Hayatın bir anlamı yoksa yaşamak niye? Yaşama iradesini kaybeden kişi, hiçbir hastalığı olmamasına rağmen ölüyor. Böyle vakalar var. Toplama kamplarında ümidini yitirenlerin tifüsten değil de, hayatının anlamını yitirmesinden öldüğünü söylüyor Dr. Frankl.

Psikolojide logoterapi okulunu kuran Victor E. Frankl’in “İnsanın Anlam Arayışı” isimli kitabı, yazarının Nazi toplama kamplarında yaşadıklarından yola çıkarak tecrübelerini sistemleştirdiği ve çağımızın hâkim anlayışına eleştiriler getirdiği, tavsiye edilecek bir eser. Kitabın muhtevası gibi ismi de hoşumuza gittiği için yazımızın başlığı olarak seçtik. Selçuk Budak’ın İngilizce’den tercüme ettiği Okyanus Yayınları’ndan çıkan kitabın 22. baskısını tetkik ettim. Aynı zamanda bu kitap Öteki Yayınevi’nden de çıkmış...Artık çağımızda ilmî gelişmeler mekanik kâinat tasavvurunu reddederken, sosyal bilimlerin bazısı (psikoloji, sosyoloji, vs.) hayatın anlamına ve insanın gerçeğine (özüne) yönelmektedir. Mutluluk, sağlık, çevre vs. problemlerle beraber, insanın anlam arayışı.

Çağımızda boşluktaki insanlar, Batı hayat tarzı temelde Materyalist olduğu için, bedenî zevkleri ön planaalır ve insanın ruhuna hitap edemez; Nihilizm-hiççilik bataklığına düşer. “Yaşanmaya değer hayat hangisi?” davası… İnsanın yaratılış memuriyeti ve bunu tecelli ettirecek ve her insanın kendini ifade edeceği toplum projesi davası…

Toplama kamplarında uzun süre tutuklu kalan Victor E. Frankl, ümidini yitiren mahkûmların birden öldüğünü gözler. Daha sonra geliştirdiği logoterapi ile insanın anlam arayışı ve “varoluşsal engellenme”den söz eder. “Logos-anlam” kelimesinden türetilmiş logoterapi, ruhsal kökenli psikojenik nevrozlara karşıtlık olarak, insanın anlam arayışının olmamasından kaynaklanan zihin anlamına gelen “noos” kelimesinden türetilmiş “noöjenik nevrozlar” terimini tercih eder. Salih Mirzabeyoğlu’nun ise lügat karşılığı olarak şöyle bir tanım getirdiğini de buraya ekleyelim: “Logo: Alâmet-i farika, ayırdedici ve kendine mahsus alâmet, vasıf… Terapi: Tedavi.”… Ayrıca Mirzabeyoğlu, logoterapinin “insanı, temel ilgisi sadece içgüdülerinin doyumu ile giderilmesinden veya alt ben’in, egonun veya süperegonun çatışan istekleri arasında sadece uzlaşma sağlamaktan veya sadece topluma ve çevreye uyum sağlamaktan ve uyarlamaktan değil, bir mânâ bulma çabasından oluşan bir varlık olarak görmesi ölçüsünde psikanalizden” de ayrıldığının altını çizer. Aslında insanın anlam ihtiyacı bir hastalık değildir ve bu durum engellenirse doğan boşluktan, varoluşsal engellenmeden nevrozlara yol açabilir ve bunun tedavisi psikoterapi değil, logoterapidir. Çünkü psikoterapi hastayı daha çok öldürür.

Logoterapiye göre hayatın anlamını üç farklı yoldan keşfedebiliriz. Birincisi: Bir eser yaratarak ya da bir iş yaparak. İkincisi: Bir şey yaşayarak ya da bir insanla etkileşerek. Üçüncüsü: Kaçınılmaz acıya yönelik bir tavır geliştirerek.

Freud ve onun psikanaliz yöntemi, Victor E.Frankl tarafından, geliştirdiğilogoterapi yöntemi ile eleştirilir. Freud insanı haz ve benmerkezci görürken Dr. Frankl ise insanı anlam merkezli görür. Dr. Frankl toplama kamplarındaki anılarında işaret ettiği üzere, aynı şartlarda kimi insan aziz olabiliyor, kimisi de şeytan olabiliyor. İnsan içgüdülerin esiri değil, kendi idealleri ve değerleri için yaşayabilme, hatta ölebilme yetisine sahiptir. Bugün Avrupa’da Freud’den belirgin bir uzaklaşma ve aralarında logoterapi okulunun da bulunduğu varoluşçu analize yöneliş yaşanmaktadır. Logoterapinin psikanaliz ile farkını ifade eden şu pasajı eserden nakledelim:

“Logoterapi, hastaya kendi yaşamında anlam bulması için yardım etmeyi bir görev saymaktadır. Logoterapi, hastanın, kendi varoluşunun, gizli logos’unun (anlamının) farkına varmasını sağlaması ölçüsünde analitik bir süreçtir. Bu kadarıyla logoterapi psikanalize benzer. Ne var ki, bireyin bilinç altındakileri bilince çıkarma çabasında, logoterapi kendini bilinç altındaki içgüdüsel olgularla kısıtlamak yerine, anlam istemi kadar bireyin kendi varoluşunun potansiyel anlamı gibi varoluşsal gerçeklikleri de dikkate alır. Ne var ki terapi sürecinde nöolojik boyutu ele almaktan kaçınan bir analiz bile, hastanın, varlığının derinliklerinde gerçekte özlediği şeylerin farkına varmasına çalışır. Logoterapi, insanı, temel ilgisi sadece itkilerinin ve içgüdülerinin doyumu ve giderilmesinden ya da id’in, egonun veya süperegonun çatışan istekleri arasında sadece uzlaşma sağlamaktan ya da sadece topluma ve çevreye uyum sağlamaktan ve uyarlamaktan değil, bir anlam bulma çabasından oluşan bir varlık olarak görmesi ölçüsünde psikanalizden ayrılmaktadır.”

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, “İnsan –Erkek ve Kadın” isimli eserinde “Tenkid” başlığı altında, Sigmund Freud ile Victor E. Frankl’in fikirlerini şöyle karşılaştırır:

“Sigmund Freud: İnsan, hayatın mânâsını ve değerini sorguladığı an hastadır!

Victor E. Frankl: Ama ben hayatın mânâsını merak eden bir insanın, ruh hastalığını dışa vurmaktan çok, insanlığını ispatladığına inanıyorum. Hayatta mânâ arayışına yönelmek için nevrotik olmak gerekmez, ama gerçekten de insan olması gerekir.”

Freud’un yanlış teşhisini bir anda deviren Victor E. Frankl’in sözlerinin ardından Salih Mirzabeyoğlu aynı eserde şu hususlara dikkat çeker:

“İnsanın insanlığına mahsus en temel ruh hâlleri bugün anormallik olarak değerlendirilmekte ve bunlar şu veya bu şekilde kazasız belâsız atlatılabilmektedir… Bunun için yaftalar hazır; ruh hekimleri etraflarına bakınacak olsa ‘depresyon-bunalım, çöküntü’ denen etiket böyle anlar için hemen imdada yetişir, reçeteler yazılır, tedbirler dikte edilir. ‘Kendini bir şeylerle meşgul et, kendinle başbaşa kalmamaya özen göster!’… Ve zaten dünyanın geldiği bu noktada herkes ve her şey anlaşılmaz bir şekilde el birliği etmiş insanın kendisiyle başbaşa kalmaması, böylelikle işlerin rayından çıkmaması için azamî bir çaba ve gayret sarfetmektedir. Fakat sürü hâlinde yaşadıkça sürgünlük tecrübe edilmez. Sürgünlük tadılmadıkça, gurbet neresi, sıla neresi bilinmez.”

İnsanın dünyada yapacak bir şeyi, bir hedefi, bir gayesi olmalı ve en önemlisi bir ideali olmalı. Napolyon, “varacağım hedefe doğru dünyanın bütün güçleri bile beni öldüremez. Vardıktan sonra ise küçük bir şey bile öldürebilir” derken bu güce işaret ediyor.  Niçe’nin dediği üzere: “Yaşamak için bir nedeni olan kişi, hemen her nasıl’a katlanabilir.”

Hayatın bir anlamı yoksa yaşamak niye? Yaşama iradesini kaybeden kişi, hiçbir hastalığı olmamasına rağmen ölüyor. Böyle vakalar var. Toplama kamplarında ümidini yitirenlerin tifüsten değil de, hayatının anlamını yitirmesinden öldüğünü söylüyor Dr. Frankl. Tam tersi de söz konusu. Bir kadına kanser olduğu ve çok yakında öleceği söyleniyor. Fakat küçük çocuğuna bakma iradesi o kadar güçlü ki, kanseri yeniyor… Her şeyden önce insanda canlılık iradesi ruhîdir.

Victor E. Frankl açlıktan kupkuru kalan ve her an ölümü bekleyen mahkûmlardan biri olarak hayata tutunmayı başarır. Ceset ile insan (ruh) arasındaki ayrımı yakından müşahede ederken şu suali sorar:

“Birbirimize, ‘bu fazla yaşamaz…’ ya da ‘sıra bunda…’ diye fısıldıyor ve akşamları günlük bit ayıklayışımız sırasında, kendi çıplak bedenlerimizi görerek, şöyle düşünüyorduk: İşte bu vücut, benim vücudum, bir cesetten başka bir şey değil. Bana ne oldu?”

Bir Yahudi olarak soykırım gibi siyasî amaç gütmeyen ve acındırma tablolarına başvurmayan Victor E. Frankl, insanlık dışı toplama kamplarında uzun süre kalan bir tutuklu ve psikiyatrist olarak, babası, annesi, erkek kardeşi ve karısı bu toplama kamplarında ölmüş ya da gaz fırınlarına gönderilmiş ve bu nedenle kız kardeşi hariç, ailesinin tamamı yok olmuştur. Her şeyini kaybeden, bütün değerleri yok edilen, açlığın, soğuğun ve acımasızlığın altında ezilen, her an, her saat imha edilmeyi bekleyen bir tutuklu olarak Dr. Frankl, nasıl olur da yaşamı sürdürmeye değer bulabilirdi? Dr. Frakl’inlogoterapiyi keşfetmesine yol açan toplama kamplarındaki kendi deneyimleri olmuştur.

Çile ve acı idrakının insanı yücelttiğini fark eden Dr. Frankl şunları söyler:

“Eğer yaşamda gerçekten bir anlam varsa, acı da bir anlam olmalıdır. Acı da yaşamın kader ve ölüm kadar silinmez bir parçasıdır. Acı ve ölüm olmaksızın, insan yaşamı tamamlanmış olmaz.

Bir insanın kendi kaderini ve içerdiği olanca acıyı kabul ediş yolu, kendi davasını seçiş yolu, ona, en ağır koşullar altında bile yaşamına daha derin bir anlam katma fırsatı verir. Yaşam, yiğitçe, onurlu ve özgecil olabilir. Ya da bu şiddetli kendini koruma kavgasında kişi, kendi insan onurunu unutup bir hayvan düzeyine inebilir.”

1944’ün son haftasıyla 1945’in ilk günleri arasındaki Noel döneminde toplama kampında ölüm oranı çok artış göstermiş. Bunun nedeni, tutukluların yılbaşına kadar evlerinde olacağına dair safça ümitler beslemesiydi. Yeni yıl yaklaştıkça gelen haberler cesaret verici olmadığı için, tutuklular cesaretlerini yitirmiş ve hayal kırıklığına yenik düşmüşlerdi. Bu da direnme güçleri üzerinde tehlikeli bir etki yaratmış ve birçoğu ölmüştü. Halbuki birkaç ay sonra savaş sona erecekti. Yaşamak için bir nedenini her daim muhafaza ederler ise, soğuğa, tifüse ve açlığa rağmen hayatlarını idame ettirmişti.

Acı çekmekten kaçmak ve bunun için sürü olmaya razı olmak insan olmaktan kaçmayla eşanlamlıdır. Fuzuli’nin ve birçok İslâm büyüğünün acıyı istemekten muradı budur. Rilke’nin sözünü de kitaptan aktaralım: “Bitirilecek ne kadar çok acı var!” ve Niçe’den: “Beni öldürmeyen şey beni daha güçlü kılar.”

Her insanın eşsiz ve tek olduğunu ve her insanın varoluşunun ayrı olduğunu söyleyen Dr.Frankl’in sözleri, tecrübe etmiş biri olarak kıymetlidir:

“Bir insan, acı çekmenin kaderi olduğunu gördüğü zaman, acısını kendi görevi olarak kabul etmek zorunda kalacaktır; bu onun tek ve eşsiz görevidir (işidir). Acı çekerken bile evrende eşsiz ve yalnız olduğu gerçeğini kabullenmek zorunda kalacaktır. Hiç kimse onu acıdan kurtaramaz ya da onun yerine acı çekemez. Eşsiz fırsatı, taşıdığı yüke katlanma yolunda yaratmaktadır.”

Haz temelli Amerikan kültürünün mutluluk getirmediğini söyleyen Dr. Frankl nihilizmi de eleştirir:

“İnsanın, biyolojik, ruhsal ya da toplumsal koşulların sonucundan ya da kalıtımla çevrenin ürününden başka bir şey olmadığını ileri süren ‘nihilizm’ öğretisinde, yapısal bir tehlike söz konusudur. İnsana ilişkin bu görüş, nevrotik bir bireyin, zaten inanmaya yatkın olduğu şeye, yani dış etkilerin ya da iç koşulların kurbanı olduğuna inanmasını sağlar. İnsanın özgür olduğunu reddeden bir psikoterapi, bunevrotik ölümcüllüğü besler ve güçlendirir.”

Kamp gardiyanları arasında da soylu birisine rastlanabildiğini söyleyen Dr. Frankl, “dünyada sadece iki insan ırkı olduğunu; soylu insan ırkı ile soysuz insan ırkı… Her ikisi de her yerde bulunur, toplumun her kesimine sızar” diye belirtir.

Fransa’da bir kamuoyu araştırmasına göre insanların %89’u, insanın, uğruna yaşayacağı “bir şey”e ihtiyaç duyduğunu kabul etmiştir. Buna ek olarak, araştırmaya katılanların %61’i yaşamlarında, uğruna ölmeye bile hazır oldukları bir şey ya da bir insan bulunduğu yolunda sözler söylemiştir. Yine kitapta geçtiği üzere, Amerika’da 48 üniversitede yapılan iki yıllık bir araştırmaya göre, kendileri için neyin “çok önemli” olduğu sorulduğunda, öğrencilerin %16’sı “çok para kazanmak”, buna karşılık %78’i “yaşamımda bir amaç ve anlam bulmak” şıkkını işaretlemiştir.

Kitaptaki “varoluşsal boşluk” mevzuunu okurken bizdeki gençliğin ve bilhassa muhafazakâr-Müslüman gençliğin idealsiz-davasız halini dillendirmek istedim. Öyle ki dindar anne babanın evlatları olan bu gençlikte iman ve İslâm davası kendi ruhunu neşeyle sarmalayan ve sonra dışa doğru tamimleştireceği-bayraklaştıracağı hayatın anlamı değil de, dışında olan bir marka olarak görülmektedir. Yani sorulduğunda söylenen bir şey, bir isim, bir etiket gibi. Bunun sebebi de, hayatın bütün şubelerini ifade edici bir ideoloji kuşanılmadığı zaman düşülen içler acısı durumdur. Hem de BD-İBDA İslâm’a muhatap anlayışı, fert ve toplumun inşaında gerekli fikirler manzumesi olarak ortada iken. Fikir ve anlam ihtiyacını bize hatırlatan Dr. Frakl’in, aslında hayatın bize bunu ihtar ettiğini söyleyen satırları, en çok çağından mesul olması gereken Müslümana hitap etmeli. Bu sorumluluk duygusuyla birlikte aktaralım:

“Yaşamdaki her durum insana meydan okuduğu ve çözülecek bir sorun getirdiği için, yaşamın anlamı sorunu gerçekte tersine çevrilebilir. Nihaî anlamda kişinin, yaşamın anlamının ne olduğunu sormaması, bunun yerine bu sorunun muhatabının kendisi olduğunu kavraması gerekir. Tek kelime ile her insan yaşam tarafından sorgulanır ve herkes, sadece kendi yaşamı için cevap verirken yaşama cevap verir; sadece sorumlu olarak bunu yapabilir.”

Bir fikre, bir davaya, bir lidere bağlanmaya lüks gören ve kendi aklı ve nefsi peşinde yorumları tercih eden çağımızın bireysel gencine de hitap edici ve iç oluşun dışta tecelli bulacağının ifadelerini kitaptan verelim:

“İnsanın sorumlu olduğunu ve yaşamının potansiyel anlamını gerçekleştirmesi gerektiğini söyleyerek, yaşamın gerçek anlamının kapalı bir sistemmiş gibi kişinin kendi içinde ya da kendi ruhunda değil, dünyada keşfedilmesi gerektiğini vurgulamak istiyorum. Bu temel özelliğe ‘insan varoluşunun kendini aşkınlığı’ diyorum. Bu, insan olma gerçeğinin her zaman için, bu ister bir anlam, ister karşılaşacak bir insan olsun, kişinin kendi dışındaki bir şeye ya da birisine yöneldiği anlamına gelmektedir. Kişi, hizmet edeceği bir davaya ya da seveceği bir insana kendini adayarak ne kadar çok kendini unutursa, o kadar çok insan olur ve kendisini de o kadar çok gerçekleştirir.”

Dr. Frankl, “aslında bakılacak olursa, sorumluluk terimiyle yaşandığı sürece, özgürlük yozlaşma tehlikesiyle karşı karşıyadır. İşte bu nedenle Doğu Yakası’ndaki Özgürlük Anıtı’na, Batı Yakası’ndaki Sorumluluk Anıtı’nın eklenmesini öneriyorum” diyerek, yanlış özgürlük anlayışını taşlar.

Psikiyatrinin yeniden insanî kılınması için çaba harcadığını belirten Dr. Frankl, insan zihninin sadece bir mekanizma olarak görülmesine ve ruh hastalığının tedavisinin de sadece bir tekniğin terimleriyle yorumlanmasına karşı çıkar. Kendi hastalarından örnekler vererek, onları diyalektiklerinin çelmesini aşırıcı bir diyalektikle hayata ve kaderin sırlarına tevdi eder ve rahatlatır.Karısı ölünce ağır depresyona giren hastayı, “sen ondan önce ölse idin karın daha kötü durumda olurdu. Şimdi sen bu bedeli ödemeye razı ol” diyerek teskin eder. İnsanda “kişisel bir trajediyi bir zafere dönüştürme potansiyeli” olduğuna işaret eder. 30 yaşında felçli çocuğuyla yapayalnız kalan kadına, “80 yaşına kadar evlenmeyip erkeklerle cilveleşsen ve kendi çocuğun olmasaydı o şekildeki bir hayatımı, yoksa bu şekildeki bir hayatı mı tercih ederdin?” diye sorarak ikna eder. “Çelişik niyet” adı verilen logoterapi tekniği ise korkunun, korkulan şeyi yarattığı ve aşırı niyetin, arzulanan şeyi imkânsızlaştırdığı gerçeğine dayanır. Mesela, uykusuzluk korkusu yaşayanı uyumaya zorlamamak, tam tersine olabildiğince çok uyanık kalmaya çalışmasını öğütlemek gibi. “İşsizlik nevrozu”na düşen işsizlerin, boş zamanlarını ücretsiz ama anlamlı bir uğraşla doldurarak, ekonomik durumları değişmemesine rağmen yaşadıkları depresyon ortadan kalkıyordu. Bundan çıkan gerçek, insanın sadece refahla yaşamadığıdır.

“Anlamsızlık duygusu bir nevrozun belirtisi ve semptonu olmaktan çok, insan olmanın bir kanıtıdır” diyen Dr. Frankl, genç kuşakta girilen depresyon, saldırganlık, uyuşturucu vb. alışkanlıkların logoterapide ‘varoluşsal boşluk’ denilen boşluk ve anlamsızlık duygusundan kaynaklandığını ifade eder. Benzer bir şekilde BD-İBDA bağlıları olarak bizler, dünya görüşümüzün sembol ve kavramlarını olur olmaz yerde kullanarak, kavramların içini boşaltıyor ve sembolleri aşındırıyoruz. Anlaşılmadan sık sık tekrar edildiği için, bu da, bir müddet sonra inandırıcılığını yitiriyor.

İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun “Büyük Muztaribler” ve “İnsan –Erkek ve Kadın-“ isimli eserlerinde dikkat çektiği logoterapi tekniği, çağımızın hâkim anlayışına (Amerika-Batı kültürüne) mevzuunda ciddi eleştiriler getirir. Fikir Çağı- İBDA Çağı’na ihtiyacın dışımızdan işaretlenmesi de diyebiliriz. Logoterapi tekniği herhangi bir anlam telkin etmiyor. Kişinin kendi hayatının anlamını bulmasını veya aramasını istiyor. “İnsanın Anlam Arayışı” okunması tavsiye edilecek bir eser.

Baran Dergisi 453. Sayı