Üstadımızla yeni tanışmışız. Tabii bu tanışma eser planında… Daha doğrusu dağları taşları ardından sürükleyen İslâmî dünya görüşünün kurucusu insanın eserleriyle ısınma turları… Okuduğumuz eserlerden biri de “O ve Ben”. Üstadımızın mürşidiyle tanışma süreci ve bu süreçten sonra varını yoğunu Resul (Sav)’in aşkı yolunda harcaması. Batı düşünce ve yaşayış tarzının hakikate aykırılığını görüp mutlak hakikatin, insanlığın kurtuluş reçetesinin İslâm da olduğunu gösteren çileli bir yola girme serüveni… Eserden etkilenmemek mümkün mü? Allah’ıma şükür kalbimiz mühürlülerden değil ya. İnşallah bundan sonra da son nefesimize kadar hayatımızı böyle idame ettiririz; yalnız Allah’a sığınarak, yalnız O’ndan yardım dileyerek. Allah’ım bizi her daim nasiplilerden kıl. Bu sıralar nasip kelimesinin bende derin tesirleri var. Abdulhakîm Arvasî Hazretleri bazen insanın doğrudan doğruya yüzüne söylermiş “nasibin yok” diye. Nasip-nasipsizlik tüylerin diken diken olduğu, ruhun bir kuş tüyü hafifliğine erdiği gitgeller. Büyük Doğu ile ve ona bitişik İbda ile tanışmak ne büyük bir nasip! Ne büyük bir saadet! Allah bu daireden bizi uzaklaştırmasın. Bu nasibe layık bir hayat yaşamayı bahşetsin.

“O ve Ben” eserini okuyunca Allah dostlarına karşı muazzam bir muhabbet duymaya başladım. Bu zamanda bizim de kapısını çalacağımız başka Allah dostları var mı diye düşünmeye başladım. Onları arayıp bulma ve onlardan feyz alma arzu ve ihtiyacı içindeydim. Bu minvalde soruyor, araştırıyor, çevremizdeki insanların konuşmalarına kulak kabartıyorum. Yozgatlıyım. “Yozgat’ta böyle biri var mı?” “Evet var.” “Adı ne?” “Ahmet Efendi...” Ahmet Efendi’nin yanına gidiyoruz.  Kafamda “0 ve Ben” adlı eserden kalan duygu ve düşünce seli… Edepsizliğe bak; sanki Allah dostunu imtihan ediyoruz. Neyse Ahmet Efendi’nin hal ve hareketlerini görünce bir an bu haleti ruhiyeden kurtulup gönlümüzü gönül hoşluğuyla manevi atmosfere bırakıyoruz. Allah’ın cemal sıfatıyla görünen hoş ve muhabbetli bir insan karşımdaki… Tane tane konuşuyor alelade söylediği şeyler bile insanda derin tesirler bırakıyor. Alelade şeyler onun dudaklarında olağan üstü kelam zarflarına bürünüyor. Küçük bir odadayız. Odanın duvarında kocaman bir harita… Haritada Osmanlı Devleti’nin yükseliş dönemine ait sınırlar. Allah dostu adeta şunu haykırıyor: “Senin ecdadın İslâmî hakikatle yoğrulup o hakikati bütün âleme nakşetme derdiyle yandığı içindir ki işte sınırları böylesine büyük bir devlet kurdu ve buralara büyük bir medeniyet götürdü. Sakın bunu unutma!” Harita bütün canlılığı ile bu mesajı veriyor.

Güzel bir gönüldaş var; bir oğlu öylesine hareketli ve durdurulmaz ki dersin başına oturtmak mümkün değil. Çocuğun odasında kocaman bir Örümcek Adam resmi… “Muhterem, şunu çocuğun odasından kaldır. Çocuğun odasına koyduğun şeye bak. Çocuk belki de Örümcek Adam resminin etkisiyle bu abuk sabuk hareketleri yapıyor. Çocuğun kahramanı o ki odasında resmi var.” İnsan kahramanı ve sevgisi nerdeyse ona göre hayatını tanzim etme yoluna gider. İslâm da aslı gözden kaçırmadan müthiş bir teferruatçılık şuuru vardır. En küçük hareketlerimizin bile neye mal olacağını dikkate almak durumundayız. Tasavvuf eserinde geçer: Namus abidesi bir kadının zenci bir çocuğu olur. Herkes şaşkındır. Ne kadın ne de eşi zencidir. Bu nasıl olabilir? Kadına karşı menfi duygular… Acaba başka birinden mi oldu çocuk? Yine iyimser davranıp kadının geçmişine bakıp ceddinde bir zenci var mı diye araştırırlar. Maalesef yok. Çaresizlik içinde bir Allah dostuna gidip durumu anlatırlar. Allah dostu “bana kadının odasını gösterin” der ve düğüm çözülür. Kadının odasının duvarında çok güzel bir zenci çocuk resmi vardır. Kadın hamilelik sürecinde baygın baygın o resme bakmıştır. Benim de böyle güzel bir çocuğum olsa diye düşünmüştür. Demek ki her şey ruhta… Demek ki İslâm’da eğitim, çocuk daha doğmadan anne karnındayken başlıyor.

Yazın köye giderdim; tatili hep orda, bir köylü edasıyla yaşardım. Öylesine ağır bir tempoda çalışırdık ki, kimi zaman dinlenmek için kerpiç yapılı evlere kendimizi zor atardık. Ben hep duvar halısı olan odada yatardım. Duvar halısında bir ormanda küçük bir göle inmiş ürkek bir ceylanın su içmesini resmeden bir görüntü... Uyumadan önce o resme bakıp dalıp giderdim. Acaba naçizane kaleme aldığım “Mü’min” adlı şiirimde böylesi bir tecrübenin etkisi olmuş mudur?.
“MÜ’MİN
Kim eder hakka isyan
Elimde kılıç doğrarım
Su başında bir ceylan
Gider yanına ağlarım”
 
Evet, nur heykeli Allah dostu Ahmet Efendi’nin yanındayız. İki üç kişilik bir grup geliyor. Meramlarını anlatıyorlar. Davaları mirasla ilgili... “Şöyle oldu, böyle bir durum var, mirası nasıl paylaşacağız?” Adamların tavrı edası hiç hoşuma gitmiyor. Adeta mevzuu kendilerine yontmak için kıvranıp duruyorlar. Ahmet Efendi sabırla dinleyip duruyor. Adamların lafı bitti. Ahmet Efendi “anlattığınız meseleyi müftüye götürüp anlatın, o bu meseleyi bilir” dedi. Bu basit ifade içimde neler doğurdu neler? Her şeyden önce Allah biz Müslümanlara feraset ve idrak versin. Bir Müslüman olarak meseleleri nasıl ele alacağımızı bilmemenin yanında meseleleri kime taşıyacağımızdan da gafil bir hayat yaşıyoruz. Hangi mesele hangi alanla ilgili, o alanın uzmanı kim? Ya apaçık bedahetleri kaçırıyoruz yahut büyük bildiğimiz kişilere vazifesi dışında görevler yüklüyoruz. Bu da hayatı sallantılar içinde yaşamamıza sebep oluyor.

Mürşidimiz, kitabında herkesin anlayacağı ve bütün bir Müslümanların ortak bir tavır takınmaları gereken bir hususu şöyle anlatır: “Peygamberimizin nübüvvet ve risâletleri üç nevidir: Birincisi İlahî hükümleri olduğu gibi bildirmek… Bu vazifeyi zamanlarında 124000 bin sahabiye yüz yüze tebliğ buyurmuşlardır ki, bunların hepsi selim akıl sahibi, ilimli, anlayışlı, faziletli, şecaatli, doğru ve fedakâr insanlardı. Bunlara Allah’ın sevgilisi emir buyurdu: Benden sonra, benden işittiklerinizi, sizden sonra gelenlere bildirin! Gerçekten her sahabi aldığı emri yerine getirdi. Tâbiler, tâbilerin tâbileri ve üçüncü asırdaki büyük müçtehitler bu suretle meydana geldi. Bu insanlar da herkesin anlayabileceği şekilde eserler yazdılar ve İslâmiyet’i sımsıkı çerçevelediler. Peygamberimizin ikinci risâlet vazifeleri: İlahî hükümleri insanlara, tatlı dil ve ince hikmetle kabul ettirmektir. Üçüncü nübüvvet vazifesi de, aynı İlahî ölçüleri, anlayışsızlara, nadanlara ve nasipsizlere doğrudan doğruya tatbik etmek… ALLAH RESULÜ (SAV)’İN VEFATLARINDAN SONRA BU ÜÇ TÜRLÜ VAZİFEYİ YERİNE GETİRECEK İNSANLAR ANCAK OTUZ KIRK SENE YAŞAYABİLDİLER. ONDAN SONRA İSLÂMİYET VE İSLÂM DİYARI O KADAR GENİŞLEDİ Kİ, MERKEZÎ NİZAM BOZULDU, FESAT VE FİTNELER ÇOĞALDI VE BU VAZİFELER TAKSİM EDİLDİ. İSLÂMİYET’İN BÜTÜN DÜNYAYI KAPLAR GİBİ OLDUĞU HENGÂMEDE, BU ÜÇ VAZİFE, BİRİNCİSİ İLİM ADAMLARINA, İKİNCİSİ EVLİYAYA, ÜÇÜNCÜSÜ HÂKİMLERE İNTİKAL ETMEK SURETİYLE BÖLÜŞÜLDÜ”

Evet, Allah dostlarından bizim almamız gereken güzel ahlâk, edep ve dinin hikmetleridir. Onlara vazifeleri dışında bir tavırla gitmek edepsizliktir. Hastaysak doktora arabamız bozuksa tamirciye gitmemiz gerektiği gibi… Fakat şimdi öyle bir haldeyiz ki kendilerini mürit olmaya adamış çoğu insanlar her türlü şeyi bağlandıkları zata taşıyorlar. Hayatın her alanını o şahsın etrafında örüyorlar. Ahmet Efendi’nin tavrı ne kadar doğru; “senin anlatacağın meseleyi müftü halleder.” Senin meselen müftülerin halletmesi gereken bir mesele… Ahmet Efendi o grubun sorduğu o meseleyi çözecek bilgiye çok rahat sahipti. O meseleyi halledip adamların takdirini de kazanabilirdi. Ama o öyle yapmadı, İlahî hududa riayet edip meseleye muhatap olması gereken insanları işaret ederek meseleyi yerli yerine oturttu. Ahmet Efendi’nin tavrını günümüzde hangi mürşid yapıyor? Rahmetli İlhami Meriç abi vardı. Büyük Doğu aşığı... Bana Büyük Doğu’yu aşılayan… Kendisi aynı zamanda ismi bende mahfuz bir tarikata bağlıydı. O tarikata mensup kişiler çok bilgisi olması hasebiyle problemlerini ona taşırlardı. O da kimi zaman Büyük Doğu’dan aldığı ipuçlarıyla problemleri cevapladığı zaman tarikatına mensup kişilerden tepki çekerdi. “Şeyhimiz dururken sen niye Necip Fazıl’ın adını alıyorsun? Necip Fazıl’dan çözümler getiriyorsun?” Ne büyük bir basiretsizlik! Biri mütefekkir, biri mürşid… Senin meseleni halletmiş mi sen ona bakıp Allah ondan razı olsun desene. Ehli Sünnet Dairesi içinde problemini kim çözerse çözsün. Problemin çözüldüğünde de bu güzelliği mürşidine bağlanmada bulsan olmaz mı? Derin ve ince mümin olmak bunu gerektirmez mi? Hem sorduğun mesele fikrî bir durum. Bu meseleyi de asrın en büyük mütefekkiri Necip Fazıl’a müracaatla çözüyorsun. Mesele bu kadar basit ve anlaşılır. Ama kime ne anlatıyorsun? İçtimaî doku öylesine büyük bir vehamet arzediyor ki, neresine dokunursan elinde kalıyor. Allah sonumuzu hayretsin…

Baran Dergisi 467. Sayı