Geçtiğimiz hafta, İran’ın Ahvaz kentinde İran-Irak Savaşı’nın bitişinin 30’uncu sene-i devriyesi dolayısıyla düzenlenen askerî törene bir saldırı gerçekleştirildi. Saldırıyı IŞİD üstlenirken, İran devleti bu saldırının arkasında Suudî Arabistan’ın olduğunu işaret etti. Elbette intikam alınacağını eklemeyi ihmal etmedi. 

İçinde bulunduğumuz zaman diliminde, gerçekleşen ve gerçekleşmesi muhtemel her saldırının şüpheli listesinin ilk sırasında IŞİD’in adı var. Bu bakımdan İran Devleti’nin de askerî töreni hedef alan saldırıyı IŞİD’in üstlenmesi neticesinde Suudî Arabistan’ı suçlaması tabiî; fakat bu saldırının arkasında acaba gerçekten kim var? 

İran’a Kim Saldırdı?
İran’daki rejim, tabelasında yazdığının aksine İslâmî olmadığı gibi aynı zamanda millî de değil. Tıpkı Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarındaki gibi devlet eliyle imâl edilmiş belli bir elit zümrenin çıkarına göre bütün bir İran milletini zapturapt altında tutmaktan başka bir gayesi olmayan bu rejim, kendi milleti nezdinde meşruiyetini çoktan kaybetmiş vaziyette. Bu sebeble de içeride son derece sıkı bir istihbarat ağı tarafından kendi milletine karşı neredeyse adam adama markaj uygulamak suretiyle ayakta kalmaya çalışıyor. 

Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun “Adalet Mutlak’a” başlıklı konferansında; meâlen, “Silahlar sustuğu zaman insanların konuşacak bir şeyleri kalmıyor.” diye dikkat çektiği bir husus vardı. Kumandanımızın bu sözü, silahlar sustuktan, olayların hengâmesi yatıştıktan, düzen sağlandıktan sonra insanları manen ve zihnen tatmin edecek bir fikrin zaruretine işaret edici olduğu halde, aynı vaziyete tersinden yaklaşan ve “madem ki konuşacak bir şeyim kalmıyor, o halde silahlar susmasın” diyen bir zihniyet de var tabiî.

Senelerdir yalnızca iktidar ve çevresinde odaklanmış belli bir zümrenin menfaati istikametinde işleyen, toplumun adalet duygusunu rencide eden ve milletinin kahir ekseriyeti nazarında meşruiyetini kaybetmiş bulunan İran rejiminin, varlığını muhafaza edebilmek için ordu ve istihbaratını içe doğru teşkilâtlandırdığı mâlum. Bu anlayış bize de pek yabancı olmasa gerek; Türkiye Cumhuriyeti de meşruiyetini kendi milletinden alarak kurulmadığından, yahut meşruiyet çizgisinden kurulur kurulmaz uzaklaştığından, senelerce aynı mantıkla yalnız belli bir zümrenin menfaati istikametinde işletilmiş bir rejimdi. Ordu, yargı ve polis de caydırıcı, adaleti tesis edici ve emniyeti sağlayıcı olmaktan ziyade bu rejimin gardiyanlığını yapmaktaydı. Düşman olarak da Ermenistan, Yunanistan ve sonraları PKK gibi bir örgüt gösterilerek, abuk sabuk bir millî asabiyeye oynanmakta ve cemiyet nezdinde rejime meşruiyet tesis edilmeye çalışılmaktaydı. İran, eski Türkiye için saymış olduğumuz tüm bu niteliklerden fazla olarak sapkın Şiîlik arkasından dolanmak suretiyle bir de bölgeye yayılmak derdinde. Hiçbir zaman gerçekten çatışma içine girmediği ve girmeyeceği Amerika ve İsrail’e yönelik karikatür bir düşmanlık, diğer taraftan Arablarla Türklere karşı beslenen derin husumet millî irade nezdindeki meşruiyetin biricik kaynağı. Bir araya gelmiş bir sürü antitezden müteşekkil bu devlet teşekkülünü, bir de köklü devlet geleneğini haiz falan diye tanımlamıyorlar mı, hayret etmemek mümkün değil.

Hâl böyle iken, içinde bulunduğumuz konjonktürün diğer dinamikleriyle beraber Ahvaz’daki saldırıyı değerlendirdiğimizde bizde şu kanaat hâsıl oluyor; saldırının İran’da düzenlenen bir askerî töreni hedef alması, muhtemel şüphelinin Suudî Arabistan, BAE ve IŞİD’den ziyade İran rejiminin ta kendisi olduğuna işaret ediyor. Saldırganlara aktif olmasa bile pasif bir destek verdiği, yani haberdar olduğu halde müdahale etmediği kanaatindeyiz. Çünkü tüm bu saydıklarımızdan öte, bir savaş düşmanın iradesini kırmak için verilir ve dünyada hiçbir örgüt yahut devlet kontrolündeki örgüt, diğer bir ülkenin millî birlik günü yahut herhangi bir anmasının sene-i devriyesinde düzenlenen töreni böylesine çapsız bir saldırı ile hedef alıp, o rejimin meşruiyetine hizmet etmez, iradesinin pekişmesini desteklemez.

İran’ı hedef alan saldırı bize gösteriyor ki, İran rejimin artık miadı dolmuş ve Arab Baharı sürecinde bir bir düşen diğer sahtelikler gibi o da yok olmaya yüz tutmuştur. Suudî Arabistan ile Mısır’ın Yahudi işbirlikçisi pozisyonuna düşmüş olması da İran’ın bu vaziyetinden aşağı değildir. İslâm âlemi ve Türkiye açısından bu tip gelişmeler yol açıcı olması münasebetiyle müsbet olarak değerlendirilse de, aslında burada dikkat edilmesi gereken omuzlarımıza yüklenen mesuliyetin her geçen gün katlanarak arttığıdır. 

Türkiye Daha Fazla Kaçamaz
Türkiye, çatışmalardan, krizlerden, baskıdan vesaire değil belki ama bunlardan ehemmiyetlisi karşısındaki tarih aynasında tecelli eden kendi suretiyle yüzleşmekten kaçıyor. 

Şartlar isimli süvari, önünde açtığı yoldan ilerlemesi için ateşten kırbacını kâh darbe, kâh ekonomik kriz adı altında Anadolu’nun sırtına ard arda indirirken, iktidar mevkiinde olanların tereddüdü ve Anadolu’nun gerçek hüviyeti ve hakikatleriyle ile yüzleşmemek için diretmesi dolayısıyla sıkışıklık ve dolayısıyla baskı her geçen gün artmaktadır. Baskı ne kadar artarsa, onun neticesindeki infialin çapının da o denli büyük olacağı muhakkak. 

Açılan yol dedik. Yahudi ve onun güttüğü Amerika ve Avrupa’nın başlatmış olduğu Arab Baharı çoktan gayesinden şaşmış ve bir nev’i Türkiye’nin tarih sahnesindeki önünü-sahte alternatiflerini temizler bir mahiyete bürünmüş bulunmaktadır. Irak, Libya ve Mısır bu süreçte düşerken, Suudî Arabistan ve İran’ın ise gerçek yüzü bütün çıplaklığıyla bu dönemde aşikâr olmuştur. Bunun neticesinde de Müslümanları yüzlerini çevirebileceği Türkiye’den başka bir menzil kalmamış bulunmaktadır.

Türkiye’ye düşen ise önünde açılan bu yoldan yürümek ve bu yoldan yürümek için gerekli olan maddî manevî teçhizatı kuşanmaktan ibarettir. 


Baran Dergisi 611. Sayı