevremize dik duruşumuz, irademiz ve şahsiyetimiz…

Hiçbir fikre inanmadan yaşamak da bir fikirdir, “fikirsizlik fikri”dir. Fikirsizlik söz konusu değil; herkesin bir fikri var, hırsızın da bir fikri var, çalmak-çırpmak. Başıboşluğa inananın da fikri olur. Bu mânâda yavşaklık da bir hayat tarzıdır, yalakalık da.

Savaş mütefekkiri Clausewitz’in meşhur eserinden vereceğimiz iktibasta geçen, “savaş bir tehlike alanıdır” sözünü, “hayat bir tehlike alanıdır” diye okuyabileceğimizi belirttikten sonra, cesaretle ilgili pasajı veriyoruz:

“Savaş bir tehlike alanıdır, onun için cesaret savaşçı erdemlerin başında gelir.

İki türlü cesaret vardır: Birincisi kişisel cesarettir; ikincisi, kaynağını ister bir dış otoriteden, ister vicdan dediğimiz iç güçten alsın, sorumluluk karşısındaki manevî cesarettir. Burada bunlardan sadece birincisinden söz edeceğiz.

Kişisel cesaret de yine iki türlüdür. Birincisi, ister kişinin bünyesinden ve karakterinden, ister ölümden korkmamasından, ister alışkanlıktan ileri gelsin, tehlikeyi umursamazlıktır. Bu sürekli bir haldir.

İkinci tür cesaret ise, tutku, yurtseverlik, coşkunluk gibi olumlu etkenlerden ileri gelebilir. Bu takdirde, cesaret sürekli bir hâl olmaktan çok bir heyecan, bir duygudur.

Bu iki tür cesaretin farklı etkileri olduğu kolayca anlaşılır. Birincisi daha güven vericidir, çünkü ikinci bir tabiat haline gelmiş olduğu için insanı hiçbir zaman terk etmez. İkincisi ise insanı çoğu zaman daha ileri götürür. Metanet daha çok birinci tür cesarete özgü, atılganlık ve gözüpeklik ise ikincisine vergidir. Birincisi aklı serin tutar; ikincisi bazen zihnî faaliyeti kamçılarsa da, çoğu zaman insanın aklını başından alır. İkisi birleşince ortaya cesaretin en mükemmel şekli çıkar.”

Cesaretin fikirle birleşmesine şöyle işaret ediyor Clausewitz:

“Savaş maddî çaba ve anılarla dolu bir alandır. Bunlara dayanmak için, insanın ister yaradılıştan ister sonradan kazanılmış olsun, bu acılara aldırış etmemesini sağlayan belli bir fizik ve moral güce sahip olması gerekir. Bu niteliklere sahip ve sağduyusunu kendisine kılavuz edinmiş bir insan iyi bir savaş aracıdır. Vahşi ya da yarı uygar halklarda bu niteliklere sık sık rastlarız. Savaşın ona gönül verenlerden neler istediğini daha yakından inceleyecek olursak, zekâ ve diğer entelektüel yeteneklerin başta geldiğini görürüz. Savaş belirsizlikler alanıdır: harekâtın dayandığı unsurların dörtte üçü kalın bir sis tabakasının ardında saklıdır. Başka her alandan daha çok savaş alanında, gerçeği sezgi ile bulup çıkarmak için ince ve nüfuz edici bir zekâya ihtiyaç vardır.”   

Usame bin Laden’e soruyorlar: “Niye cihad?” Allahın Aslanı lakaplı mücahid cevap veriyor: “Cihad gibisi var mı?”… Ne hoş!


Baran Dergisi 101. Sayı