Büyük Doğu-İbda, Kamalizm, Şiîlik, Mezhepsizlik ve Fettuşîlik bahisleri söz konusu olduğunda, ezelinden beri son derece tavizsiz ve kimi tatlı su balıklarına göre sert bir siyaset izlemektedir. Bu bahse döneceğiz...
Amerika Birleşik Devletleri ve Batı, İran ile senelerdir perde arkasına gizlemeye çalıştıkları işbirliğini niçin bugün alenileştirdiler? Bu suâle yanıt vermek için evvelâ İran kimdir suâline yanıt bulmak gerekir. İran, varlığı Ehl-i Sünnet Vel Cemaat’in zayıflığına bağlı ve bu bakımdan Yahudi’nin kader ortağı olan, her ne kadar kendisini İslâm dairesi içinden bir mezhep gibi lanse ediyor olsa da, esasında İslâm kisvesi altında bambaşka bir din vaaz eden Şiîlerin devletidir. İslâm tarihi boyunca Müslümanlara düşmanlık ve küffara dostluğuyla nam salmış olan İran, bugün yeniden Ehl-i Sünnet Vel Cemaat’in Batı tarafından bir türlü dizginlenemez gelişi önünde tarihî misyonunu üstlenmekle meşgul. Hani Kumandan Salih Mirzabeyoğlu geçtiğimiz senelerde “şartlar Türkiye’yi tarihî misyonunu üstlenmeye zorluyor” demişti ya; tam da bu ifâde çerçevesinde diğer devletler de kendi tarihî misyonlarını üstlenmeye başlıyorlar, tabiî olarak...
Perde ardına gizlenen işbirliği niçin umuma açılıyor diye sorduk. Bu suâle yanıt vermeden evvel iki-üç hususu hatırlatmakta bize göre yarar var.
Marifeti, yerde yatan cesetleri tekmelemek olanların bugün pek sevdiği Kamalizm, Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayıp, 2000’li yıllarda pas pas olduğu güne dek, Abdulhakim Arvasî, Necip Fazıl, Said Nursî ve diğer büyüklerde müşahhaslaşıp Salih Mirzabeyoğlu’nda  gayesini bulan Büyük Doğu-İbda ile mücadele etmiştir. Kamalizm zihniyetinin, 1999 senesinde, cezaevinde kıstırdığı bir avuç mahkûma beylik taslarken nasıl rezil rüsva edildiği ve o gün alnının orta yerine aldığı kurşunla, 2000’li yıllarda bir daha ayağa kalkmamak üzere nasıl yere serildiği, bilhassa ceset sevicilerin malumudur. Bizim işimiz ceset tekmelemek olmadığından bu bahsi fazla uzatmadan, böylelikle tarihe kısa da olsa bir kayıt düşüp geçelim.
Gelelim Fettuşîliğe... Kamalizm ile Anadolu’da Batıcı zihniyetin sürdürülemeyeceğini kestiren Batılılarca, Kamalizm’in bir üst “İslâmî” versiyonu olarak piyasaya sürülen Fettuşîlik de, piyasaya sürüldüğü ilk yıllardan beri, kullandığı İslâmî argümanlar karşısında birçoklarının gözüne far tutulmuş tavşan gibi kaldığı demlerden beri, Büyük Doğu-İbda’nın hedefleri arasındadır. Evvelâ deşifre edilen ve geçtiğimiz bir kaç seneye kadar ısrarla damlayan, bu kararlılığı ile taşı parçalayan su damlası gibi tahrif ettiğimiz cemaatin bugünkü hâli de tıpkı bir evvelki versiyonu olan Kamalizm gibi ceset hükmündedir. Her ne kadar devlet bürokrasisi içinde hâlen etkinliğini sürdüren unsurları olsa da, Anadolu’daki Truva Atı gayesine ulaşamadan, milletimizden başlayarak bütün bir İslâm âleminin itikadını tarumar edemeden evvel deşifre edilmiş ve böylelikle durdurulmuştur.
Anadolu, kendi içinde kendine benzeyen ihanet şebekelerinin defterini bir bir dürüp arınırken, İslâm Âlemi’nin geri kalanında, hemen yanı başımızda neler olduğuna da bir bakalım... Arab Baharı, Amerika Birleşik Devletleri’nin Büyük Britanya’ya rağmen, Müslümanların parya yönetimlere karşı birikmiş enerjisini kullanmak suretiyle, mevcut olanın yerine teklif edecek yeni bir nizama sahib olunmamasından aldığı cesaretle planladığı; fakat İngiltere tarafından zamanı gelmeden başlatılarak bütün bir coğrafyayı yangın yerine çeviren Arab Baharı... İngiliz parmağının nerede olduğunu göremediniz mi? Devlet-i Aliyye’yi yıkmakta kullanılan alet çantasına bir daha bakın, “mezhebsizlik” âletinin çantada olmadığını siz de göreceksiniz...
Şimdi yeniden İran’a geri dönelim... İran için, az evvel de dediğimiz gibi Ehl-i Sünnet Vel Cemaat’in yani Müslümanların güç bulması, bir varlık yokluk meselesidir, tıpkı Yahudi için olduğu gibi. Devlet-i Aliyye’nin kalbi olan Anadolu’da yürürlüğe konan Kamalizm ve Fettuşîliğin 15 sene içinde peş peşe bertaraf edilmesi neticesinde, Batı ibreyi Anadolu’dan çevirerek bölgedeki esas ve tabiî müttefiki olan İran ile münasebetini gizlemekten yana artık bir kaygı taşımamaktadır. Batı, artık Müslümanlar üzerinden yaptığı uzun soluklu ve maliyetli hesapların tutmayacağına artık kani olmuştur ki, zıt kutupta yer alan İran’a yönelmek suretiyle bölgede denge tutturmak ve İran’ın taşeronluğunda bölgeyi yeniden dizayn etmek yolunu seçmiştir. Bir tarafın elinde mezhepsizlik âleti, diğerinin elinde Şiîlik âleti ve biricik hedef Müslümanlar... Manzarayı geniş bir perspektiften sunmak istediğimiz için teferruata pek girememiş olsak da, ana hatlarını çerçeveledik. Gelelim bundan sonrasına ve Türkiye’nin bu yeni denkleme göre izlemesi gereken siyasete...
***
Sathî bir plandan bakacak olursak, kurulan denklem içinde Türkiye’nin Suudî Arabistan ile anlaşarak Mısır’da tutuklu bulunan Müslüman Kardeşleri tahliye ettirmesi ve gerekiyorsa Mursî’yi Türkiye’ye getirtmesi, ardından da Türkiye, Suudî Arabistan ve Mısır birliğini hayata geçirmesi izlenebilecek en akıllı yol olacaktır.
Derinliğine bakacak olursak da, Batı sanki hâkimmişcesine planlar kuruyor gibi görünüyorsa da, ideolojisi olmayan her aksiyoner gibi esasında son derece tutarsız bir siyaset izlemektedir ve bunun neticesinde taşıdığı taşlarla asla bir bina değil, ancak bir taş yığını sahibi olabilir. Türkiye’nin, madde planında güçlü olsa da tutarsızlık ve açmazlar içinde olan Batı karşısında durabilmesinin biricik şartı, küçük küçük de olsa aksiyonunu verimlendirebileceği ve böylelikle karşısındaki büyük güçlere galebe çalmasını sağlayacak İslâm merkezli bir dünya görüşüne bağlanmasından geçer. Şiâ ve Mezhepsizlik denklemi içinde Türkiye, tarihî, sosyolojik ve siyasî bakımdan istese de istemese de Ehl-i Sünnet Vel Cemaat’ten taraf olmak zorundadır. Herkes tarihî misyonunu üstlenme işini sürdürürken, Türkiye daha ne bekliyor?
***
Kendimize dönecek olursak, Kamalizm ve Fettuşîlikten sonra şimdi sırada Mezhebsizler mi, yoksa Şiîler mi var? Bekleyelim, çok yakında göreceğiz.

Baran Dergisi 471. Sayı