Aynı üniversitede okuduğumuz bir arkadaş Ahmet Efendi’ye soruyor: “Biz Ankara’da oturuyoruz, malum. Sizi ziyaret etmek her daim mümkün olmaz. Ne yapmamızı buyurursunuz?” Ahmet Efendi de “Ankara’da Doktor Emin Acar var, onu ziyaret ederseniz beni ziyaret etmiş gibi olursunuz.” İşte bu vesile ile Emin Acar’la tanışma şerefine nail olduk. Bir tanıştık pir tanıştık ve senelerdir eşiğini aşındırırız. Allah o kapılardan bizi mahrum etmesin.
Ankara’da Bahçelievler’de oturuyoruz. Ulus’tan daha ziyade Kızılay’la işimiz oluyor. Dershane, giysi ve sinema ihtiyaçlarımızı Kızılay’la çözüyoruz. O ana kadar Ankaralı olmama rağmen Hacı Bayram Camii’nden haberim yok. Yaşadığım hayat tarzı buna mani olmuş. Okul, spor, kahvehane, şarkı ve kız etrafında manasız geçen yıllar. Doktor Emin Acar’ın bürosu Hacı Bayram Camii’nin hemen yanında. Hacı Bayram esnafından kime sorarsanız size onun ikamet ettiği yeri gösterir. Hacı Bayram Camii ve etrafı… Bu manzaranın seyrine dalan bir Müslümanın çıldırmaması mümkün değil. Bu tarihî yerin etrafı kahvehanelerle, meyhanelerle ve eski püskü evlerle sarılmış. Evlerin eski püskü olması, nidüğü belirsiz insanların yerleşmesine sebep olmuş. Karşı dağlarda yıkık dökük gecekondu evler... Bu evlerde bir insanın oturması ne demek? Böylesi yerler insana insanlığını unutturur. Ve aşağıda Bentderesi ve yanında “malum hane”... Evet, Hacı Bayram Camii Osmanlı ecdadımızdan kalan bir yer. Cumhuriyet Dönemi reddi mirasta bulunmuş ve bu manevî mekânı boğmak için her türlü kusmuğunu dökmüş. Ama nafile! Bir Allah dostu var; Emin Acar. Kim bilir hangi muazzez veliden bir işaret aldı ki burayı kendine yer edindi. Evet, aşağıda Bentderesi var demiştim. Hayalinizde kıvrım kıvrım akan bir su ve yanında çocukların gölgesinde oynadığı söğüt ağaçları geldiyse, vay halinize! Evet, yapılaşma uğruna yok edilmiş bir dere; sadece adı kalmış, kendinden eser yok. Haberleri izlerken şu sıralar çok acı olaylara tanık oluyoruz. Doğudaki PKK hareketinden yılmış, yaşadığı mekândan uzaklaşmak durumunda kalmış, yuvasından mahrum olmuş bir yaşlı feryat ediyor. Camilerin, okulların, kütüphanelerin, velhasıl evlerin yıkılmasından mustarip düşmüş ihtiyar Kürt emice “bunların yaptıklarını gâvur yapmaz” diye bağırıp duruyor. Cumhuriyet Döneminde İslâm’a karşı yapılanları gâvurlar yapmaktan kaçınırlardı. Bir batılı geliyor ve şöyle bir tesbitte bulunuyor: “Bizim artık bu ülkeye müdahale etmemize gerek yok. İsmi Ahmet, Mehmet olan ve bizden fazla İslâm’a kin ve nefreti bulunan insanlar türemiş bu topraklarda.”
90’lı yılların başında böylesi bir durum… Emin Acar Hocamız’ın bizim daha görür görmez yaşadığımız bu halin kat be kat fazlasını her gün yaşadığı aşikâr... Kim bilir efendinin yaşadığı bu sancılı ve hummalı haldir ki şimdi Hacı Bayram ve etrafını yeniden canlandırıyor. Bütün kirli ve pis mekânlar yerin altına gömülürcesine kaybolup gidiyor. Osmanlı ve Selçuklu’nun mânâsı yeniden diriliyor. Çok sancılı bir geçiş dönemimdeyiz. Sancılar bu dilden anlayanlar için bir müjdenin habercisi; Emin Acar’ın ifadesiyle son bir yeşilliğe inşallah şahitlik edeceğiz.
Ahmet Efendi’den aldığımız tavsiye üzerine Emin Acar’ı sorup çarçabuk buluyoruz. Emin olun kendi evimiz gibi bir köşede oturup sohbete dâhil oluyoruz. Ahmet Efendi’ye göre daha hareketli ve esprili bir zat. Ahmet Efendi’de mesleğinin vermiş olduğu (kendisi muallimdi) bir otoriterlik havası vardı. Emin Hocamız sık sık fıkralarla kendine has üslup ve benzetmelerle neşeli bir ortam yaşatıyor. Biraz sonra kuşburnu çayı ve baharatlı ekmek ikram ediliyor. Muazzam bir tad... Bu tadı asla kendi evimizde alamadık. Mânânın ve gönlün yediğimiz-içtiğimiz şeye sirayeti söz konusu. Menkıbede anlatılır: Allah dostu eve gelir ve eşinin sofraya koyduğu şeylerle karnını doyurmaya çalışır ama nafile. Yiyecekler boğazından geçmez. “Hanım sen bu yemekleri nasıl yaptın?” Durum anlaşılır. Evin hanımı gaflete gelmiş, yemek yaparken dua etmeyi unutmuştur. Nasıl bir bünye ki duasız yemeği midesi kabul etmiyor. Dedim ya böylesi yerlerde hizmet etmek gerek… Hizmetten alınan haller kalıcı olurmuş. Çay içtiğimiz bardakları yıkayıp bir nebze hizmet etme arzusu içindeyim. Başlıyorum bardakları yıkamaya. Bardakları yıkayıp tepsiye ağzı yukarı gelecek şekilde koyuyorum. Hocamız bunu görünce bardakları secdeye yatır dedi. Çoğu büyüklerimin bardakları ters çevir ifadesi yerine bu ifade o kadar hoşuma gitti ki bir anda gönlümü fethetti. Bardak, bardak olmaktan çıkıp gözümde insanîleşti. Bardakları daha bir özenle yıkamaya, daha dikkatli tepsiye koymaya başladım. Ruhumun hassas tellerinin sesini duyuyordum, eşya ve hadiselere bambaşka bir boyuttan bakıyordum. Eşyaya karşı böylesi bir tavır almamı sağlayan hocam, eğitim anlayışımda muazzam bir etki yapmıştı. İnsan, çoğu zaman insandan daha çok eşyayla muhatap olabiliyor. Eşyaya karşı tavrımızda da insanî hareket etseydik beşerî münasebetlerimizde ne güzel gelişmelere vesile olabilirdik. Öğrencilerimde bizzat buna şahit oldum: Onlara ışığı kapatın yerine lambayı dinlendirin, ışığı açın yerine lambayı uyandırın ifadeleriyle hitap ediyordum. Bu tabirler öyle hoşlarına gitti ki, elleri düğmeye gittiğinde zarafet tütüyordu. Toplumumuzda insanlar arası ilişkilerde derin bir kopukluk var. Herkes bundan oldukça müşteki... Bütün bunların çözümünü kadim kültürümüz tasavvufla barışıp tanışarak elde edebiliriz. Kurtuluş, insanımızın bu irfan ve marifet kaynağı ile hemhal olup yeniden edeblenmesi ile mümkün. Yazımıza 40 mektup adlı eserin 25. Mektubundan seçmelerle son verelim.
<<Bir de dervişin günlük hayatında, sohbette, meydanda lazım olacak, kullandığı veya kullanılagelen tabirler vardır. Derviş bu sözleri önce öğrenmeli, mânâsı üzerine düşünmeli, sonra hayatında tatbik etmelidir. Sonra bu lisan üzere konuşmalıdır. Daha evvel de arz ettiğim gibi, üslub-ı lisan ayniyle insandır. Derviş; oturuş, kalkış, yürüyüş üslubuna dikkat ettiği gibi konuşma üslubuna da dikkat etmelidir. Fashu’l lisan Fahr-i Âlem efendimiz (SAV) “Kendinizi cehennem ateşinden veya Hakk’ın cemalinden uzaklaşma ateşinden koruyunuz, velev ki bir güzel kelimecikle olsun” buyurarak bir güzel sözün dahi insanı cehennemden kurtarabileceğine, bir sözün güzelliğiyle insanın narını nur edebileceğine işaret buyurmuşlardır. (…) Pek çok âlim, güzel bir sözün tesirinin, yani tevhidden beslenen sözlerin tesirinin kişiye sayısız faydalar vereceğine işaret etmişlerdir. Her güzel sözün kökünde muhakkak tevhid vardır. Güzel söz de Allah ile birliğe götürür. Çirkin sözlerin kökünde de ikilik vardır. Daha doğrusu tevhidden ayrılmış uçlardır ki, onlara kök dahi denmez. Kökü necis ve habis olduğu için ondan neşet edenler dahi çirkin olur. Bir adam konuştuğunda, sohbet meclisine erişip erişmediği üslubundan belli olur. Binaenaleyh mürşit sohbetine erişip de ahvalini ve akvalini düzeltemeyen, su başında susuz kalmış insan gibi mahrumiyetini göstermiş olur. Mürşidi vesilesiyle bir yoldan feyz alan kişi lisanıyla tebarüz eder. (…) Meydan terbiyesinde en ayıp sözlerden biri “ben” demektir. Dervişin “ben” diye söze başlaması ta başından kabahat etmek demektir. “Ben” sözü lisanına bile yerleşmeyecek ki, benlikten kurtulabilsin. Günahların bir çoğu hayalde ve dimağda kendisini meyil olarak gösterir ve bu meyil kalbe, kalbden de lisana tesir eder. (…) “Ben” kelimesi yerine “bendeniz” tabiri kullanılır. “Bendeniz” köleniz mânâsındadır. Derviş bu kelimeyi herkese kullanabilir. İster derviş olsun ister keşiş. Karşısındaki insanla günlük hayatında bu şekilde konuşabilir. Karşımızdaki insanın ezelden sahib olduğu Allah Teâla’nın “Ruhumdan ruh nefheylediğim” buyurduğu o ruha istinaden bu sözü söyler. Yani “Ben sendeki Cenab-ı Hakkın bahşettiği ruhun kölesiyim, sen hazret-i insan suretinde yaratılmışsın. O halde böyle yüksek bir cevhere sahibsin. Sana değil, senin özündekine talibim. Biz bu özde birleşiyoruz.” demektir.
Tabii ki derviş arif olacak! Bu tabirden gururlanıp nefsi okşanacak kişilere dikkat etmeli ve bu sözü sarfetmemelidir. Savaş meydanında zalim bir çıfıta, kibirli, hak tanımaz deyyuslara “bendeniz” şeklinde hitap etmek caiz değildir. Belagat, sözü yerinde kullanmaktır. Zalime el pençe divan durmak ve ona nezaket göstermek İslâm’ın rezil kabul ettiği ahlâktandır. Derviş sadece nefsiyle cihad etmez, cihad meydanında da en güzel şekilde Müslümana yakışacak vakarını, heybetini gösterir, kimseden çekinmez. “Bendeniz” kelimesinde bir başı eğiklik ve kölelik yoktur. Tam tersine “Ben Allah’tan başka kimseye kul olmam” idrakinin ilanı ve hürriyetine müştak bir hal vardır. (…) Derviş lisanında mümkün mertebe menfi konuşulmaz. Yani insanı kötü düşünceye, üzüntüye, kötülüğe sevk edip sıkacak tabirlerden kaçınılır. Daha evvel de zikrettiğim gibi, mü’minin konuşması bile dua gibidir. Mesela düşersin, yanarsın, hastalanırsın şeklinde ikazda bulunmaz. Dikkat et yanmayasın, şöyle yap ki hastalanmayasın, düşmeyesin şeklinde konuşur. (İkisi de ikazdır) lakin birisi menfi, diğeri müsbettir. Derviş hep müsbet taraftan konuşmalıdır. Hem ağızdan çıkan söz dua gibi olduğundan “yanarsın” dediğinde adamın yanmayacağı da varsa yanıverir. “Hastalanırsın” dersin, bu söz vücud bulur, hastalanıverir. Bu hususa ziyade dikkat etmeli. Küpün içinde ne varsa o sızıverir. Dervişin lisanından güzel sözler akmalı. “Bela lisana bağlıdır” demişler; yani menfi bir şey söylediğinde hem vücud bulur hem de o menfi sözden kuvvet alarak şeytan ve nefis kendine yol bulur. Hazreti Yakub (as)’ın çocuklarına “Yusuf’u kurdun yemesinden korkuyorum, çekiniyorum” demesi üzerine hemen diğer çocuklar “Yusuf’u öldürürüz sonra ‘kurt yedi’ deriz” diye karar almışlardır. İçimize tulû eden (doğan) birçok şeyi lisanımızda zikretmememiz icap eder. Sofi ıstılahlarından biri de “mihman olmak”tır. Avamın “uyumak” sözüne karşılıktır. Bunda çok büyük bir nezaket vardır. Mihman olmak demek misafir olmak demektir. Hakikaten de biz uyuduğumuzda “ben ve benim” dediğimiz şey bizden alınır. Uyku denilen bir hal bizi kuşatır. O anda zalimi, kâfiri, mü’mini, âlimi hepsi bir hale bürünür. Ruhlar kabiliyetlerine göre bir yerde bekletilir. Allah zevkiyle ve aşkıyla, Resûlullah (SAV)’ın muhabbetiyle gününü geçiren, nefsiyle cihad eden kişi yattığında uyumaz. Mihman olur. Peki, nereye mihman olur? Hangi makama misafir olur? Allah’a misafir olur. Allah ve Resûlü’ne müştak olan ruhlar, beden hapsinden bir müddet azad olup ulvî ruhlarla ve ulvî âlemlerle hem dem olur. Ruhu, Allah Teâla’nın vahdet denizine gider, orada bir müddet kalır. Bedene “uyan” emri verildiğinde, ruh vücuda iade olunur. Bu dünyadaki mekânına misafirlikten avdet eder. Amma o ruh misafirlikte olduğu müddetin zevkiyle o bedene dâhil olduğunda o zevkle döşeğinden kalkıverir. Hele büyükler için “uyudu” sözü gaflet manasına geldiğinden çok kaba bir tabirdir. Efendimiz (SAV) “Benim gözlerim uyur ama kalbim uyumaz” diyerek bu sırra işaret buyurmuşlardır. O halde uyku büyükler için gaflet değil, Hakk’ın hususi ikramıyla hakka aşina oldukları bir demdir. (…) Derviş kapı vesaireyi kapatmak, örtmek gibi tabirler kullanmaz. Kapıyı kilitle diyerek de konuşmaz. Kilitlemek, kapatmak ve örtmek tabirleri kalbe huzursuzluk veren ve örfümüzde de hoş olmayan şeyler için kullanılmıştır. Kapının kilitlenmesi tabiri artık o kapının açılmamasına, güzel giden bazı şeylerin bitmesine işaret eder. Bunun yerine kapıyı çevir veyahut yatarken kapını sırla tabir edilir.
Hatırıma gelmişken söyleyeyim. Geçenlerde bir arkadaşımdan işittim. Vefat eden akrabasından bahsederken “toprağa verdik” deyince başımdan aşağı sanki kaynar sular döküldü. Ya hu, insan toprağa verilir mi? Biz Nasranî miyiz ki, “toprak toprağa, ateş ateşe, küller küllere kavuştu” diyeceğiz? Topraktan yaratıldık ama topraktan gelmedik ki biz, Allah’tan geldik, yine Allah’a döneceğiz. Toprağa giren cesettir. Biz cesetten ibaret değiliz ki! Ve inşallah toprağın içine girsek de toprakta kaybolmayacağız. Biz toprağa “sır”lanacağız. Kabrimiz bizler için sır kapısıdır. Dünya üzerinde sırlanır, ahirete o sırla nurlar gibi doğarız inşallah. Geçmişte yaşamış âlimler bu sözleri Müslüman evladının söyleyeceğini bilseydiler, belki de bu nevi sözlerin küfür olduğunu kitaplarına dahi yazmaktan çekinmezlerdi. Toprağa hayvan verilir, insan değil. İşte lisan bozulunca insanlık da bozulur. Ol sebepten Allah Teâlâ halife olmamız hasebiyle lisanlarımızı kelamıyla süslemiş ve indirdiği Kur’ân-ı Kerim ile ile lisanımızı dahi ıslah eylemiştir.
Tekrar mevzumuza dönersek; kilitlemek ve örtmek tabiri dervişin lisanında olmaz. “Ocağı yak, ateşi yak” denmez. “Ateşi uyandır, ocağı uyandır” denir. Eskiler ne der bilirsin: Beddua ederken “Ocağın yansın” derler. Şimdi seyr u sülûkunda zarafeti meşk eden bir kişi sözlerinde kabalık etse, hoş mu? Hoş değil. “Ateşi söndür!” de denmez. “Mumu söndür, kandili söndür!” tabirleri de hoş tabirler değildir. Onun yerine “Ateşi veya mumu dindir!” denir.
Aman canım, “Böyle dense ne olur? Günah mıdır? Ne kastettiğimiz anlaşılmış olmuyor mu?” diye itiraz edilirse, biz yine iyi tarafından bakarak şöyle cevab verebiliriz: “Efendim, böyle güzel söylendiği zaman olmuyor mu, neden güzel tarafından konuşmayalım? İnsanlar kaba saba konuşarak kabalaşır. Ruh, kemale ermez, hamlaşır. Ham ervah olur. Günlük hayatında bu nezakete dikkat etmeyen kişi, Kur’ân-ı Kerim’deki ve hadis-i şeriflerdeki nezaketi nasıl anlar? Sonra ayet-i kerimeyi okur, kendisi ayât-ı beyyinâtın ahlâkî güzelliğine erişeceği yerde o güzellikleri kendi çirkinliğine benzetir. Ondan sonra da olan olur. Bak evliyaullahın sözlerine, hakikatten nasibdar olan âlimlerin eserlerine: Üslupları ne kadar zarif, ne kadar nazik, ne kadar kerimdir. O üslup ile tanışan insanlar adeta Kelâmullah’ı ve Kelâm-ı Resûlullah’ı anlamaya hazır hale gelirler.>>

Baran Dergisi 468. Sayı