Kendimize edepsizlik yapılınca, bundan son derece rahatsız oluyor, “haddini bil, edepsizlik yapma!” diye çıkışıyoruz. Nefsimize dokunduğu için hemen tepki veriyor, bunu kabul edemiyor ve gerekirse kavgaya da giriyoruz. Çünkü haddi aşmak kabul edilir bir şey değil.

Sadece nefsimize karşı değil, fikirde, siyasette, iktisatta, idarede velhasıl her mevzuda hadlere riayetsizlik kabul edilemez. Çünkü toplumda hadlerin bozulması zincirleme birçok felaketi beraberinde getirir. Demek ki edeb, dervişlerin kullandığı veya yaşlıların gençlere öğütlediği bir kelimeden ibaret değil, insan ve toplumu ilgilendiren her iş ve harekette uyulması gereken ölçülerdir. Sadece şahsî ilişkilerde terbiyeli olmak değil, bütün ilişkilerde hadlere riayet icap eder ve bu o kadar mühimdir ki, “din edep demektir!” diye buyurur Hazret-i Ali…

Herhangi bir şey yapmak için onun hakkında fikir sahibi olmamız gerek. Doğru bir iş yapmak için ise fikrimizin bir sınırı-ölçüsü, çerçevesi olmalı. Çünkü unsurların rastgele karıştırılmasıyla ekmek bile yapılamaz. Ve bütüne dair bir şey yapmak isteyenlerin sistem zarureti ortada... İnsan vücudunu düşünelim. Su, et, kemik, sinir, kas vs. Hepsinin bir sistem uyumu içerisinde çalışmasıyla iş görüyor. Kâinat ise ateş, toprak, hava ve su unsurlarının terkibiyle yaratılmış bir sistem ifadesi içinde. Toplum ve devlet de bir organizma gibidir. Hadlere riayet yani denge olmadan sağlıklı işlemesi mümkün değil.

Toplum meselelerini sistem ile çözmemiz icap ettiğine göre İslâm’a muhatap anlayışın sistemi gerekiyor. İslâm’a muhatap anlayış olmayınca yanlışlıkların birinden diğerine yuvarlanır dururuz. İslâm’a Muhatap Anlayışı’na karşı olanların Batı taklidi kopya fikirler yanında Selefî-mezhepsiz, İrancı ve en son Ilımlı İslâmcı savrulmalarında görüldüğü gibi…
Allah’ın insanı yaratmasında bir gaye vardır. Allah ve Resûl’e ve onların izinde önder olanlara itaat emredilmiştir. İslâmiyet’in emir subayı Büyük Doğu Fikriyatı’nın neşredildiği Büyük Doğu dergilerinde ilk göze çarpan ise hadlere riayet hassasiyetidir. Eğer dinî anlayışımızda hadlere riayet olmazsa ortada din kalmaz. Edeb, sünnete riayettir, kâmil edeb sünnette cem olmuştur. Allah Resûlü bunun timsalidir.

Allah ve insan ilişkisi… Peygamberler, sahabîler, velîler ve âlimler. Dereceler yerli yerinde. “Velîlerin en büyüğü, sahabîlerin en küçüğünün ayağının tozu olamaz” ölçüsü. Peygamberliğin çalışma ile elde edilemeyeceği, velîlerin âlimlerden üstün olduğu, mezhepsiz olunamayacağı vs. ölçüler.

Aklın da haddi hududu vardır. Ve iman, akla üstün… Aklın gördükleri zahirî idrak aletleriyle anlaşılamadığı gibi, Şeriat ölçülerinin mahiyetleri ve üstünlükleri de akılla kavranamaz. İlim akla bağlıdır, bu yüzden ilim kâfi gelmiyor.

İslâm kalbin yoludur ve iman, dil ile ikrar ve kalb ile tasdiktir. “Peygamberlik tavrı aklın ötesindedir… Ya O’nun vârislerinin? Tasavvuf, ruhun yolu, şeriat ölçülerinin mahiyet ve üstünlüklerini akıl üstü yaşayanların yolu… Kââl değil, hâl!” (S. Mirzabeyoğlu-İslâma Muhatap Anlayış) Buradan da anlaşılıyor ki, her Müslüman iman ettiği ân aklın üstüne çıkmış ve hâl olarak tasavvufun içine girmiştir. Zaten iman etmeden de Müslüman olamaz. Onun için İslâm toplumunda tasavvuf ile İslâm aynı idi, tıpkı fıkıh ile İslâm’ın birbirinden ayrılamaz oluşu gibi. Üstad’ın veciz ifadesiyle: “İslâm’ın zahiri şeriat, bâtını tasavvuftur…”

Edeb olmadıktan ve hadleri çiğnedikten sonra ilim sahibi olunsa ne fayda! Faydasız ilime misal olarak, bizdeki mezhepsizlerin pek sevdiği İbn Teymiyye’den bahsetmek istiyorum. “Akıl hezeyanı”nı temsil eden İbn Teymiyye tasavvufu reddeder. Hazret-i Ömer, Hazret-i Ali, İmam-ı Gazalî ve Muhyiddin-i Arabî’ye dil uzatır. İcma ve kıyası reddeder. Mücessime görüşleri vardır. “Allah’ın eli”, “arşı istiva etmesi” mevzularını cisim olarak yorumlar. Gelmiş geçmiş âlimleri beğenmez, kendi aklını üstün görür. Putlaştırmaya karşı iken, kendi fikirlerini en büyük put yapar. Öyle ki bolca tekfir eder. Nasihatlere de kulak vermez. Talak ve zekât bahsinde şeriate tam zıt nice iddialarda bulunur. Evliyayı, ruhu, ruhaniyeti inkâr eder, türbe ve mezar ziyaretlerini şirk görür. Medine’de sahabî mezarlarının dozerle dümdüz edilmesinin fikir babasıdır. IŞİD kafasının tekfirciliği de İbn Teymiyye’den gelir,  Efganî ve Abduh da İbn Teymiyye hayranıdır. Tekfircilik açısından Haricilere çok benzerler. Sığ akıllarına uymayanları hemen küfürle itham ederler, öyle ki birbirlerini de küfürle itham ederler. İbn Teymiyye, ilmini ve hadis âlimi olmasını Ehl-i Sünnet müktesebatına borçlu olmasına rağmen hadleri çiğnemesi sonucu sapıklık çukuruna yuvarlanmıştır. Kendisi felsefe ve kelamcıları eleştirmesine rağmen kuru akılda kalmıştır. Ölçülerini kaybedince aklın çıkmaz sokaklarda sürünüşüne misaldir İbn Teymiyye. Bizim aklını beğenmiş mezhepsiz ukalaların da çok hoşuna gider. Çünkü herkes istediği gibi akıl yürütecek, başıboşluk çukurunda nefsanî akıllar yellenecektir. Hâlbuki İslâm’da “selim akıl” var. Aklı putlaştırmak yok. Sahabîlere ve Hadislere göstermedikleri saygıyı İbn Teymiyye’ye gösterirler, onu belli etmeden putlaştırırlar. Asıl putçu bunlar. Aslında putlaştırılan akıldı. İslâm âlimleri bu hususu çok iyi ifade etmişlerdir. Salih Mirzabeyoğlu son konferansında şöyle diyor: “Sadece insana dayanan düşünce, putperest düşüncedir.” Batı akliyesine göre olan eğitim sistemimiz de İbn Teymiyye ve mezhepsiz kafasını besliyor. Mihraksız fikirler (!) havada uçuşuyor.
Fetullah Gülen ve ekibi ise, “din edeptir” ölçüsünü ihlâl ede ede ve ABD tarafından beslene beslene bu hâle gelmiştir. FETÖ, Papa VI. Paul’ün başlattığı dinlerarası diyaloga gönüllü katılarak, “Allah katında din İslâm’dır” ölçüsünü çiğnemiştir. Yahudi ve Hıristiyanları da cennete soktular. Bir tek kimseyi Müslüman etmediler; ama Müslümanların imanlarıyla oynadılar. Diyalog demek, “la ilâhe illallah” demektir; “Muhammedün Resûlullah” yoktur. Bu arada diğer diyalogcu profesörleri de unutmamak lâzım. FETÖ, Allah’ın Kur’an’da lanetlediği Yahudileri hep savunmuştur. Körfez savaşında Yahudi çocuklarına ağlamış, Mavi Marmara’da şehit olanlara “otoriteden (İsrail) izin alsalardı” diyerek dil uzatmıştır. İslâm tarihinde hiç görülmeyen salya sümük hoca tipiyle gözyaşına hükmetmeye çalışmıştır. Türbana teferruat demiş, kızların oynadığı Türkçe olimpiyatlarına Peygamber Efendimizin geldiğini iddia etmiş, Cebrail Aleyhisselam’ı hafife almış yani kısaca edepsizlik üzerine edepsizlik işlemiştir. Ölçü bağlılığı kalmayınca freni patlayan kamyon gibi sağa sola çarpa çarpa yoluna devam etmiştir. Uluslararası Emperyalist Pazar böyle mallara uygun idi. 160 ülkede okulları açtırıldı, İslâm’a darbe olsun diye Fetoş hareketi ve anlayışı desteklendi. 15 Temmuz 2016’da ise son darbesini yapmış, katliama girişmiş, fakat millet tarafından püskürtülmüştür. Ve böylece İslâm’a yapılan ihanet cezasız kalmamıştır.

Haklar ikiye ayrılır: Kişi hakkı ve Allah hakkı… Hiç kimsenin hakkına tecavüz edemeyeceğimiz gibi, ilahî hududu da çiğneyemeyiz. Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri buyuruyor: “Edeb ilahî hududa riayet etmektir.” Mukaddes ölçülerin zerresini bile feda etmeye hakkımız yoktur. Allah’ın hakkına Peygamberler dahî karışamaz. Demek ki ilâhî hududa riayetsizlik Tanrıcılık oynamaya kadar gider ve esasen Batı anlayışı insanı Tanrılaştıran bir telakkidir. Onun için Batı’nın insanlığa verdiği keşmekeş ve sömürüdür.

Müslüman ilâhî ölçüleri tatbik edemese bile onlara riayetsizliği savunamaz. Bu bir iman meselesidir, tartışma meselesi değildir. Edebsizliğe bir kere yol verildi mi, arkasından bir diğeri gelecektir. Kıl kadar feda edilince tamamı giden bir şey varsa o da şeriattır. Taviz tavizi doğurur ve sonunda ortada din ve imân kalmaz. Bu açıdan şüpheli şeylerden de uzak durmakta fayda vardır.

Hadlere riayet her mevzuda gerekli, öyle ki teknolojide de bunun sıkıntısı çekiliyor. Ahlâk oluşmadığı için teknolojik buluşların kullanılmasında sorunlar doğuyor. İnternetin şahıs haklarına zarar verecek şekilde kullanılması gibi. Teknolojik mevzular bile ahlâkî ve hukukî müeyyideleri gerektiriyor. Mesela umumî yerlerde cep telefonu kullanmanın bile bir adabı var. Başka türlü olmuyor. Teknolojiyi kullanırken bile sınırlar çizilmesine ihtiyaç duyulurken, insan ve toplum meselelerinin hâllinde hadlere riayet hususu, sistem zaruretinde kendini gösteriyor.
İlâhî ölçülere bakışta da edeb ölçülerine ihtiyacımız vardır. Bilgiden önce edeb geliyor. Önce hisseder, sonra fikrederiz. “Ölçüler yerli yerinde, fakat ölçülere bakan göz nerede?” suali “ölçülendirme ölçüleri”ne ihtiyacı gösteriyor. Yoksa Kur’an mealini eline alan veya Arapça bilen herkes ahkâm kesmeye kalkar. Ölçüler sapa sağlam yerinde fakat ölçüleri anlayacak ve yorumlayacak kafalar ne durumda? İşte İslâm’a muhatap anlayış farkı. Bunun için sistem çapında bunun çerçevelenmesi gerekiyor.

Fikir sistemi olan İBDA, her satırına sinmiş olan edeb ölçülerini “Diyalektik Ölçülerimiz” olarak da çerçevelemiştir; fikirde tutarlılığı ve samimiyeti gereği... “Kurtuluş Yolu” hakikatine uygun olarak yanaşabilmenin “ilmî” hâli olarak… Yukarıda bazılarından örnekler verdiğimiz sapık, çarpık ve salak oluşumlardan korunmak için… “Sünnet ve Cemaat Ehli” tabirinin lafta değil, fikren ve fiilen içinde kalabilmek için…

Her fikrin edeb ölçülerine ihtiyaç vardır. Fikrin düzeni, nizamı demek olan diyalektik aynı zamanda metod, usûl, çizgi, biçim ve şekil ifadesindedir. Bütün bunlar da edebin kapsamındadır. Diyalektik, fikir balının döküldüğü petektir. Petek yoksa bal zayi olur. Edeb yoksa din zayi olur.

Ölçülere sağlıklı bakış demek olan “ölçülendirme ölçüleri” olmadan, bunun sistemi ve diyalektiği yani edeb ölçüleri olmadan “topluluk hakikati”ne kavuşamayacağımız gibi, sadece bir araya gelmeyle de “İslâm toplumu” olamayız; İslâmî anlayışı temsil edemeyiz ve yürütemeyiz…

Baran Dergisi 501. Sayı
18.08.2016