Sosyal devlet deniliyor ama Liberalizmden vazgeçilmiyor.
Hukuk devleti deniliyor ama kapitalist sistem korunuyor.
İnsan hakları deniliyor ama balkondakiler ve ötekiler ayırımı var. Demokrasi deniliyor ama iktidara göre demokrasi var.
Hürriyet deniliyor ama sisteme uymayanlara aman verilmiyor.
Çalışma hürriyeti deniliyor ama işsizlik kol geziyor.
Bu kavramların hemen hepsi Batı menşeli ve Batı kendi sömürü ve istismarcılığını bu kavramlar altında gizliyor. Onun için bu kavramlar dışı çikolata kaplı zehir oluyor.
Batı, bir yandan tekelci kapitalist devleti doğurdu, diğer yandan da hukuk devleti, sosyal devlet gibi kavramlar icad ederek kendi yanlışını düzeltiyor. Batının yanlışı pratikte değil, temelde ve teoridedir. Kuru akıl harikası Batı, bu yanlışından zerre sapmadan, hep tedavi yollarına gitti. Fakat dediğimiz gibi işin özü aynı kaldı. Batı, teoride de kötüdür, pratikte de.
Zaten Batı felsefesi bunca çile ve arayışına rağmen hakikati bulamamış ki, başkalarına şifa olsun. Batı, hakikati bulamayacağını kabul ediyor ama akıldan da vazgeçemiyor. Çünkü kendini inkar olur bu.
Batının hâlâ ayakta kalmasında iki sebeb var.
Hâlâ aklın hakkını verenin Batı olması.
Batıya dünya çapında bir alternatif çıkmaması.
Henüz dünya çapında bir aksiyona ulaşmasa bile, Batı ve Doğu’nun muhasebesini yapan ve bir dünya nizamı olarak ortaya çıkan BD-İBDA sistemi, Batı’nın dünyayı getirdiği bu çıkmazdan kurtaracak ve Batı ile hesaplaşacak alternatiftir.
Bunu körükörüne bağlısı olduğum bir fikir olarak değil, sorgulayarak teslim olduğum bir hakikatin tesbiti olarak kabul edin. Ve vicdanımın sesi.
Maddiyat çağında vicdan ne?
Bizim vicdan dediğimiz vicdanlarda hapsolunacak bir şey değil, vicdandan, gönülden ve aşktan neşet eden bir ideoloji, bir maddî düzen, bir hayat nizamıdır.
Din, yol demektir. Aslında herkesin bir dini, bir yolu var. Hiççiliğe (nihilizme) inananın da bir yolu, ateizme inananın da bir yolu var! Mühim olan hak yol hangisi, doğru inanç sistemi hangisi? Yoksa maddeci bile maddeciliğini ruhî çaba ile kuruyor. Bu bir bedahet.
Dine inanmayan eğer mukayese yapacaksa, benim İslâm olarak söylediklerimi kendi yüce değerler olarak da okuyabilir. Çünkü herkesin yüce değerleri var. Kimi hayatı kutsar, kimi Batı değerlerini, kim hazzı vs. Aslında maddeci de inandıkları veya peşinde gittiklerine de bir değer atfediyor. Tıpkı benim dine atfettiğim değer gibi. Demek ki burada değerleri mukayese etmek veya tercihler sözkonusu.
Dini vicdanlarda hapsetmek isteyenlerin inandıkları yüce değerlerin soyut olduğunu hatırlatırım. Bir şey önce düşüncede kurulur, değer ve kıymetini bulur ve maddî hayata yansır. Akıla değer vermede böyledir. Liberalizm de böyledir modernizm veya kapitalizm de böyledir.
Şunu söylemek istiyorum: Allahı bir nevî maddî dünyanın dışında görenlerin hayat görüşlerindeki yüce değerler de maddî dünyanın dışındadır. Düşünce ve idealde kurulmuyor mu her şey? Yüce değerler, adalet idesi, iyilik vs. nedir ki? Vicdan ve ahlâk nedir ki?
Batı bu kavramları kullanıyor ama inkar ediyor; kendi materyalist sistemine alt sistem olarak yerleştiriyor. Allaha bağlı kul olmayı kabul etmeyenler, filozofların fikirlerine bağlı olmayı yani filozafları fikirleri kul olmayı kabul etmeleri de acı bir gerçek.
Batının hristiyanlığı eleştirisini aynen İslâma tatbik etmeye kalkan bizdeki yarım aydınlar, her sakallıyı dedesi sanma hatasına da düşmüşlerdir. Hıristiyanlıkla İslâmın ne alakası var? Din diye genelleyen, ucuz tipler bunlar.
Allah telakkisine “Göksel” deyip yeryüzüyle alakası olmadığını ve insanın aklının her şeyi çözeceğini söylüyorlar ve birbirini nakzeden felsefeler üretiyorlar. “Göksel” diyerek kendilerini “yersel” gören ve yeryüzünün işlerinde Tanrıya gerek olmadığını iddia edenlere, her insanın en temel sorusu olan “nereden geldik, nereye gideceğiz?” diye sorsak, cevap veremezler. Madem bu temel soruyu cevaplamadınız bunca felsefe niye?
“Hayatın bir anlamı yoksa yaşamak niye?”
Hâlâ “yüce değerler”, “iyilik”, “doğruluk” diyorlarsa bunlarda metafizik kavramlar ve hatta göksel de sayılırlar,
Bizim teklifimiz ise, Allah inancıyla fakat kendi tefekkürleriyle çağımızın meselelerini çözen ve yüzdeyüz yerli iki mütefekkir olan Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’nun beyin ürünleri ve yeryüzüne dair fikir ve projelerdir. Fikir, nazar, delil ve ispat yükünü tezatsız bir mimarî içinde gösterilmesidir. Yani, son derece somut teklifler ve “yersel” ama gökleri de inkar etmeden.
Batının 5. sınıf taklitleriyle o da 2-3 asır önceki fikirleriyle bize karşı çıkanların yerli diyebileceğimiz sistem çapında böyle bir çalışmaları da yok maalesef.
Baştaki mevzuya dönersek: Batı’nın sihirli sözü “Hukuk devleti” ne demek “Sosyal devlet” ne demek? Bunlar zaten devletin tabiî karakteri olması gerekmiyor mu? Şöyle tuhaf bir tanımlamaya benziyor bu: Erkeklik organı olan erkek veya dişi olan kadın…
Demek ki batının modern anlayışının sonucunda devletle hukuk ayrışmış, devletle sosyal vazifeler ayrışmış ki bunlar yan yana getirilip vurgu yapılıyor. “Hukuk devleti”, “Sosyal devlet” diye.
Devletin olmazsa olmazı olan vasıfların, yeni bir devlet anlayışı olarak ortaya çıkarılmasını yadırgıyorum ve diyorum ki hukuksuzluğunda, sosyal olmamanın da sebebi bu kavramı-bu terkibi ortaya çıkaranlardır.
“İnsan hakları” kavramını da bu açıdan eleştireceğim. Ne demek insan hakları? Hiç insan, insan olma hakkından ayrılabilir mi? bu tabiî bir şey. Batı, insanı yeni mi keşfediyor? İnsan denince başka ne anlaşılır ki? “İnsan hakları” kavramının içini seküler bir anlayışla doldurulduğunu ve aslında insanın bir yönünü inkar ettiğini ve protez bıraktığını da belirtelim. Tıpkı hukuk, sosyal, demokrasi kavramlarının kendi sapkın anlayışlarıyla doldurdukları gibi.
Batının hukuk ikiyüzlülüğüne yani bize hukuk ilizyonu diye sunduklarına üç önemli misal:
Soykırım ve insanlığa karşı suç kavramı, bir Yahudi hukukçunun Nazi katliamına karşı ortaya attığı bir kavramdır ve kendileri için çıkarılmıştır.
İnsan hakları kavramı da, nazizme ve faşizmin fertleri baskı altına almasına karşı yani ll. Dünya Savaşından sonra çıkarılmıştır. Peki kapitalist sistemin fertleri özgürleştiriyorum derken bireyselleştirip, yalnızlaştırıp, nefsanileştirip sisteme köle etmesine ne demeli?
Terör kavramı ve suç tanımı da, Filistinlilerin 1967 yıllarında uçak kaçırma eylemlerine karşı İsrail ve Batı tarafından ortaya çıkarılmış ve statükoyu yani emperyalist sistemi koruyan bir kavram ve suç tipidir.
Her şeyi markalayıp kendine mal etmekte ve kendi sapkın anlayışına alet etmede üstün bir diyalektiğe sahip olan Batı, meydanı boş bulmanın avantajıyla da istediği gibi at oynatmaktadır. Bir de utanmadan sıkılmadan Yeni Dünya Düzeni diye ortaya çıkabilmektedir. Yeni dediğine göre bir eskisi var. Eskisi ne idi ki yenisini güya sunuyor. Yenisinde yeni ne var ki? Hiçbirşey. Kocakarıyı makyajlayıp genç kız diye bize sunuyorlar kendileri de inanmıyorlar zaten. Ellerindeki enformasyon ağıyla dünyayı istedikleri gibi yöneteceklerini ve istedikleri imajı vereceklerini düşündüklerinden olsa gerek.  Hangi ciddi akademisyen, hangi fikir ve sanat adamı Amerikanın Yeni Dünya Düzenini bir dünya görüşü haysiyetinden değerlendirir ki?
Hristiyanlıkla karıştırılmaması için söylüyorum İslâm dini bir hayat nizamıdır ve dünya içindir. Yani vicdanlara hapsolmak için değildir ve İslâm hukukunda yeni mevzu ve meselelere tatbik edilecek esneklik vardır. Yeterki üstün fıkıhçılar ve hukukçular çıksın. Mütefekkirin fakih manası olduğunu da hatırlatalım.
Ayrıca şunu belirteyim ki, İslâmda hürriyetler esas, sınırlamalar istisnadır ve bundan dolayı değişen hayata tatbiki mümkündür. Yeterki her çağda tatbik Fikri oluşturulsun. Bunu da şunun için söylüyorum. İslâmda kilise gibi ruhban sınıfı olmadığı gibi, İslâmın hayata yön vericiliği, hak ve adalete göre yaşama düsturları olup, kilise gibi tasallutu söz konusu değildir. İçki ve zina gibi yasakları diyenlere şunu hatırlatırız ki, mevcut Batıcı düzenlerde de uyuşturucu gibi bir çok yasaklar vardır ve İslâm düzeninde yasaklar daha azdır. Keskin görülen bir yasağı da izah etmek ve savunmak istiyorum: İslâmda kısas vardır ve “Kısasta hayat vardır” diye buyurur Kuran-ı Kerim. Öldüreni öldürmekte hayat vardır. Çünkü böyle bir cezada caydırıcılık vardır ve bu caydırıcılık belki de bir çok hayatı kurtarır. Katile idam cezası vermeyen düzenlerde mi daha çok insan öldürülüyor, yoksa adaletli bir sistem içinde katile idam cezası veren düzende mi? Şunu da ilave edeyim ki, bu düzen içinde idam cezasını savunmam, çünkü adaletli bir düzen olmadığı zaman suçsuz insanların canına kıyılabilir. Neticeyi kelam, hakikatiyle uygulansa kısasta hayat vardır. Suçsuz yere cana kıyan, tabiî ki bedelini ödemeli. Aksi vicdan ve adaleti zedeler ve cinayetleri artırır.
Dine körü körüne mi teslim olduk?
Hayır, dine sorgulayarak teslim olduk.
İslâmda sorgulamadan inanmak yok. Neye inandığını bilmeden  iman olur mu hiç? İslâmda hürriyet, hakikate esarettir. Hakikate teslimiyet… Hakikate teslim olmayanınki eşek hürriyeti.
İslâm körükörüne değil basiretle bağlanmayı emrediyor ve buna “tahkiki iman” diyor. Allah Resulü sahabelerdeki vesveseyi sorgulayıcı tavrından dolayı “imanın kemali” olarak vasıflandırmıştır. Muhyiddin-i Arabî Hazretleri, “küfrün kaynağını bilmeyen gerçek imanda olamaz” diye işaretliyor bu hususu.
Yarın değişeceğini bile bile bugün “çağdaş” diye bazı fikirlere inanmanın yanlışlığı mevzuuna temas edelim.
Bugün çağdaş denilen fikirlerin yarın çağ dışı olacağını bile bile Batılı fikirlere ve onların icadı kavramlara sorgulamadan inananların, Müslümanların itikadını sorgulamaya kalkmaları da ikiyüzlülüktür. Önce kendi inandıklarına sorgulasalar ve ondan sonra İslâma laf söyleseler.
Şunu açık yüreklilikle söyleyebilirim ki, İslâmda sorgulama ve tahkik, hiçbir sistem ve rejimde olmayacak kadar sınırsızdır. Öyle ki akıl kopacak kadar gerilir ve sonunda aklın üstüne sıçranır. İşte Batıyı asırlardır ışık saçan İmam-ı Gazali, işte Muhyiddin-i Arabî ve işte çağımızın mütefekkirleri Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu; zıt fikirleri dahi en ince elekten geçirdikten sonra sistemlerini kurmuşlar.
İBDA’ya körükörüne bağlanılması istenmiyor, bilakis telkinle alınanın tahkikle bulunması isteniyor. Herkesin branşlaşması isteniyor, mevzuunda derinleşmesi isteniyor. Batıda okuyan insan İncillerdeki çelişkileri görerek dinden çıkarken, bizde okumayan insan, İslâmın ilk emri oku olduğu için, dinden uzaklaşır.
Demek ki İslâm olma ile İslâmı bilme aynıdır. Ve çağımızın İslâma muhatap anlayışını sorgulayarak bulmak ve şuurlaştırmak ve bayraklaştırmak zorundayız. 

Aylık Dergisi 82. Sayı