Vakıf kelimesinin lügat ve dört mezhebe göre ıstılahî tarifini aktardığımız geçen sayımızda, vakıf lügatçesine devam edeceğimizi belirtmiştik. Vakfın tarifi içinde mevcut ve massedilmiş unsurların bir nevi açılımı olan bu tabirler, İslâm tarihi boyunca hukukî anlamda büyük önem arz etmişlerdir. Her bir tabirin işaret ettiği hususlar, ileriki yazılarımızda da görüleceği üzere, Müslüman hukukçular tarafından çok dakik bir şekilde işlenmişlerdir. Nesillerin maddeten değil de mânen değiştiği dönemlerde, yani her gerçek nesilde İslâm’a muhatab anlayışın yenilenmesi zarureti gibi, bu tabirler de anlam ve kapsam itibariyle sürekli yenilenmeye muhtaç olmuşlardır. Mutlak bir sabite bağlı anlayışın, merkezî hüviyetini yitirmeden kendini her daim yenilemesine bütün kural ve tarifleriyle vakıf kurumu güzel bir misaldir. 20. Asra kadar bağlı bulunduğu mihrak noktasıyla maddî ve manevî münasebeti hiç kesmeden içtimaî sahada üzerine aldığı vazifeleri bihakkın yerine getirmeye devam etmiştir. 20. Asırda ne olduğu ise malum…
Bu hafta lügatçemizin ikinci kısmı olan vakıf tabirleri bölümüne geçeceğiz. Bu bölümde kaynaklarımız, Ali Hikmet Berki’nin “Vakıflara Dair Istılah ve Tabirler”, Ziya Kazıcı’nın “Osmanlı’da Vakıf Medeniyeti” ve Ahmed Akgündüz’ün “Vakıf Müessesesi” isimli eserleri…
Bu lügatçe, geçmiş İslâm vakıf birikimini bünyesinde özümseyip mükemmelleştirmiş Osmanlı vakıf terminolojisini esas almaktadır.
Alfabetik sıraya göre nisbeten mühim gördüğümüz vakıf tabirlerini ilginize sunuyoruz.
 
Akar: Vakfın tanımı gereği olan ebedilik vasfını kazanabilmesi için arkası kesilmeyecek bir gelire sahib bulunması gerekmektedir. Bunlar genel olarak bina, arazi, bağ, bahçe vb. başka bir yere nakli mümkün olmayan (gayrimenkul) mallardır. Gerçek anlamda akar, arsa ile araziden ibarettir. Bina ve ağaçların akardan sayılması, üzerinde bulundukları yerin tamamlayıcısı olmalarından dolayıdır. Halk, akar kelimesini umumiyetle kira getiren gayrimenkul için kullanır. Mesken biçiminde istifade edilen bina, meyve ve hasadından faydalanılan bağ, bahçe, tarlaya akar denmesi örfî mânâ itibariyledir.
Akarât-ı mevkufe: Vakf olunmuş gelir getiren mallar demektir. Hayır kurumlarının yaşatılması, tamir ve bakımı, ihtiyaç halinde genişletip yenide inşası için bir takım masrafların yapılması lazımdır. Bunu temin maksadıyla herhangi bir hayrî müessese vakfedilirken han, hamam, mezraa, bahçe gibi varidat getirecek akarlar da vakfolunur. Bazı malların da akarı yoktur ve kendileri vakıftır; savaş aletleri ve kitab gibi. Ayrıca bilahare göreceğimiz üzere, Abbasîler devrinden başlayarak para da akar vasfını kazanmıştır. Bilhassa Kanunî’den sonra sayısı hızla artan para vakıfları, akarlarını şer’î muameleye tâbi tutulan paranın “rıbh” (kâr) karşılığı borç verilmesinden sağlamaktaydılar. Bu önemli bahsi para vakıfları konusunu işlerken teferruatlı bir şekilde ele alacağız.
Akçe: Osmanlı padişahlarından Orhan Gazi tarafından ilk defa kestirilen gümüş paradır. O zamana kadar dirhem esası üzerinden para tedavül ederken, bu para ile birlikte dirhem usulü terkedilmiştir. Akçenin ayar ve gramajında çok oynandığından, Osmanlı’nın son zamanlarında kuruş sistemine geçilmiştir. Eski vakfiyelerde kullanılan akçe tabirini o yüzden sık sık güncellemek gerekmiştir.
Akib: Ayak ökçesi, ayak arkası demek olan bu kelime vakfiyelerde bir şahsın erkek çocukları ve onların çocukları anlamına gelmektedir.
Akreb: En yakın olan demektir. Vakıfta akreb, neseb cihetinden vâkıfa en yakın olan kimsedir.
Akraba: Vâkıfa yakın kimse veya kimseler demektir. Akraba tabiri vâkıf zamanında mevcut olanlara şâmil olduğu gibi vâkıftan sonra doğacak olanlara da şamil olur. Akraba tabirine vakfı yapanın kendi çocukları ve ana-babası dâhil değildir. Vakfiyelerde çokça geçen tabirlerdendir.
Aksal-i eb: Lügat mânâsı itibariyle en uzak baba demektir. İslâm devrini yani Hazreti Peygamber’in devrini idrak etmiş olup neslen kendisine bağlandığı bilinen kimsenin son babasıdır ki, bu şahsın Müslüman olup olmaması “aksal-i eb” tabirinde dâhil olması için şart değildir.
Âl: Evlâd, iyâl, ve etba demek olup mâlik, sâhib ve karı ve koca vesaire gibi mânâları kapsar. Baba cihetinden İslâmiyet devrini idrak eden son babaya mensub kimselerdir.
Alâmet: Nişan ve işaret demektir. Vakfiyelerde arazi tarifleri için kullanılır. Meselâ, iki tarlanın sınırlarını göstermek için sıra ile konan taşlar veya bir ahlat ağacı alâmettir.
Âmâ: Gözleri görmeyen kimse demektir. Vakfiyelerde geçen âmâ tabiri bu mânâdadır.
Ambar memuru: Hastane, imarethane gibi müesseselerde eşya, ilâç, yiyecek ve içecek gibi şeyleri muhafazaya memur kimsedir. Ekseri vakıflarda ambar memurlarına “emin-i mahzen” denmiştir.
Arazi: Arzın çoğuludur. Arz, toprak, arazi ise topraklar mânâsına gelir. Arazi-i mevkufe, arazi-i emiriyye, arazi-i metruke, arazi-i mevat gibi kısımlara ayrılır
Arazi-i mevkufe (Vakfolunmuş arazi): Mülkiyeti veya devlete gitmesi gereken geliri bir cihete vakfolunan arazidir. Arazi-i mevkufe-i sahiha ve arazi-i mevkufe-i gayr-i sahiha olmak üzere iki kısma ayrılır. Arazi-i mevkufe-i sahiha, usulüne göre bir cihete ya da hayır işine vakfolunan arazidir. Bunun, vakfı yapan kişinin kendi mülkü olması şarttır. Bu kabil arazi-i mevkufe-i sahihada teşkil olunmuş vakıflar, vakfın tarifine en çok uyanlardır.
 Arazi-i mevkufe-i gayr-i sahiha ise devlet reisinin izniyle başkaları tarafından vakfolunan arazidir ki, bu tür arazinin vakfiyeti yalnız öşür ve vergiler gibi devlet gelirlerinin, tasarruf hakkının veya devlete ait geliri ile birlikte tasarruf hakkının bir cihete tahsisinden ibarettir. Bu gibi vakıflarda mülkiyet devlette kalır. Vakıf çeşitlerini incelerken bu mevzuya ayrıntılı bir şekilde değineceğiz.
Arazi-i muhtekere: Hakikî veya hükmî şahıslar tarafından üzerine bina yapmak veya ağaç dikmek ve bunların durması mukabilinde her sene yer sahibine belli bir ücret vermek üzere kiralanan arazidir. Belirlenmiş ücreti ödedikçe bina ve ağaç sahibi, bina ve ağacını o arazi üzerinde bulundurmak hakkına mâlik olur. Mukatâalı (üzerinde bulunduğu arazinin sahibi olmayan) vakıflar da arazi-i muhtekere cinsindendir.
Arazi-i üşriyye: İslâm devletince ele geçirilmiş araziden olup öşüre tâbi, yâni hasılatından onda bir hazine hissesi olarak alınan ve üzerinde her türlü mülkiyet tasarrufları cereyan eden arazidir. Bu kabil arazinin mülkiyeti, fethedilen yerdeki arazi sahiplerinin İslamiyet’i kabul etmeleri durumunda kendilerine iade edilir. Fetih esnasında o mahal halkı kaçmış ise buraya getirilen Müslümanlara tahsis edilir yahut fetihte vazife alan askerlere verilir.
Aslah: Çok salih ve güzel ahlâk sahibi demektir. Bazı vakfiyelerde, “sağ oldukça vakfıma ben mütevelli olacağım; ben öldükten sonra evlâd ve evlâd-ı evlâdımın aslah ve erşedi mütevelli olacaktır” tarzında şartlar vardır.
Asl-ı vakf: Asl-ı vakf, vakıf mefhumunun ilgili olduğu mallara denir. Bu mallar ister en baştan vakfedilen mallar olsun, ister sonradan vakfedilen mallara ilâve edilmiş mal bulunsun, bunlara asl-ı vakf denir. Vakfın geliri mukabilidir.
Aşiret: Vakıf mevzuunda nesil mânâsınadır. Kullanımda kız erkek farkı olmaksızın yakın ve uzak tüm çocuk ve torunlara şamildir.
Atiyye: Bahşiş olarak verilen şeye denir. Vâkıf, vakfiyesine, vakfının varidatının hizmet mukabili olmayarak zengin kimselere, fakirlere veya kısmen zengin ve kısmen fakirlere ve kısmen hayra harcanması şartını koyabilir. Eğer bir hizmet karşılığında veriliyorsa, ücret olur.
Avâid-i vakf: Vakfın gelirleri demektir. Arabça “aid” kelimesinin çoğuludur. Vakfın geliri iki kısımdır. Birine aidat-ı şer’iyye, diğerine aidat-ı örfiyye denir. Aidat-i şer’iyye, vakıf mülkünün, akarlarının ve paranın geliridir. Akarın ücreti, nakdin rıbhı gibi. Aidat-ı örfiyye, vakıf namına verilmesi mutad olan atiyye vesaireden ibarettir. Meselâ, vakıf araziyi işleyenlerin, hasat zamanında ücret almadan hasılattan vakfa yardım olsun diye bir miktar ürün vermeleri örf icabından ise bu verilen miktar âidat-ı örfiyyeden sayılır ve vakfın ihtiyaçlarına harcanır. Mütevelliye verilen böylesi hediyeler rüşvet addolunur ki kesinlikle yasaktır.
Avârız: Arızanın çoğulu olan bu kelime hastalık, ölüm, afet gibi istenmeyen halleri anlatmak için kullanılırdı. Bilhassa köy ve kasabalarda ya da küçük şehirlerde devletin bugün yaptığı birçok hizmeti gören ve bütün Osmanlı coğrafyasında on binlercesi bulunan vakıflara “avârız vakıfları” denirdi. Yeri geldiğinde etraflı bir şekilde ele alacağız.
Ayn-ı mevkuf: Vakfolunan ana maldır. Bilâhare bu mala ilâve olunan veya mübadele suretiyle elde edilen para veya mal da, ayn-ı mevkuf hükmündedir. Vakfolunan malın aslı da bu anlamdadır.
Âyende: Farsçadır ve ameden kökünden ism-i faildir. Gelen demektir. Bir vakfa ait misafirhane, zaviye ve tekkelerde geçen “âyende” ve “revende” tâbirleri gelip giden misafirler mânâsını ifade eder.
Batın: Lügatte karın ve kabileden küçük olan oba gibi mânâlara gelir. Örfen nesebde derece mânâsında kullanılır. Meselâ vâkıf, vakfının gelirini “batnen ba’de batnin evlâd”a şart etse, derecede önce olan batın vâkıfın çocukları ve ikinci batın çocuklarının çocukları ve üçüncü batın çocuklarının çocuklarının çocuklarıdır, vs.
Belde kadısı: Her şehir ve kasabada halk veya halk ile devlet arasında ortaya çıkan hukukî ihtilâfları halle memur olan hâkimdir. Bazı vakfiyelerde vâkıf, vakfın idaresini kendisine ve vefatından sonra evlâd ve evlâd-ı evlâdının ekber ve erşedine şart eder. Evlâdı kalmazsa vakfın idaresi, belde kadısı tarafından atanacak zat ifa edecektir der. Bu halde vâkıfın evlâdı kalmazsa vakfa mütevelli olacak kimseyi o beldenin hâkimi nasb ve tâyin eder.
Berat: İmamet, hitabet, tevliyet gibi bir vazifenin tevcihine veya bir rütbe, nişan veya imtiyazın verilmesine dair çıkarılan padişah fermanı… Vakıflar için de beratlar verilir ve bu hem vakfiyeye hem de sicile işlenirdi.
Beyu menyezid: Arttırana satmak demektir.
Bimarhane: Bimar hasta mânâsınadır. Vaktiyle akıl hastalarının tedavi edildikleri hastanelere denirdi. Halk lisanında bu hastaneye “tımarhane” denir.
Birr: Hayır, hasenat mânâsına gelir. Ehl-i birr, hayır sahibi demektir. Başka anlamları varsa da, vakfiyelerde bu mânâda kullanılır.
Câbi-i Vakf: Vakfedilen gayrimenkullerin gelirlerini toplayan tahsildar anlamına gelmektedir. Vakfın büyüklüğü ile orantılı olarak bir veya daha fazla tahsildarın istihdamı mümkündür. Bu tahsildarlar da yaptıkları hizmetin karşılığı mahiyetinde vakfiyede belirtilmiş miktarda maaş alırlar. Eğer vakfiyede, mütevelliye gelirlerin bir kısmını kazanç getirecek yatırımlara tahsis yetkisi verilmişse, vakfın ilerleyen zamanlar içinde gelirlerinin artması muhtemel olacağından, mütevelli kararıyla tahsildarların sayısı yetecek sayıda artırılabilir.
Câmekiyye: Vakfın gelirinden hizmet ve vazife sahiblerine verilen aylık, bahşiş, atiyye ve ihsan demektir. Bu, bir yönü ile ücret, bir yönüyle ihsan mahiyetindedir. Eğer bu tahsislerde mütevelli, belli sınırlar içinde kalmak kaydıyla serbest bırakılmışsa, bu maaşların tesbitini mütevelli yapar.
Câr: Komşu demektir. İmam-ı Âzam’ın fikrine göre câr, evi, vâkıfın evine bitişik kimselerdir. İmam-ı Muhammed ve Ebu Yusuf’a göre mahalle mescidine devam edenlerin cümlesi birbirlerine komşudur. Bu ihtilâf örfe dayalıdır. Onun için vakfiyelerdeki “câr” ve “tiran” tabirleri o tarihte halk arasındaki örf ve anlayışa göre tefsir olunur.
Cerib: Eni ve boyu 60’ar zira olan, 3600 zira kare arazidir. Bir zira 54 cm ile 90 cm arasında değişmekteyse de 1870 yılında çıkarılan bir kanunla bir metreye eşitlenmiştir. Bir cerib de “bir hektar” kabul edilmiştir.
Cihet: İmamet, hitabet, müderrislik, vaizlik, kayyumluk gibi hayır müesseselerine ait hizmetlerdir. Bunlara cihet dendiği gibi mevkufun aleyh ve meşrutun leh de denir. Cihet, “asliye” ve “fer’iye” olmak üzere iki çeşide ayrılır. Vakfın başlıca gayesini teşkil eden hizmetlere cihet-i asliye denir; imamet, hitabet, tabiblik, muallimlik gibi hizmetler aslî cihetlerdendir. Bu çeşit hizmetlere cihet-i zaruriye de denir. Vakfın gayesine nazaran ikinci derecede olup zaruri olmayan hizmetlere de cihet-i fer’iye denilir. Bir câmide belirli zamanlarda Buharî, Müslim, Şifa-i şerif okumak vazifeleri cihet-i gayr-i zaruriyye cinsindendir.
Cihet-i gayri munkatia: Sonu olmayan cihettir. Vakıfta devamlılığı sağlayan böylesi vazifelerdir. Kendisine bir cihet belirlenmeyen vakıfların, fukaraya yardım için kuruldukları düşünülür. Çünkü bu kesintiye uğramayacak bir vazifedir. Bu suretle de vakıfta ebedilik vasfı teşekkül etmiş olur.
Çiftlik: İki kısımdır. Biri kanunen çiftlik denilen yerdir ki, her sene ekilip biçilir ve ürün verir. İki öküzlük bir çift demektir; iyi yerden yetmiş-seksen dönüm ve orta yerden yüz dönüm ve “kötü” yerden yüz otuz dönüm araziden ibarettir. İkinci kısım ise, tarım ve hayvancılık için tedarik olunmuş hayvanlar, ziraat âletleri, binalar vesair unsurları barındıran arazidir.
Dânik: Bir dirhemin altıda biridir.
Dârülaceze: Âcizler yurdu mânâsınadır. Âciz ve çalışıp kazanmak kudretinde olmayan kimsesiz, ihtiyar, hasta ve malûlleri barındırıp besleyen hayır müesseselerine denir.
Dârulakâkir: Akâkir, akkârın çoğuludur. Akkâr, tedavide kullanılan bitki veya bitki köküne denir. Dârül-Akâkir, ilâçlarda kullanılan bitki ve köklerinin muhafaza olunduğu yerdir; yani bugünkü anlamıyla eczane…
Darülhilâfe: İstanbul.
Dârülkütüb: Kütüphane.
Dârüssaâde ağalığı: Dârüssaâde “Padişah sarayı” demektir. Saygı ifadesi olmak üzere Dârüssaâde denmiştir. Dârüssaâde Ağalığı, Sultan 2. Murad zamanında harem hizmetlerini görmek üzere ihdas olunmuştur. Bu memuriyete kızlar ağası da denirdi. Dârüssaâde Ağası’nın en mühim vazifesi, harem işlerine bakmaktı. Bundan başka Dârüssaâde Ağalığı, kendi ve mensuplarının vakıfları ile Haremeyn yâni Mekke ve Medine vakıflarının nezareti işlerine bakardı.
Dârüssaltanat: İstanbul.
Dârüşşifâ: Hastane.
Diyanî vakıf: Sırf ibadet için yapılan vakıflardır; câmi ve mescid vakıfları gibi.
Dönüm: Orta adımla eni ve boyu 40 adım yâni yaklaşık olarak 1600 arşın yerdir.
Duâhân: Tekkelerde zikir sonunda duâ yapanlar. Vakfiyelerde görevlendirilen hizmetliler arasındadır.
(Para birimleri, vakıfların selameti için vakfı kuranlar, mütevelliler ve kadılar tarafından üzerinde titizlikle durulan konuların başında gelmekteydi. O yüzden vakfiyelerde geçen para birimlerinin her birini tek tek yazmak ihtiyacı duyduk.)
Dinar: On dirhem-i şer’i halis gümüş kıymetinde olan altındır. Bir miskal (yaklaşık 4 gr.) ağırlığında altın paraya da denir.
Dirhem: Sultan Orhan zamanında verilen bir karar mucibince dirhem-i Osmanî, dirhem-i şer’inin dörtte biri oldu. Farazi olarak kıyye tabir olunan ağırlığın 400’de bir parçasıdır.
Dirhem-i ceyyid: Bozuk ve karışık olmayan gümüş paradır. Hırsızlığın ölçülmesinde muteber olan da budur. Bakır karıştırılmış on dirhem gümüş, hırsızlık cezasında kol kesmeyi gerektirmez.
Dirhem-i halis: Saf gümüşten ibaret olup başka bir maden ile karışık olmayan dirhemdir.
Dirhem-i kâsid: İlk kesildiğinde geçerken sonraları geçmez hale gelen karışık paradır.
Dirhem-i mağşuş: Başka bir madenle karışık olan dirhemdir.
Dirhem-i örfî: On altı kırattan (3,2 gr.) ibarettir. Bazı kişilere göre zekâtta, diyette vesair hususlarda her beldenin kendi dirhem-i örfisi muteberdir. Şu kadar ki, bu dirhemin dirhem-i şer’iden noksan olmaması lâzımdır. Noksan olursa, dirhem-i şer’î muteberdir.
Dirhem-i râyiç: Halk arasında alınıp verilen dirhemdir. Gerek ceyyid ve gerek züyuf olsun, yani ayarı tam ya da düşük olsun fark etmez.
Dirhem-i şer’î: On dört kırattan (2,8 gr.) ibaret saf gümüştür. Zekâtta, mehirde, diyette, nisab-ı sirkatte muteber olan da bu dirhemdir. Hazret-i Peygamber zamanında 20, 12, 10 kırat ağırlığında üç cins dirhem mevcuttu. Bunlar Halife Ömer zamanında bir araya getirildi ve üçünün ortalaması olan 14 kırat bir dirhem kabul edildi.
Dirhem-i zuyûf: Bakır veya diğer madenle karıştırılmış olmasından dolayı ceyyidlik vasfını kaybetmiş dirhemdir.
Gelecek sayı lügatçemize kaldığımız yerden devam edeceğiz.
Baran Dergisi 461. Sayı