Kimi zaman öyle bir halde oluruz ki, hayata dair bütün ümitlerimizi kaybetmişizdir. Dayanak noktalarımız yıkılmış, hiçbir şeyden tat alamaz olmuşuzdur... Nefes almak adeta bir züldür. Gayelerin gayesi yolunda canını harcamamanın getirdiği utanç ve zillet seni sarıp sarmalamıştır. Şeytanın seni kıskıvrak pençesine aldığı anlar silsilesi sürüp gitmektedir. Müslüman olamamanın ve Müslümanca yaşayamamanın can sıkıntısı boğup durmaktadır. Elbette Allah’tan ümit kesilmez, elbette Allah’tan ümit kesmek küfürdür. Bunu kalpten bilir ve inanırız. Dedim ya insanız ve acziyetimizi idrak nisbetinde insanlıktan nasip alırız. Maalesef böylesi halleri yaşamaktan da kendimizi alamıyoruz.
Bu hâlde yürürken uzaktan nur sakallı bir ihtiyar görünür. Küfrün üzerine oluk oluk aktığı İslâmî tahassüsün olmadığı mekânda o ihtiyarın sana doğru yürümesi seni bir anda bambaşka diyarlara götürür. Biliriz az olanlar çoklara, yürüyenler duranlara, küçükler büyüklere selam verirler. O ihtiyara selam vermek geçer içinden. İslâm öyle emrettiği için bunu bir vazife şuuruyla yapmak gerek. Dedim ya hayattan kopuksun; kendi içine dalıp ümitsizlik içinde yürürken nur yüzlü ihtiyarı unutup gidersin ve selam verme vazifeni yerine getiremezsin. Ve bir anda müthiş bir olay unuttuğun selam vermediğin o ihtiyar içi eriten kadife yumuşaklığında bir sesle sana selam verir ve sessizce bir gölge gibi geçip gider. Aman Allah’ım sana şükürler olsun. Demek bende Müslüman bir görüntü var ki o ihtiyar bana selam verdi. Demek o ihtiyar selam vererek “selametle yürü” diyor ve benim Allah’ın koruması altında olmamı istiyor. Yeniden doğmuş gibi olurum. Ve hayata sımsıkı sarılırım. Güneş içimden doğup yeryüzüne taşar sanki. Bütün bunları niçin anlattım dersiniz. Kudüs müftüsünün dergimizde gördüğüm sureti bende yaşadığım bu duyguları hatırlattı da ondan. Allah hepimizi “mü’min mü’min e baktıkça Allah’ı hatırlatır” ölçüsünden pay sahibi kılsın.
Geçen hafta Ali Ulvi Kurucu’nun hatıratından merhum Emin el-Hüseynî’ye dair bölümleri ilginize sunmaya başlamıştık. Bu hafta kaldığımız yerden devam ediyoruz.
 
Osmanlılar ve Fransızlar
Filistin Müftüsü Emin el-Hüseynî, bir seferinde bu bahiste uzunca bir sohbette bulunmuş, başından geçen bir hadiseyi bizlere şöyle anlatmıştı: “Osmanlı Devleti, adil, insaflı ve kanatları altında barınan milletlere karşı çok cömert ve hürriyet verici bir devletti. Fakat onu yıkmak, böylece İslâm diyarlarını işgal edip sömürmek isteyen İngiliz, Fransız, Rus ve diğer düşmanlar, kendi kültürlerinin tesiri altında kalan Müslüman aydınlara bunun zıddını telkin ediyorlardı.
Bir keresinde, devletlerarası kongrelerden birinde idik. Bir Cezayirli ile bir Tunusluyu konuşurlarken gördüm. Fransızca konuşuyorlardı. Kendilerine şöyle latife ettim: ‘Yahu ben yanınızda Filistin Müftüsüyüm; sizler iki Arap’sınız; toplantımız Arap devletlerinin meselelerini görüşme toplantısı; ama sizler Fransızca konuşuyorsunuz. Bu nasıl iş?’ ‘Hocam, mazur görün’ dediler. ‘Bizim kültürümüz Fransızcadır. Arapça avam lisanını konuşabiliyoruz. Fakat derin mevzuları ifadeye Arapçamız kâfi gelmiyor. Fransızca konuşmaya mecbur oluyoruz. Böyle yetişmişiz…’
‘Fransa sizin ülkelerinizde ne kadar kaldı?’ ‘Yüz sene kadar.’ ‘Peki, Osmanlılar kaç sene kaldı?’ ‘Dört yüz seneden fazla…’ ‘Acaba sizin dedeleriniz, babalarınız, sizin böyle Fransızca bildiğiniz gibi Türkçe bilirler miydi?’ ‘Hayır.’
Osmanlı Olmasaydı
Onlar öyle cevap verince, ben de fırsatı kaçırmadım: ‘Yahu adamlar yüz senede size ana dilinizi unutturmuş, kendi lisanıyla konuşmaya mecbur hale getirmiş de Osmanlı dört yüz senede sana kendi lisanını zorlayıp öğretmemiş… Üstelik kendi gençlerine Arapça öğretip sizin beldelerinize vali, kaymakam, kadı, hâkim göndermiş… Bu devlet mi istilacı, bu devlet mi sömürgeci?’ Benim böyle heyecanlı konuşmamı duyanlar, görenler de yanımıza gelip toplandılar. Ben de fırsat bu fırsat deyip gerekenleri söyledim. Kardeşlerim, şunu bilin, bugün bizim isyanlarımızdan dolayı paramparça olmuş, iftiraya uğramış, kadrü kıymeti bilinmemiş o Osmanlı Devleti olmasaydı, bugün hiçbirimiz olmazdık. Hepimiz, ya Fransızca, ya İspanyolca, ya Portekizce ya da İngilizce konuşan birer yabancı olacaktık. Ne Müslümanlığımız kalırdı ne de Arapçamız.
İspanya Bugün Ne Halde?
Osmanlı Devleti, İslâm âleminin muhafızlığını deruhte etmeseydi, yükünü üzerine almasaydı; Fas, Tunus, Cezayir, Libya, Mısır, Sudan; baştanbaşa Afrika, çoktan bir Endülüs haline gelmiş olurdu… Endülüs’te yedi yüzyıl yaşamış İslâm medeniyetinden, bugün İspanya yarımadasında birkaç harabeden başka ne var? Orada tek bir Müslüman bile bırakmayıp hepsini yok etmediler mi? İşte Osmanlı olmasaydı, Afrika da tamamen o şekle girecekti. Yalnız Afrika mı, Balkanları beş yüzyıl elinde kim tuttu? Haçlı seferlerini kim durdurdu? İstanbul ve Anadolu’yu kim Müslümanlaştırdı? Bu sayede, Hristiyan ordularının yolunu kim kesip Arap ülkelerini kim korudu? Akdeniz’de dört yüz sene emniyeti kim temin etti?.. Daha neler neler…
Osmanlı ve Hilafet
Osmanlı neden hilafeti aldı da bu kadar mesuliyeti, zahmeti, masrafı, fedakârlığı yüklendi? Bunun sebebi din duygusundan, Haremeyn’e duyulan sevgiden başka bir şey değildi… Yavuz Selim, Mısır’ı fethettiği gün, Abbasi halifesi geldi ve şöyle dedi: ‘Sultanım, halife demek, Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve selemin vekili demek. Bütün Müslümanların maddî manevî varlığını koruyacak, tecavüz ve taarruzdan masun ve mahfuz kılacak makam demek. Bunun için güç ve kuvvet lazımdır. Benim bir gücüm ve imkânım yok. Kendimi korumaktan bile acizim. Elimde ancak Emanat-i Mukaddese var. Sadece onun bekçisiyim…
Dolayısıyla ben bu yükü taşıyamam; gereğini yerine getiremem ve getiremiyorum. Allah’tan korkar, Resul-i Ekrem’den utanırım. Hilafeti benden al. Mukaddes emanetleri sen sakla. Ben sana biat etmeye geldim…’ İşte son Abbasi halifesi bunları söyleyip, Yavuz Selim’e hilafeti ve kutsal emanetleri verdi.
Yavuz Selim’in Sözleri
Sultan Yavuz Selim, Mısır fethinden dönerken, Halep’te Camii Zekeriya’da Cuma namazı kıldı. Hatip efendi minberde hutbe esnasında, adet üzere zamanın sultanına dua ederken, onun için ‘Fatih’ül-Haremeyn, Hakim’ül-Haremeyn’ sıfatlarını da kullanmıştı. Bunun üzerine, kabri cennet olsun, Hazret-i Sultan, derhal hatibe müdahale etmiş ve ‘Muhterem hatip efendi, hutbe esnasında konuşulmaz, biliyorum. Fakat çok mühimdir; şunu tembih ediyorum: Fatih ve hâkim sıfatlarını kabul edemem. Hâdim’ül-Haremeyn deyiniz. Ben, Mekke ve Medine’nin, haşa, fatih veya hâkimi değil, sadece bir hadimi, hizmetkârıyım. Mukaddes beldeleri fetih ve işgale değil, oralara hizmet etmeye geldim…’ demiştir. Bu unvan o şanlı Sultan’ın kıyamete kadar, en büyük şerefi ve iftiharı olacaktır. İnşaallah.
Kum Deve Hurma Sıcak
Yabancıların bizlere telkin ettiği, bizim de incelemeden alıp kullandığımız, şu Hicaz’ı sömürme işine gelince… Petrolden önceki günleri düşünün, oraların kumdan, deveden, hurmadan, çölün sıcağından başka nesi vardı? Osmanlı bunların hangisini alıp sömürecekti? Bir litre bile petrol alamadan ve almayı düşünmeden, beş yüz sene hizmet ettikten sonra, buraları bırakıp gitmeye mecbur kaldı. Osmanlı cihan harbinin sonunda, beş yıl savaşıp bitap perişan düştüğü sırada yani devletin yıkılmasından birkaç sene önce en acıklı zamanlarında bile, Hicaz’a sürre göndermeye devam ediyordu. Hicaz’daki bütün kabilelerin şeyhlerine, Mekke ve Medine’nin ayanına, eşrafına, seyyid ve şeriflerine, halkına fukarasına yüz yıllardır gönderilen tahsisler, 1916 yılına kadar yollanmaya devam etmişti. O yıl gönderilen son sürre alayı, Şerif Hüseyin’in isyanı yüzünden, geri dönmek zorunda kalmıştı. Hem bütün bir halkı besleyecek hem de sömürgeci diye itham edilecek. İşte Osmanlı böyle mazlum ve masum bir devlettir. Bizler ona karşı işlediğimiz nankörlüğün cezasını çekiyoruz. Eğer Osmanlı o gün ‘İslâm dünyasından bana ne? İşte hilafeti de bırakıyorum’ deseydi; düşmanlar onu da rahat rahat yaşasın diye bırakırlardı. Osmanlı din duygusu ile bunu yapmadı. Müslümanların dertleriyle dertlendi… O yönden de düşmanları tarafından yıkıldı. Gelecekte yapılacak ciddi araştırmalar, bu gerçekleri ilmî yollarla ortaya koyacaktır.”
Kudüs müftüsü merhum Emin el-Hüseynî, bir kongrede, Arap delegelerine karşı, Osmanlı Devleti’ni nasıl müdafaa ettiğini işte bize böyle anlatmıştı.
Filistinli Gençlerle
Bir defasında, Müftü hazretleri, Medine-i Münevvere’de kaldığı otelde ziyarete gitmiştim.1974’teki vefatından bir iki yıl önceydi. Az sonra Medine’de bulunan Filistinli gençlerden birkaçı da ziyaretine geldiler. Vatanlarından olmuşlar, sürülmüşlerdi. Kolay değil. Heyecanlı heyecanlı konuşuyorlar; Müftü Efendi’ye sualler soruyorlardı. Hazret gayet halim selim, itidalli, ölçülü cevaplar veriyordu. Gençler Yahudilerle yapılan harpler sırasında, Arap ülkelerinin başında bulunanların aleyhinde doludizgin konuşuyor, hain falan diyorlardı. Baktım Müftü Efendi, aynı sakin tavır ile tebessüm ederek şöyle dedi: “Evladım hain demek kolay değil. Bu kelime çok kolay söylenir; fakat çok da ağırdır…” “Peki nedir bu başımıza gelenler hocam?” “Evladım, düşman kuvvetli ve çok belalı. İngiltere de, Amerika da, Rusya da onun tarafında. Hâlbuki senin silahın, malzemen yok. İhtiyacın olanları bu üçünden alacaksın. Ama bu üçü de onun dostu. Bizim ise hakiki dost ve koruyucu bulunan Allah’a dost olacak yüzümüz kalmadı. Allah dosttur; kimin dostu? İman eden, samimi müminlerin dostu… Sahtekârların dostu olur mu?”
Hıyanet Mi, Zaaf Mı, Acizlik Mi?
Müftü Efendi’nin bu insaflı tavrına, tutumuna hayran oldum. Çünkü kendisi de, o şikâyet edilen devlet ricali tarafından, fazla bir yakınlık görmemiş, hatta çoğu zaman onların yüzünden sürgün hayatı yaşamıştı. Şöyle devam etti: “Bu kuvvetli düşmanlarla mücadele etmek için Allah liderlerimize basiret versin. Cesaret versin. Müslümanlara da, İslâmiyet’in din ve devlet olduğu imanını versin. Henüz Müslümanlar, İslâm’ı yalnız din olarak biliyor. İSLÂM HEM DİN HEM DEVLETTİR. İSLÂM AKILDA, İLİM VE İRFAN; NUR VE İZAN; CEMİYETTE ASAYİŞ VE NİZAM; DEVLETTE HAK VE ADALET VE ALLAH’IN ŞANINI İLAN ETMEKTİR. ALLAH BİZLERE VELİYYÜLLEZİNE AMENU ŞUURUNU VERSİN. BİZİ KENDİSİNE DOST OLACAK MÜMİNLERDEN EYLESİN.”

Baran Dergisi 461. Sayı