Hatırlar mısınız, geçtiğimiz senelerde, İran, Irak ve Suriye’nin katılmadığı “İslam Ordusu”nun kuruluşuna dair ilk açıklama 14 Aralık 2015 tarihinde Suudî Arabistan Savunma Bakanı Muhammed bin Selman tarafından yapılmıştı. Selman koalisyonun sadece IŞİD’le değil tüm terörist gruplarla savaşacağını söyleyerek “Koalisyon, önce İslam dünyasına zarar veren, şimdi de uluslararası toplumu tümüyle etkileyen bu hastalıkla (aşırıcılık) mücadele teyakkuzundan gelmektedir. İslam dünyasının pek çok kısmında terörle mücadele çabalarını desteklemek ve koordine etmek için Riyad’da bir operasyon merkezi olacak. Suriye ve Irak’taki operasyonlarla uluslararası bir koordinasyon olacak. Operasyonları, bu iki ülkedeki meşru yönetim ve uluslararası toplumla koordine olmadan yapamayız” demişti.

Mart 2016’da ise “İslam Ordusu” ilk ortak tatbikatını gerçekleştirdi. 3 hafta süren tatbikata 26 ülkeden 200.000 asker katıldı. Tatbikat alanı girişinde asılı pankartta ise “Bu ordu ne diye sorarsanız, bu Muhammed ordusudur” yazıyordu.

O dönemde yeni yeni siyaset sahnesine çıkmaya hazırlanan Muhammed bin Selman tarafından organize edilmeye çalışılan bu ordu ve tatbikatın konuşulan gerekçesi, kendisi için güçlü bir imaj çizmek ve bunun yanı sıra o dönemde Irak ve Suriye’de IŞİD tarafından kontrol edilen alanlara müdahale etmeninin doğurduğu meşruiyeti fırsat bilerek Akdeniz’e doğru kendisine bir koridor açmaya çalışan İranlı Şiî milislere karşı caydırıcı bir yapılanmaya gitmekti.

Bölgede Amerika ve İsrail adına kontrolü ele almaya hazırlanan Suudî Arabistan, Mısır, Birleşik Arab Emirlikleri ittifakı, finanse ettikleri Müslüman ülkeleri de dümen sularına katarak gövde gösterisi yapıyorlardı. Hepsinden de önemlisi, bu askerî tatbikatın en önünde Türkiye ve Türk askeri vardı; o gün için bilmiyorduk ama dört ay sonra FETÖ tarafından ele geçirilmesi planlanan Türkiye ve onun don koklamaktan beyni sulanmış subayları demek ki bu ordunun başına geçirilecekmiş. 15 Temmuz gecesi FETÖ ve bununla iltisaklı olarak PKK’ya Suudiler ile BAE’nin yaptığı harcamalar malum. Hatta tüm bu işlerin Türkiye ayağının organizasyonunda yer alan ve daha geçtiğimiz haftalarda hakkında kırmızı bülten çıkartılan Muhammed Dahlan’ı da unutmayalım.

Yalan da Olsa Çok Hoşumuza Gitmişti
Devlet-i Aliyye’nin fiilen yıkılmasının üzerinden neredeyse bir asır geçti. Yâni Müslümanlar bir asırdır liderden ve himayeden uzak, başlarına atanan sömürge valileri nezaretinde, küfür rejimleri hükmü altında, açık konuşmak gerekirse maddî ve manevî sefalet içinde sürünüyorlar. Böyle bir ahvâlde 15. İslâm asrının ilk yarısını bitirmek üzereyiz.

Yazının girişinde, geçtiğimiz senelerde ümmete ihanet etmenin yeni bir vesilesi olarak tezgâhlanmak istenen, başında Suudîlerin olduğu “İslâm Ordusu” fikrine değinmemizin sebebi, bugünden düne bakıp kötüleme yapmak değil. İhanet etmek için bile olsa “İslâm Ordusu” kisvesine bürünen birliğin, bizim nazarımızdaki ehemmiyeti, dikkat çektiği ihtiyaçtır. O dönem bu ordunun gerçekleştirdiği tatbikat karşısında Müslümanların nasıl da sevindiği ve ümitlendiğini hatırlayalım.

Cem Karaca’nın meşhur şarkısında geçtiği gibi, “Yalan da olsa hoşuma gidiyor söyle”.

Yalandan Gerçeğe
Dünkü konjonktüre göre, sahte bir İslâm ordusu kurulması, Müslüman milletlerin sevk ve idaresini Amerika adına ele alabilmek ve Yahudi devletinin güvenliğini sağlamanın şartı olarak öne çıkmıştı. İşe bakın ki, aynı Arab Baharı’nın başarısızlıkla neticelenmesinden doğan konjonktür ise Müslüman ülkeleri askerî planda hakiki bir işbirliğine zorluyor.

Suriye’de yaşanan iç savaş, IŞİD bahanesiyle Irak’a girip oradan çıkmamak için direnen İran’a bağlı Şiî Haşdi Şabi, Libya’da son günlerde iyice ısınan kavga, Doğu Akdeniz’deki enerji yataklarında Müslümanların haklarını gasb etmek için uçuşan akbabalar derken, bölgenin Müslüman milletlerinin çıkarlarının korunması, kendi içlerindeki bir birliğin tesis edilmesi şartına evrilmiş bulunuyor.

Yalan ile hakikati birbirinden tefrik eden faktör çoğu kez şekilde değil niyette saklıdır. Yalancılar ve hainler kendilerini ve niyetlerini gizlemek için şekillerin en hakikisine sarılmak mecburiyetinde kalırlar. Suudîlerin sahte İslâm Ordusu’nun başına Türk askerini koymalarının sebebi de en azından şekildeki gerçekliğe sadık kalmak dürtüsünden kaynaklanmaktadır. Tıpkı FETÖ’nün Türkiye’de meşruiyetini sağlamak için Müslüman kisvesine bürünmesi gibi.

Bu bakımdan, Suudîlerin organize etmeye kalktıkları İslâm Ordusu bu ihtiyaca gölge düşürmek şöyle dursun, bir ihtiyacı istismar etmeye teşebbüs etmesi bakımından aslında tersinden de olsa hakikati dile getirmiştir.

Aktüel Konjonktür
Bugüne dönecek olursak; Türkiye’nin kendisini FETÖ’den kurtardıktan sonra Katar’da kurmuş olduğu askerî üs, Suriye’ye düzenlemiş olduğu üç askerî harekât, Irak’ta kurmuş olduğu diğer bir askerî üs, Somali, Sudan, Libya, Pakistan ve diğer İslâm ülkelerindeki eğitimden lojistik desteğe dek geniş bir yelpazedeki askerî faaliyetlerini daha verimli kılmak ve bunu bir teşkilât şemsiyesi altında birleştirmek açısından önümüzdeki 2020 senesi, konjonktürel olarak büyük fırsatlar getirmektedir.

Somutlaştıracak olursak;
En başta Türkiye’nin sınır ötesindeki askerî faaliyetlerini milletlerarası hukukun çelmesinden kurtarmak ve daha hızlı hareket edebilmesini sağlamak için bir özel güvenlik yapılanmasına gitmesi zamanın ruhuna uygun bir girişim olacaktır. Senelerdir Suriye Millî Ordusu’nu yetiştiren SADAT, böylesi bir teşkilâtlanmayı hızlı bir şekilde gerçekleştirebilir. Türkiye ile beraber hareket eden ülkelerin liderlerinin askerî darbeden tutun da dışarıdan gelmesi muhtemel her türlü saldırıya karşı korunması başta olmak üzere pek çok alanda faaliyet gerçekleştirebilecek olan bu yapılanma günümüz şartları dolayısıyla artık bir zorunluluk hâlini almıştır.

Bununla beraber, siyasîlerintoplantı masalarında konuşulan ve umumiyetle de o masalardan daha kalkarken ölen birlikler tesis etmektense, Türkiye’nin başında olduğu ve ilk planda Pakistan, Libya, Tunus, Somali, Sudan gibi ülkelerin ordularının da katılımıyla bir ortak kuvvetler komutanlığının kurulması ve bu ülkelerin sorunlarının dışarıdan müdahaleye vesile olmasına mâni olmak için kendi içinde çözüme kavuşturulmasının sağlanması gerekmektedir. Böylesi bir komutanlık tesis edilip işletilebilirse, emniyet ve güven duygusunun ortadan kalktığı bu iklimde hızlı bir şekilde yeni katılımlarla beraber genişlemesi mukadderdir. Hattâ bugün Suudî Arabistan, BAE ile beraber İsrail safında yer alan Mısır’ın bile burada bahsettiğimiz gibi hakiki bir güç odağı meydana getirildikten sonra buna kayıtsız kalmayacağını düşünmek gerek.

Geçtiğimiz haftalarda Star Gazetesi yazarı Ardan Zentürk’ün dikkat çektiği gibi Türkiye ile Pakistan arasında Müşterek Nükleer Komutanlık kurulması hem her iki ülkenin ve hem de bahsettiğimiz birliğin müşterek paydalarının korunması noktasında caydırıcılığı arttıracak olması bakımından son derece önemlidir.

Bununla beraber, askerî birliklerin olmazsa olmazı olarak kabul edilen kısa, orta ve uzun menzilli hava savunma sistemlerinin bir ân evvel Türkiye tarafından yerli olarak üretiminin tamamlanması ve birliğin paydaşlarına konuşlandırılması da atılması gereken önemli adımlar arasında yer almaktadır.
***
Tüm bunlarla beraber, elbette ki bir gün gelecek ve bölgede silahlar susacak. Türkiye’nin o gün ne konuşacağı hususunda da şimdiden çalışmaya başlaması ve bu konuşacaklarına isbat olarak da iç oluşuna hız vermesi diğer bir husus olarak ön plana çıkmaktadır.
***
Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezinin aksine, bugünlerde, Neo-Liberalizm’in sonu ile tarihin yeniden doğuşuna şahitlik etmekteyiz.

Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun “Yeni Dünya Düzeni kurulacaksa, buradan başlasın” demesinden mülhem, diyoruz ki tarih yeniden ve buradan doğacak!


Baran Dergisi 677. Sayı