29-30 Kasım - 01 Aralık-2013 arasında gerçekleşmiş olan VI. Dini Yayınlar Kongresi - İslâm, Sanat ve Estetik Sempozyumuna katıldım.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın düzenlediği İslâm Sanat Kongresi’nde verilen mesajlar olarak muhteşem geçti.
Üç gün devam eden kongrenin özetle sunumu şöyleydi:
Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez konuşmasında, “Sanatın her türlü tanımın üzerinde kalmayı başaran anlam ve derinliği, bugün fiili gerçekliğimiz içinde yeniden müzakere konusu yapılmaya başlanmış ve İslami gelenek içinde kalma ısrarıyla kendini sürekli yenileyen bu formun yeniden ele alınarak tahkim edilmesi yönünde geniş ölçüde bir mutabakat sağlanmıştır. Tüm iyi niyetli çaba ve gayretlere rağmen hem sanatın geleneksel formlarının sürdürülmesi hem de yeni olanın keşfi konusunda, çağdaş dünyada yeterli bir düzeyde varlık gösterilebildiğinden söz etmek zordur. İslam sanat ve estetiğinde başlıca kaynak, Kur'an ve nebevi mirastır. Kur'an, ebedî bir mesaj olarak estetik ve sanat olgusuna ontolojik bir değer atfetmektedir. Kur’an’da yer alan “hüsün”, “cemâl”, “zînet”, “bedî’”, “halk” gibi kavramlar İslam’ın estetik ve güzellik algısının temellerini teşkil eder. Hz. Peygamber (sas), sözlerinde ve davranışlarında estetiğe önem vermiştir. İlk Müslüman nesiller sanat ve estetiğin öncü adımlarını atmışlar, onları izleyen kuşaklar, sanat ve estetiğin şaheserleriyle adeta yeryüzünü donatmışlardır. Ancak modern zamanlarda Kur’an-ı Kerim ve nebevi öğreti estetik açıdan yeterince tahlil edilememiştir. Sanat eserleri, Allah ile aramızdaki iletişimin daha farklı ve zengin bir şekilde kavranabilmesi için bizlere görme, duyma, algılama ve düşünme imkânları sunmaktadır… İslami estetik algının şuur alanı, varlık ve hakikati merkeze alarak görsel, işitsel ve mekânla her türlü biliş, kavrayış, buluş tecrübemizi olgu-değer bütünlüğü içinde buluşturan bir genişlik ve derinliğe sahiptir. Bin yılı aşkın bir süredir milletimizin sanat ve estetik algısını oluşturan en güçlü kaynak İslâm medeniyeti olmuştur. Mimarîde ve diğer sanat dallarında ortaya konmuş nadide eserlerle insanlığa yepyeni bir boyut getiren Türk-İslâm sanatını biçimlendiren fikir, temelde İslâm inancıdır. Din dilinin sanatsal formlar aracılığıyla zenginleştirilerek ihya edilmesine özen gösterilmelidir. Çocuk ve gençlere klasik sanat konulu eserlerin nasıl sevdirileceğine dair ortak çalışmalar yapılmalıdır… İslam sanat müktesebatının ulaşılabilir kılınması için bir İslam sanatı kütüphanesi ve müzesinin kurulması elzemdir. İslam sanat müktesebatını değerlendirmek ve yeni ufuklar ortaya koymak üzere ilgili fakültelerle işbirliği içinde bir araştırma birimi veya merkezi kurulmalıdır.” Diyerek sanat meselesini farklı açılardan ele alıyor ve sanatın ayakta kalabilmesi için de bazı çalışmaların olması gerektiğini söyledi.
Dinlenme aralarında Doç. Dr. Can Habip Türker ile röportaj yaptım. Müslümanlar nezdinde sanata karşı bakılan kör algıyı kırmak konusunda sorular sordum. Kumaşı nereden alırsak alalım onu kendi biçimimize göre kesmemiz gerektiğini, tasavvufun İslâm medeniyetinin yüz akı olduğunu ve İslâm sanatının ideal bir birliktelikten doğacağını anlattı. Hegel’in ise bize çok yakın olduğunu, vahdet-i vücut meselesini onun okuduğunu düşündüğünü ve Hegel’in geniş manada vahdet-i vücut yönünden incelenip, araştırılması gerektiğini söyledi. Bu meseleleri geniş anlamda röportajda verdik.
Prof. Dr. İlhan Kutluer, tasavvufta estetik algı konusuna “takva sahibi olursanız Allah size öğretir” hadis-i şerif mucibince üzerinden estetik bahsini “takva olmak” üzerinden anlattı.
Prof. Dr. İlhami Güler, konuşmasında “sanatın ahlâkî bir eylemden ayrıştırılamayacağını, sanatın kendi başına tahsil yapmaktan gelmediğini, sanata sadece haz olarak bakmanın korkakça, alçakça bir şey olduğunu söyledi.
Doç. Dr. Ekrem Demirli, İbn-i Arabi’nin metafizik anlayışında insan, Allah hakkındaki gerçeklik delilidir. Arabi, bütün tasavvuf tarihinde en önemli eseri olan Fusus'ül Hikem’i bu anlam üzerine yazmıştır. Bu eserde “Allah’a delil insandır” bahsinden hareketle Adem ile Havva meselesini epistemolojik bir çerçevede ele alır ve bu ilişkiyi eşine az rastlanır bir yorumlamayla anlamlı bir delil olarak koyar. İbn-i Arabî’nin metafizik dünyasında insan ve insanın dünyası Allah hakkındaki gerçek delilidir. İslâm, tasavvufu ruh-beden, madde-mana, kadın-erkek, dünya-ahiret arasında ortaya çıkan bir karşılaşma ve çelişkisini ortadan kaldırarak anlayışı, metafizik ilişkisine döndürmüştür. Başka bir deyişle tasavvuf, köyde ve inzivadaki zahitliğe karşı, şehirdeki gerçekliği savunarak kimlik kazanmıştır. Bu sayede tasavvuftan beslenen güçlü bir edebiyat, sanat ve insan ilgileri ortaya çıkabilmiştir. Tasavvufta, sanatta ortaya çıkan ürünler ile ilgili yanlış anlamalar hususunda, üzerinde durmamız gereken birkaç nokta var. Sûfîlerin eserinde kullanılan ana temalardan biri olan aşk, tanrının mahiyetidir. Bu kavram doğru anlaşılmadığı müddetçe, Sûfîlerin insanlık, tabiat üzerine durdukları Allah’ı tanıma maksadı taşıyan ilişkinin mahiyeti anlaşılamayacağı gibi tasavvufun kendisi bir tür şiir ve kurgu olarak kabul edilecek; Yunus Emre, Mevlâna gibi pek çok Sûfîler anlaşılmayacaktır ve sadece bir şair olarak görülecektir. Tasavvuf tarafından bu yaklaşım kabul edilemez. Tasavvuftaki aşk, imanı kuvvetlendirme anlamındadır. Aşk, insanı amele götürür. Mecaz ile hakikat arasında mecaz, ancak hakikate ulaştıktan sonra idrak edilecek bir şeydir. Çünkü mecaz ile hakikat arasında irtibat zorunlu olsaydı o zaman her insanın iman ve Allah’a ulaşması zorunlu olurdu. Oysa İbn-i Arabî mecazla ilgili olarak ancak ikinci mertebe anlam taşıyacağını söylüyor. Hz Peygamber’in Hadis-i Şerifinde bu durum “bana kadın sevdirildi” sözüyle izah ediliyor. İbn-i Arabî burada sevmek ile sevdirilmek arasındaki farka dikkatimizi çeker. Hz Peygamber kadını sevmiyor, kadın elbette ki bütün tabiat kendisine sevdirildi. Bu şu anlama geliyor: insanın kendisinden ve tabiatından kaynaklanan bir sevginin, hakikate ulaşması zorunlu değildir. Fakat Allah sevdikten sonra bu sevginin tecellisi olarak âlem insana yeniden sevdirilir. Ve artık mecaz, hakikate döner. Seyr-i süluku tamamlamış olan cümleleri ve düşünceleri Seyr-i süluk etmemiş kimse için geçerli değildir.” Diyerek konuşmasını İbn-i Arabî üzerinden devam ettirdi.
Prof. Dr. Turan Koç, konuşmasında “Bizim geleneksel literatürümüzde, kitablarımızda “estetik” diye bir kavram kullanılmamış olmasıdır. Medrese müfredatında bile buna benzer bir durum yok. Çünkü ecdadımız ve bütün İslâm dünyası anlamında o kadar estetik yaşıyorlardı ki ‘estetik’ kelimesine ihtiyaç yoktu.” Diyerek onların bir “ibda” içerisinde olduğunu, sanatı hakkıyla temaşa ettiklerini vurgular ve “eğer estetikten bahsediyorsak İbn-i Arabi’yi anmadan geçemeyeceğini” söyleyerek İbn-i Arabi’nin estetik bahsini de ele aldı.
Doç. Dr. A. Cüneyt Issı, “kafa karışıklığının Tanzimat döneminde çıktığını, kavramların içinin boşaltıldığını, insanın inanç bütünlüğünün kaybolduğunu” anlatır. M. A. Ersoy’un “Müslümanın yeniden Müslüman olması gerekir” sözünü söyleyerek, sanat alanında da geçiş sürelerimizi anlatır.
Prof. Dr. Alaaddin Karaca, konuşmasında İslâm estetiğinde vahşetin, intiharın, kötülüğün olmadığını, hayatı mestane bir bakışla temaşa ettiklerini, teşhir etmediklerini,  İslâm estetiğinde sözün kısası makbul olduğu için romana, hikâyeye yer vermediklerini, ağırlık olarak hat, ebru, tezhib, oymacılık, resim, şiir gibi işlere odaklandığını anlatır. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Osmanlı’ya karşı alınan tavrı anlatan Karaca, özellikle Türk romanlarında dine karşıtlığı ele aldığını, din adamlarının aşağılandığını ve bunun 30-40 yıl devam ettiğini söyler. Aynı şekilde, Üstad Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’sunu bir başlangıç yolu olduğunu, Cumhuriyete ilk büyük tepkiyi Üstad’ın verdiğini, 1943’ten itibaren çıkardığı Büyük Doğu dergisiyle de bunu gösterdiğini, Tanzimatla birlikte seküler bir pozitivist bir poetika üzerine estetik bina eden, ilk defa laik bir politikanın içinde tekrar dinî eksenli bir politika getirmek için bir direnç gösterdiğini ve poetikasında da ‘şiir, mutlak hakikati aratma ve arama gayesidir’ dediğini vurguladı.
Yrd. Doç. Dr. İnci A. Birol, “Gelenekli Sanatlarda Yeni Arayışlar” üzerinden konuşma yaptı. “Osmanlı hayatı ciddi ve tefekkür ederek yaşadı. Biz ise biçim itibariyle taklid ediyoruz. Temel kavramlar yeniden gözden geçirilmeli. Tasavvufta sanat gaye değil vasıtadır. Geçmiş, yaşanan an için büyük bir potansiyeldir. Yeni hamleler için geriye bakmak güç kaynağıdır.” Diyerek sanatta hem ilerlememiz gerektiğini hem de yeni arayışlar içerisinde olmamız gerektiğini ekledi.
İlk Oturumun Başkanı olan Prof. Dr. Namık Açıkgöz, “zihniyet özgürlüğü için dil özgürlüğü şart” diyerek dil diyalektiğini anlamamız gerektiğine vurgu yaptı.
Doç. Dr. Ahmet Albayrak, sanata, çocuğu ele alarak giriyor. Çocukça bir bakıştan bahsediyor. Cahit Zarifoğlu’nun “Çocuk bizim yitik cennetimizdir” sözünü de önemine binaen hatırlatıyor. “Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk olduğunu” söyleyen Albayrak, “çocuğun tam olarak kalbden ibaret olduğunu, büyüdükçe bu kalbin küçüldüğünü” anlattı.
Cumartesi günü ise dergimizin yayın kurulu üyesi Kâzım Albayrak ile beraber bulunduk sempozyumda. Oturumları taksim ederek ayrı ayrı oturumlarda akademisyenleri dinledik. Kâzım abi Mehmet Görmez’e ve birkaç akademisyene Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “Şiir ve Sanat Hikemiyatı” eserini takdim ederken ben de Prof Dr. Abdulkadir Dündar ile röportaj yaptım. Dergimizde de bulacağınız röportajda, İslâmî çevrede İslam’ı ve Müslümanlığı bilmeyenlerin putla heykel arasındaki farkı” bilmediğine dikkat çekiyor ve İslâm mimarisindeki güzelliklerden bahsediyor.
Hat ve hat yazıları hakkında konuşan Doç. Dr. Savaş Çevik’e Mirzabeyoğlu’nun “Elif” isimli kitabını hediye ettim.
Bu konferans değerli akademisyenler tarafından gerçekleşirken olayın diğer iç yüzü de aklıma geldi: Yüzlerce akademisyenler getirilerek kurulmuş bir organizasyon var; İslam Sanatları Konferansı. Fakat gelenlerin sayısı yüzü geçmiyor. Sonra ağızlarda kurbağa diliyle “niye ilerleyemiyoruz.” Tembelliğini bahanesinde saklayan salt bir anlayışla “hep geride kaldık” kafası…
Salih Mirzabeyoğlu, her şeyden önce estetik idraki başa alırken bu meselelerin farkındaydı. Adamın sanat algısı yok, haliyle İslâm’a da yobazca bakıyor. Dar bakıyor. Kör bakıyor. Harici bir kafa yapısı ile bakıyor: “o yok, bu yok…” hayır, sen yoksun!..
Haricilerin mirasını üzerlerine alan Selefileri de geride bırakmışçasına artık İslâmcı camia da kör “ibda-estetik” anlayışına. Şimdi Selefilerin taşıdığı yobazlık mirasını, biz Müslümanlar almaya çalışıyoruz.
Bu tarz sempozyumlara önem verilmesi gerektiği gibi, okullarda da sanat yönünden farklı yapılar oluşmalı ve daha küçük yaşta sanata bakış açımızı geliştirmeliyiz. Yoksa bu sanat anlayışını hiç idrak edemeyeceğiz, çöl bedevilerinin durumundan hiçbir farkımız kalmayacak.
 
Baran Dergisi 360. Sayı