“Fıkıh”, “fehm-anlayış” demek; ve bunun sistemli hali ise “İslâm’a Muhatap Anlayış”… Aslına ve özüne uygun olarak yenilenen İslâm anlayışı; Fâkih’in vazifesi bu… Bu yenileme ve özüne kavuşturma işini, “fıkh” kavramının doğru yorumlanmasında bile görebiliriz. Çünkü günümüzde “fıkh”, bir ilim dalı olan “ilm-i fıkh”a indirgenmiş ve hatta “icar, talâk, seleme… vs.” bahislerini bilmekten ibâret sayılmıştır. Hâlbuki Hicrî Birinci Asırda böyle değildi; Allah’tan daha çok korkan, imân, ahlâk ve amel esaslarını öğrenen iyi hasletliler için “alimdirler, hakimdir, fâkihdirler” diye buyurmuştu Allah Resûlü… Bu hususu, İmâm-ı Gazâlî Hazretleri’nden günümüze hitap eden yönüyle deişaretleyen Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’ndan öğreniyoruz; daha birçok hususu öğrendiğimiz gibi.
Demek ki “fıkh”, “ilm-i fıkh”ı da kapsayan geniş bir kavramdır ve “İslâm olma” ile “İslâm fıkhı” aynı şey demektir. “Ümmetim 73 fırkaya ayrılacaktır; 1’i kurtuluşta, 72’si ateştedir.” diye buyuran Allah Resulü... Kurtuluş yolu için Doğru Anlayış gerekiyor. “İslâm fıkhı” “İslâm olma” demek olduğuna göre, “İslâma Muhatap Anlayış” davasının da dinden olduğu görülüyor. Nasıl ki, Kuran ve Sünnet’te bulunmayan hususlarda sahabi “içtihad ederim!” derken “muhatap anlayış”ını tecelli ettiriyorsa, ondan sonra gelenler için de bu “olması gereken” olarak görülüyor. Demek ki İslâma muhatap anlayışın tecellisi, dini bir vazife olarak çıkıyor karşımıza...
“Fıkh”ı, “İslâm olma”, “İslâma Muhatap Anlayış”ı kuşanma mânâsına anladığımıza göre, fıkıh olmadan “ilm-i fıkh” olmaz. Yani anlayışta sapma olursa, onun ilmi de sapar; ilim sahibi Vehhabî, Şiî, Mutezilî olanları biliyoruz ve Doğru Yol anlayışını kuşanmadan ilim öğrenmeye çıkanlara da “dalâlette” diyoruz... “Ehl-i Sünnet” ve “Ehl-i Bid’at” ayırımı gibi... İslâm fıkhı, İslâma Muhatap Anlayış... İslâma Muhatap Anlayışı yenileyenler ise, Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu; biri “nasıl”ı, diğeri “niçin”i çerçevelemiş... Bir aynıyetin birbirine denk iki kanadı, BD-İBDA İslâma muhatap anlayışı...
Mütefekkir yetiştiren mütefekkir Necip Fazıl tarafından “Beş asırdır beklenen fikir kahramanı namzedi” olarak karşılanan Salih Mirzabeyoğlu, engelcileri eze eze, statükoyu yıka yıka geliyor; yeni bir “şuur süzgeci” ile, yeni bir dil ve diyalektikle, yeni bir fıkıhla geliyor. Üstad, “Hiç kimseye hiçbir şey borçlu değilsin’” demişti Kumandan Mirzabeyoğlu hakkında; yeniden inşa için, sıfırdan gençliğini yoğurup İslâm stratejisini kurması için, yepyeni bir anlayış-sistem kurması için... 500 yıldır beklenen fikir kahramanının “Kültür Davamız” adlı eserini de Üstad şöyle karşılamıştı:
-“ Cumhuriyet sonrası kavruk nesillerin ilk ciddi fikir sesi ve ilk çileli nefs murakabesi...”
Diğer taraftan, “Kuran’dan yapacağız!” diyen kaynakçılar “muhatap anlayış şart değil dese bile, aslında böyle diyerek de kendi muhatap anlayışlarını göstermiş oluyorlar... “Kaynakçı-mealci”lerin muhatap anlayışına göre, Sünnet’e, İcma-ı Ümmet’e, Kıyas-ı Fukaha’ya gerek yoktur, Ehl-i Sünnet’in hak mezhebine-yoluna gerek yoktur. “Tasavvuf” onlara göre şirktir; ama kendi imamlarının (İbn-i Teymiyye, M. Abduh vs.) rehberliğini kabul ederler ve onların vasıtalığına bir şey demezler. Kaynakçıların muhatap anlayışları da “mezhepsizlik mezhebi” olmakta ve kendi sapık anlayışlarını dayatmaktalar; ve bunu da “Kuran’dan yapıyoruz!” şeklinde kulağa hoş gelen bir yalanla yapmaktalar. Fatiha sûresindeki “Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım bekleriz.” ayet meâlini ve diğer ölçüleri de, dış yüzden mantıkî hissini verici şekilde şeytanî yollarına delil diye gösterirler. İslâm’da aklın yerini ve sınırını bilmeden, “akıl hezeyanı”na düşerler; bir nevî “akılsız akılcılar” bunlar...
Dediğimiz gibi, herkesin bir muhatap anlayışı var. Biz diyoruz ki, Kurtuluş Yolu’na bağlı her örgüsü tezatsız bir dünya görüşüne bağlanalım ki, amellerimiz boşa gitmesin! Eğer İslâma muhatap anlayışımız olmazsa, eşya ve hadiseleri İslâma göre nasıl yorumlayacağız ve hangi fikirlerle mücadelemizi sürdüreceğiz?
Çağımızda kendisiyle yürüyeceğimiz ve böylece kendisini de yürüteceğimiz İslâma muhatap anlayışımız ne olmalı; bakış açımız, tavrımız ne olmalı? İslâm’ın değişmez ölçülerini nasıl anlayacağız; yani “ölçülendirme ölçülerimiz” nelerdir, “diyalektik ölçülerimiz” nelerdir?
Bize dayatılan demokrasi, liberalizm, sosyalizm, sivil toplum, küreselleşme, modernizm-postmodernizm, budizm, şamanizm,reformizm vehhabîlik, Reşat Halifecilik, milenyum dinleri vs. şeklindeki felsefî- siyasî- içtimaî- dinî cereyanlara karşı muhatap anlayışımız ne olmalı? Reddettiğimiz Amerikan önderliğindeki Yeni Dünya Düzenine karşı çıkarken,bizim Yeni Dünya Düzenimiz ne olmalı? Kuru kuruya değil; antitezlerimizi çürütücü teklifimizle er meydanında görülmeliyiz... Kısaca, İslâm’ın ölçüleri ışığında yeni meselelere yorumumuz gerekiyor; yani fıkhın yürüyen hâli, yeni bir fıkıh gerekiyor... İşte bu açılardan “muhatap anlayış” hayatî öneme haiz.
Demek ki, soru, “İslâm’a muhatap anlayış olmalı mı?” değil, “İslâm’a muhatap anlayışımız ne olmalı?” şeklinde olmalı! Bir dünya görüşü çapında; zâhir-bâtın, diyalektik, edeb, tevil, ahlâk, estetik, aşk-vecd, dost ve düşman kutupları, soylu siyaset, hikemiyat, hukuk ve iktisat ölçüleri işaretlenmeli, hedeflenmeli, istikametlenmeli...
İslâm fıkhı denince, onun “olmazsa olmaz” şartı olan İslâm diyalektiği akla geliyor. Çünkü İslâm anlayışının sistemleşmesi için diyalektik şart. İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu, “İslama Muhatap Anlayış” adlı eserinde bu hususu şöyle ifade ediyor:
“Davada ‘esas’ daima yerinde ve sabit, diyalektik ise zaman ve mekâna göre yer değiştirici ve hareketli olduğuna; ‘esas’ alta göre usûl mevzuu, ‘usûl’ ise alta nisbetle ‘esas’ı belirttiğine göre, İslâm esaslarına nisbetle usûl belirten Büyük Doğu anlayışına nisbetle İBDA mihrakı, ona uygun usûl metod ve diyalektik’i gösterme durumundadır.”
İBDA Külliyatı boyunca diyalektik ölçülerimiz billurlaştırılmış ve dil-mânâ alanımız oluşturulmuştur. Kurtuluş Yolu hakikatine uygun yanaşabilmenin “esas” ve usûl”ü gösterilmiş, zihinlerdeki karışıklığı ve bid’at-sapmalara karşı İslâm’ın temiz anlayışı dünya görüşüyle hisar içine alınmıştır. Zaten “fıkıh”ın “bir şeyin hakikatine nüfuz etme” ve “kendisine hüküm taalluk eden gizli bir mânâya vakıf olma” anlamı var... Selâmet, yani “felâh-kurtuluş”, İslâm’da... Felâh, “dindeki gizliliklerin açık edilmesi” demek. Fıkh’ın mânâsı ile felâh’ın mânâsı örtüşüyor; İslâm olmak için “İslâm fıkhı” şart görünüyor... Zaten Allah “Kulumu eşya ve hâdiseleri teshir etmesi için yarattım.” diye bizzat buyurmuştur.
İslâm’ı İslâm’ın istediği şekilde anlamak için, “Tevil ve Tâbir” ölçülerimiz gerek!.. Herkesin hakikati kendine, hakikatin hakikati nerde?.. “İslâm hukuku” canlı bir hukuktur, ölçüler kıyamete kadar bâkîdir; ama çağın meseleleri karşısında İslâmî ölçüleri pırıldatacak Tatbik Fikri gerekmektedir… Mutlak Fikre nisbetle Tatbik Fikri (İslâm’a muhatap anlayış) çağın mesulü ve şahidi olan Fâkih’in vazifesidir…
Fâkih, “içtihad melekesine sahip olan” demek… Yani, “duygu hâlinde düşünce-his hâlinde fikir” mânâsına… Yeni bir mezhebe gerek olmadığından bu mânâda içtihada gerek yoktur… Yenileyicilik vazifesini bu devirde mütefekkirler yerine getirecektir. Bu mevzuuyla ilgili Salih Mirzabeyoğlu’nun “İBDA Diyalektiği- Kurtuluş Yolu” ve “Sahabîlerin Rolü ve Mânâsı” adlı eserlerine bakılabilir…
“Fıkıh” ve “fâkih” kavramları gibi “ilim” ve ulema” kavramları da günümüzde yanlış anlaşılmaktadır. Birçok dinî mevzuu ve meselelere de “şuur süzgeci” oluşmadığı zaman yanlış yorumlar getirilmektedir. Bağlı olduğumuz fikir mihrakımdan imân-akıl ilişkisini belirtelim hemen: İmân, akla üstün. Akıl, ruha bağlı bir keyfiyet ve “İslâm kalbin yolu…” İmâm-ı Gazâlî Hazretlerinin büyük çilesi sonunda ulaştığı gibi: “Gördüm ki, Peygamberlik tavrı aklın ötesindedir.”
İlmin de bir gayesi olmalı ve bağlı olduğu imân ve fikir mihrakına hizmet etmeli. Şunun altını çizelim ki, İslâm’ı, ilme tasdik ettirmek, ilmi putlaştırmak mânâsına gelir… Bunun için “ilim edeple olur” demişler… “Din edeptir; edep ise hadlere riayettir” ölçüsünü biliyoruz… Edep ölçüleri söz konusu olunca, “diyalektik-edep ve tevil” ölçülerinin billurlaşması şartı akla gelir… Kısaca, İslâm diyalektiğini bilmeden edep ölçüleri de tecelli edemez…
Fıkh’ın sadece zâhir bilgisinden ibâret olmadığını şundan da anlayabiliriz: “Fıkh’ı bâtın” var, “fıkh’ı zâhir” var… Demek ki, fâkihin hem zâhir, hem bâtın tarafı olacak… 
Mehdîyet mevzu… Osmanlı’nın son şeyhülislâm’ı büyük muzdarip Mustafa Sabri Efendi Üstad Necip Fazıl’a “Beklenen mehdî sensin!” demişti… BD-İBDA fikir ve aksiyon mihrakı, mehdîyet mevzuunu, meselenin ciddiyetiyle mütenasip ele alıp, işin dedikodusundan uzak kalmıştır… Mehdî, yenileyicidir, savaşçıdır ve bu vasıflarıyla İslâm’ın iktidarını kuracaktır. Mehdîyet mevzuunda hemen şu sorulmalı: “Yenilenen ne, yenileyen ne?..” Biz bu soruyu Allah’a şükür cevaplamışız: Yenilenen İslâm’a Muhatap Anlayış, yenileyen ise BD-İBDA fikir ve aksiyon sistemidir… “Hiç kimseye bir şey borçlu olmayan!” İlm-î Ledün sahibi fâkih Salih Mirzabeyoğlu, “mehd” kelimesinde kâinatı toplayarak tevhidle tecrit sırrını tecelli ettiriyor. Son eseri Furkan’da iştikak âlimi olarak ebced ilmiyle de mânâları toplulaştırıyor, mehdîlik vasfının gereğini yerine getirmeye devam ediyor.
İslâmca yaşamanın, düşünmenin, hissetmenin, tepki vermenin, tavır almanın, tam imân ve toplum meselelerinin halli BD-İBDA ile… Böyle bir fikir, sanat ve aksiyon mihrâkı, bizi hedefe ulaştıran yoldur. Eğer sistem çapında Tatbik Fikri olmazsa, lokal bazı uygulamalarla İslâm iktidarı sağlanamaz; fikirsiz hareket olamayacağı gibi, Tatbik Fikri olmadan tatbike dair yapılanlar bir mânâ ifade etmez.
***
“Ehl-i Sünnetiz” diyebilmemiz için de İslâm’a muhatap anlayış gerekiyor; çünkü “Ehl-i Sünnet” yani İslâm’ın dosdoğru çizgisinin ölçülerini doğru anlayabilmek için bize “ölçülendirme ölçüleri” gerekiyor, İslâm’a muhatap anlayışın diyalektik, edep, tevil vs. ölçüleri gerekiyor. Demek ki sadece “Ehl-i Sünnetim” demek yeterli olmuyor. Nasıl “Sünnet ve Cemaat Ehli” anlayışı, Fettoş gibi mi, Enver Ören gibi mi, holdingleşen İslâmî (!) cemaatler gibi mi, demokrasi çayırında particilik oynayanlar gibi mi, tasavvuftan bahsedip tehlikelerden yırtanlar gibi mi? Aslında hepsinin muhatap anlayışları onları oralara götürmedi mi ve hallerinden memnun değiller mi?
Günlük hayatımızda “yemek-içmek, ticaret, helal-haram” gibi fıkhî bilgiler bize her zaman lazım ama onlardan daha önemlisi, imânımıza, itikadımıza, düşünce yapımıza âit fikirler fıkhın zarurî kısmına girer ve “ilmihâl” bilgileri olarak temel olur. “Fıkh”ı sadece zahirde anlamak İslâm’ı anlamamaya yol açar; şekille ruh, amelle hikmet birleştirilmezse ona fıkıh denemez. Üstad Necip Fazıl belki bu hususlardan dolayı ele aldığı “İmân ve İslâm Atlası” adlı “ilmihâl” kitabına, “şekil, ruh, amel-hikmet” alt başlığını koymuş ve tebliğci olmaktan ziyade telkinci olmaya gayret etmiş ve aziz davayı papağan ağızlardan kurtarmayı hedef aldığını belirtmiştir. Çağımızdaki ihtiyaca binaen yazılan yeni “ilmihâl”imizin takdiminde bu hususlar belirtilir.
Bir insanın sorduğu sualden zekâ seviyesi anlaşılır. Müslümanın imânına, aşkına, vecdine, düşünce yapısına vs. taalluk eden temel meseleler dururken zahirî bazı ibadetlere iş hasronuluyorsa ve bu tür sorular seviyesinde din işportacıları âlimlik taslıyorsa âhir zamanla ilgili şu hadisi zikretmemiz zaruret olur:
“Âhir zamanda câhil âbidler (ibadet edenler, kendilerini zühd ve sufîliğe verenler) ve fâsık âlimler bulunacaktır.”
İşin “şekil-ruh” ve “amel-hikmet” şartları ve bedahetleri “aksiyon” bütünlüğünde izlemenin ilmî usulünü, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin şu sözünden süzelim:
- “Talebe ilimle fazilet mayasını ruhunda tutturmaya bakmalıdır; yoksa şekil ve kaide ezberciliğinde kalmak hikmetleri kaybetmek olur.”
Günümüzde birçok “müslümanım!” diyen, materyalist gibi yaşıyor; inandığı söylediğiyle yaşadığı arasında ilişki kuramıyor ve “teoride Müslüman, pratikte kâfir” durumu doğuyor. İtiraf edilmese de Seküler (dünyevî) hayat tarzını benimsiyor ve ibadetini de ayrı bir vakitte ve ayrı bir hayat tarzına inanmış olarak yapıyor; gündüz başka gece başka, cemiyet başka camii başka gibi… Bir nevî, “din ve dünya işleri ayrı” zihniyeti yerleşiyor; bu ise Allah’a inandığını söyleyerek Allah’ı dünyadan def etmek ve sadece vicdanlara hapsetmek mânâsına gelir… Neden böle oluyor, neden müslümanın hayattan bağı koparılıyor, iş helal gıda ve bazı ibadetler (oruç, namaz, hac) nevîine hapsediliyor ve diğer alanlardan hâşâ Allah uzaklaştırılıyor?..
Müslümanca yaşanamamasının tek sebebi “İslâm’a muhatap anlayış” eksikliğidir; çünkü eşya ve hadiseler zeminine İslâmca bir yorum ve ona göre İslâmca bir yaşayış ancak İslâm’a muhatap anlayışla mümkün. “Doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olamayacağı” gibi; insan ve toplum meselelerini halleden, kâinata, insana ve yaratıcıya İslâm’a uygun bakabilmenin “ilmî” hâli olan sistem çapında dünya görüşüdür lazım olan. Alanında uzman Müslüman şahsiyetlerin inandığını söylediğiyle bildiği arasında irtibat kuramaması ve verimlerini İslâmcı bir diyalektiğe bağlayamamasının da sebebi aynıdır. İnandığın gibi yaşayamasan bir müddet sonra yaşadığın gibi inanmaya başlıyorsun ve yukarıda yaptığımız acı tesbit doğuyor. İnancına uygun “şuur süzgeci” oluşturamazsan, düzenin “şuur süzgeci”nden öğrendiğine inancın dönüyor. İslâm’ı çelen fikir, sanat ve siyaset faaliyetlerini desteklemiş oluyorsun ve bunu “müslümanım” diyerek yapıyorsun. Müslümanın, İslâm dışı mihraklara, düşünce ve siyasetlere hizmet etmesi acı bir durumdur. Gerçek Müslüman, İslâm’ın güçlenmesi için çalışır, çabalar ve bunun  için de körü körüne değil, basiretle, anlayarak yolunu seçer; muhatap anlayışını özümlemeye bakar, oradan aldığı ipuçlarından hareket eder…
Eğer İslâm’a muhatap anlayışımız olmazsa, Allah’a bakışımızda yamuk olur(dünyevî işlerde Allah’ı unutmamız gibi), dine bakışımızda yamuk olur (dinin girmeyeceği hiçbir saha olmadığını ve İslâm’ın cemiyet dini olduğunu unutmak veya bunu kabul etsek bile eşya ve hadiseler zemininde gösterememek gibi), Peygambere bakışımız da yamuk olur (Kur’ân’ı getiren postacı derekesine indirmek ve O’nu şariî olarak görmemek gibi), sahabilere de bakışımız yamuk olur (sadece kahraman fertler olarak görmek ve içtihad ehliyetlerini ve gökteki yıldızlar gibi olmalarını, yani ümmetin temel yapısı ve temel taşı olduklarını idrâk edememek gibi), mezheplere de bakışımız yamuk olur (“Asr-ı saadette var mıydı?” ahmaklığına düşülüp, Kur’an ve Sünnet ölçülerini çerçeveleyip, Bid’at yollarından İslâm’ı koruduğunun anlaşılamaması gibi), tasavvufa da yamuk bakışımız olur (keramet ve harikalar gösterisi zannedip, İslâm’ın derinlik buudu olduğu anlaşılamaması gibi).
İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun telegram-zihin kontrolü dahil türlü musibetlere uğraması ve rastladığımız Hadis-i şerif meâli:
“Musibeti en şiddetli olanlar, en iyi olan kimselerdir. Musibetlerin şiddeti, kişilerin iyilik dereceleriyle orantılıdır.”
Bütün bu işkencelere rağmen, acıya ve zorluğa katlanan, muharebede şecaat gösteren, başkasının öğrenmesi için takad getiren ve eserlerini zindanda da veren Salih Mirzabeyoğlu’nun, sabrının zamanımıza âit mânâsını İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinden öğrenelim:
- “Mehdî’nin efdaliyeti Allah indindeki rıfatından değil, gösterdiği sabırdandır!”
İBDA, Büyük Doğu’nun zahiri, Büyük Doğu, İBDA’nın bâtını ve BD-İBDA’nın üzerindeki tuğra isim Büyük İrşad Kutbu Es-seyyid Abdulhakîm Arvasî Hazretleri’dir… Eğer kalde yani lafta kalmak istemiyorsak, “hâl-varoluşan tarzda bilmek” istiyorsak, “idrâk-irfan-anlayış” davâsını şuurlaştırmalıyız… Kısaca mürşidimiz Salih Mirzabeyoğlu, zikrimiz ise İBDA fikriyatıdır… 
  
Ocak 2006
Aylık Dergisi 16. Sayı

Gözden geçirilme tarihi: Mayıs 2014