Geçtiğimiz haftalarda vakıfların İslâm iktisat, miras ve arazi hukuklarıyla münasebetlerini ele almış ve bu mevzularda vakıf kurumunun icra ettiği fonksiyonları açıklamaya çalışmıştık. Bu güne kadar yaptığımız incelemelerde gördük ki, vakıflar, İslâm tarihinde, bilhassa Selçuklu, Memlûklu ve Osmanlı devletlerinde cemiyetin her cihetiyle etrafında şekillendiği sosyal yapılar olmuşlar, bu devletlerin nizamlarındaki bozulma da ilk elde bu müesseselerde hissedilmiş. “Selçuklu vakıf medeniyeti”, “Osmanlı vakıf medeniyeti” vs. tabirlerinin aslında hadisenin öyle çok derinliğine inilmeden kullanıldıklarını, bazı örneklerle vakıfların Müslümanların hayatlarındaki ehemmiyeti ifade etme gayretinde olan iyi niyetli tetkiklerin başlığı sadedinde kaldıklarını üzülerek müşahade etmiş bulunuyoruz. Bunda hadiseye yanaşan şuurun bütüncül bir bakışa sahib olmamasının tesiri herhalde yüksektir. Bugüne kadar yaptığımız araştırmalarda vakıfları kötüleyen bir çalışmaya tesadüf etmedik. Hâlbuki bunların var olduğunu biliyoruz; ama iddiaları son derece mesnedsiz olduğundan herhalde tekrar basımına kimsenin yüzü tutmamış. Bilhassa Batı’da son bir asırdır İslâm vakıflarını şeklen taklit çabasındaki vakıf benzeri kurumların varlığı da aleyhte bir eser verilmesini engelleyici tesir göstermiş olsa gerek. Batı karşısında aydın ve akademisyenlerimiz eziklikle malul olduklarından, “Batı’da olduğuna göre iyidir” anlayışı bu yaklaşımda etkilidir muhtemelen… Bu bahsi fazla uzatmadan devletin muhtelif faaliyetleri ikame ve idame için gerçekleştirdiği “irsâdî vakıflar”ın kamu finansmanı ve bütçe cihetlerine kısaca bir bakalım.

Gayri sahih vakıf kategorisi altında önceki bölümlerde incelediğimiz irsâdî vakıflar, devlet reisinin ya da onun müsaadesiyle başkalarının devlete ait bir arazinin gelirini bir cihete hasretmeleri prensibine dayanmaktadır. Bu tahsisin konusu, normal şartlarda zaten devletin kamu hizmeti olarak yapması gereken işler olmak durumundaydı. Bu muamele, ya o arazinin vergi hariç gelirlerinin ya gelirleriyle bir kısım vergilerinin ya da tüm gelir ve vergilerinin tahsisi şeklinde üç türlü olabilmekteydi. Bu türleri belirleyen amiller, tahsislerden anladığımız kadarıyla, ya arazinin hasredildiği saha ile araziden elde edilen gelir arasında bir nisbet kurma ihtiyacı ya da o sahanın ne kadar kamu hizmeti olarak görüldüğüydü. Yani tahsis edilen arazinin o hizmeti yerine getirmek için sadece gelirleri yetmiyorsa, bir kısım vergileri de tahsise dâhil edilmekteydi. Ya da o iş, mesela cami yapımı ve bakımı gibi, tamamen Allah rızasını gözeten bir faaliyet ise, yine arazinin gelirleri ve tüm vergileri de o cihete sarf edilmekteydi. Hülasa tahsisin biçimini belirleyen, cihetin mahiyetiydi.

Bu tarz tahsisleri bugün de müşahade etmekteyiz. Kamu yararına kuruluşlar ve okullar için arazi tahsisinden tutun da belli maksatlara müteallik “fon”lar oluşturulmasına kadar muhtelif işlemler, aslında, işin içine Allah rızasını katmaksızın yapılan şeklen benzeri faaliyetlerdir. Devlet bu sayede bütçeden bir para harcamadan bir kamu hizmetini veya kendisinin bir ihtiyacını giderebilmektedir. Böylesi bir çözüme devletleri iten, tahsis yapılan sahalara verilen önemdir. Tabii bütçe haricinde kaldığından bu masrafların halkın bilgisi dışında tutulduğunu, bunun siyasî bir yönünün de olduğunu göz ardı edemeyiz. Bugün bu tip fonların kaynağı, bir arazinin gelirinden ziyade, halkın yaptığı alış verişlerdeki çeşitli ufak tefek kesintilerden, bankalardan elde edilen faizlerden, düzensiz yardımlardan oluşmaktadır. Bu sayede fonların beslediği hizmetlerin sürekliliği sağlanabilmektedir. Fonların kifayet etmediği hallerde genel bütçeye el atılmaktadır. İslâm devletlerinin irsâdî vakıflar marifetiyle gerçekleştirmeyi hedefledikleri, benzeri hususlardır ve çalışma prensibleri de bugünkü fonları andırmaktadır.

İslâm devletlerinde, bugün bildiğimiz biçimiyle bir bütçe tasarımı bulunmuyorduysa da, bütçeden hedeflenen gelir gider dengesinin gözetildiği bir vakıadır. Bu devletlerin en önemli özelliği, yerinden yönetime verdikleri ehemmiyettir. İç hazine tabir edilen ve merkezdeki ihtiyat akçesi diyebileceğimiz paralara dokunmadan maliyeyi idare edenler, devlet yönetiminde en hünerli insanlar kabul edilirlerdi. Bir nevi “sanal” trafik polisi gibi ihtiyaçlarla ödemeleri, parayı merkeze getirmeden denkleştirirlerdi. Ülkedeki kamu hissesine düşen bütün parayı bir merkezde toplayıp tevzîi etmek yerine, harcanacakları yerleri tesbit edip bir bölgeden toplanan paraları, oranın merkez tarafından belirlenmiş ya da onay verilmiş bir alanına sarf edilmesi, İslâm devletinin bütçe anlayışını yansıtmaktaydı. Bu harcamalarda bir laubalilik yoktu: Nereye ne masraf edileceği yine merkezin bilgisi dâhilinde olmaktaydı. Hatta denebilir ki, Osmanlı’da kapıkulu askerleri hariç devletin tüm askeriye (devlet görevlileri) ve ilmiye (din görevlileri ve müderrisler) sınıflarının ödemeleri, bu şekilde yapılmaktaydı. Osmanlı topraklarının neredeyse beşte biri bu şekilde vakıf haline getirilmişti. 

Paranın “matbaada basılmadığı”, elektronik olarak iletilemediği, nakledilmek zorunda kalındığı için böylesi çözümler üretildiğini ileri sürenler vardır ve bunda az da olsa haklılık payı yok değildir. Ancak Müslüman devlet idarecilerinin kendilerini bugünkü anlayışın aksine “mutlak kudret sahibi” zannetmemelerinin, emanetçi olarak görmelerinin tesirinin kanaatimizce bu yaklaşımda hissesi daha büyüktür. İrsâdî vakıflar aracılığıyla yapılmak istenen işte bunun bir yansımasıdır ve dayanağını nassta bulur. Bu mevzuları işlediğimiz kısımlarda açıkladığımız gibi, irsâdî vakıflar Resûlullah Efendimiz (SAV)’in bazı kişilere bazı devlet arazilerini “iktâ” etmesi sünneti esas alınarak yapılmış işlemlerdi. Vakıf biçimindeki ilk tezahürü de Ali Himmet Berki’ye göre Emevî halifesi Velid bin Abdülmelik’in vakfıdır. Şam’daki Emevî Camii’ni yaptıran Velid bin Abdülmelik, bu caminin ihtiyaçlarını karşılamak maksadıyla bazı köy ve ziraî alanları vakfetmişti. Berki, bu tahsisat kabilinden vakıf meselesinde en ileri gidenlerin Osmanlı sultanları olduğunu ifade etmektedir. 

Burada elbette eklenmesi gereken bir husus daha var: Bu tür vakıflarda, rakabe, yani arazinin kuru mülkiyeti devlete ait olmayı sürdürmektedir. Bir devlet arazisinin temliki, belli şartlar haricinde şer’an mümkün değildir. Sadece Peygamberimiz (SAV), iktâlarında temlik vermiş, Hulefâ-i Raşidin’den sonra bu usûl takib edilmemiştir. Hatta Efendimiz (SAV)’in ashabı kiramdan bir zata verdiği arazinin o kişi tarafından işlenmediğini Hz. Ömer (RA) gördüğünde, iktâ edilen arazinin tamamında ziraat yapmasını istemiş, kabul etmeyince, arazinin yarısını alarak işleyecek olanlara vermiştir. Karşı çıkanlara da Resûlullah (SAV)’in burayı ümmete menfaat kazandırmak maksadıyla iktâ ettiğini, kimsenin iktâ arazisini keyfine göre kullanamayacağını söylemiştir. Sonraki halifeler de Hz. Ömer (RA)’ın bu içtihadına istinaden iktâ ettikleri arazilerde mülkiyeti devretmemişlerdir. Fıkhen de bir devlet mülkünün satışı için üç şart getirilmiştir: Hazinenin paraya ihtiyacının olması, satılacak yerin giderlerinin gelirini karşılamaması ve değerinin çok üzerinde para teklif eden bir talibinin bulunması. Bu şartlar yerine gelmediğinde herhangi bir hazine arazisinin temliki şer’an caiz değildir ve ayrıca devlet için ya da orada yaşayan halk açısından mühim arazilerin, bu şartlar oluşsa dahi satışı yapılamaz. Ancak arazinin ziraate veya halkın başka türlü faydalanabileceği bir işe konu teşkil edemeyecek mahiyette bulunması durumunda (mesela bir dağın üst kısımları) devlet reisi, temliken tahsis yapabilir. Burada maksad yine ümmetin menfaatidir, çünkü bu tahsislerde işleme şartı getirilir. Aynı şekilde madenler de şer’an devlet malı sayılır ve iktâ edilse bile, madenin tüm mülkiyeti verilmez. İstendiğinde derhal geri alınır. Yani, İslâm’da, geçen sayımızda da değindiğimiz gibi, mülkiyetin mutlaklığı diye bir kavram yoktur. Temlik olsa dahi, işlenip ülke iktisadına kazandırma şartı konur. 

Bugün ziraat eski ehemmiyetini izafi olarak kaybetmiş durumdadır. Yine son derece mühimdir, ancak dünya iktisadında tuttuğu yer bakımından sanayi ziraatın kat be kat üstüne çıkmıştır. Sanayi Devrimi öncesinde, içtimaî sınıflar ve tarifler ziraat ve toprak üzerinden yapılırken, bugün artık imalat ve “para” temelli yapılmaktadır. Bu da toprağı görünüşte ikinci plana itmiştir. Dünya iktisadında toprak, para dağıtımının temerküz ettiği sahalarda nüfus yoğunlaşmasının getirdiği bir netice olarak, rantiye aracı halini almıştır. Toprağın ehemmiyeti ziraî verimliliğe göre değil, ticarî ve sınaî sahalara yakınlığına göre belirlenmektedir. Toprağın “önem tarifi” mahiyet değiştirmiştir. Bu durumun kaçınılmaz sonucu da, devlet görevlilerinin rantiyeciliğin unsuru haline gelmeleridir. İslâm’da aslî mülk sahibinin devlet olması, özel mülkiyet altında bulunan arazilerdeki mesnedsiz ve spekülatif bir değer sıçrayışına engel olmuş, bu gibi durumlar muhtelif tedbirlerle (şerefiye payı ve bazı ekstra vergilerin konması ve gerektiğinde devletin araziyi olması gereken değerden istimlak etmesi, vs.) önlenmiştir.

Aslında, ziraat ve bina vakıflarının bakım ve işletim masraflarının gitgide daha pahalı hale gelmesi ve ibrenin ticarî ve sınaî hareketlilik yönüne dönmesi sonucunda, Batı’daki gelişmelerden bağımsız olarak ve tamamen tevafuken Osmanlı’da da vakıf müessesi para vakıflarına doğru evrilmiştir. Ancak irsâdî vakıflar, yine araziler üzerine kurulmuş, irsâdî para vakıflarına, bugünkü fonların aksine, pek rastlanmamıştır. Sultanların para vakıfları vardır, ancak bunlar Hazine-i Hassa denilen ve padişahların tasarrufunda bulunan paralardan yapılmışlardır. Hazinenin parası bu işlerde kullanılmamıştır. Bunun sebebi muhtemelen paranın günümüzdeki gibi üretimi kolay bir mübadele aracı olmamasıydı. Altun ve gümüş kısıtlı miktarda bulunduğundan, kanaatimizce devletin elindeki paranın böylesi faaliyetlere tahsisini israf görmüşlerdir. 

Baran Dergisi 509. Sayı