İbda Fikriyatı’nın ufuk açıcı hikmetlerinden “aradığının ne olduğunu bilmeyen, bulduğunun ne olduğunu da bilmez” ölçüsü bize, bir mevzuya eğilirken o mevzu ile alakalı bir ön bilgi sahibi olunmasının zaruretini ihtar ediyor. Yine elbette ruhçuluğun delili bu hikmeti inkâr edenler çıkacaktır; ancak her zaman ifade ettiğimiz üzere, onların bu tavrı dahi mevzu bahis ettiğimiz hikmetin hasrı içinde kalmaktadır. Manevî ya da maddî bir faydaya tahvil edilmiş hiçbir fikrî ve ilmî buluş tesadüfî değildir; tesadüfî olduğu iddia edilenlerin kâşifleri tarafından değil de, o mevzunun peşinde koşanlarca (pazıl)daki olması gereken yere konup kullanıma sokulduğu şöyle üstün körü bir bakışla bile ortaya çıkmaktadır.
Bugüne kadar bizim vakıf ve benzeri kurumların serencamına bakarken elimizde kıstas olarak tuttuğumuz miyar, sadece pratikte bu kurumları tesis etmekle yetinmeyip en mükemmel anlamda nazariyesini de oluşturan İslâm medeniyetinin getirdiği “vakıf” tarifi oldu. Yani yazı dizimiz, şimdiye kadarki kısımlar itibariyle İslâm vakıflarına dair bilgiyle mücehhez bir Müslümanın, bilinen ilk örneklerden ortaçağlara kadar tüm dünyadaki vakıf teşekküllerini incelemesiydi.
Bu yüzden bütün bu incelemenin mihenk taşı olan İslâm vakıfları meselesine girerken, hem öncesini hem sonrasını aydınlatması bakımından İslâm’da vakıf için kullanılan kelimeleri, bunların lügat ve ıstılah mânâlarını, kısacası vakıf lügatçesini en başa koymak gerekiyor. Bu lügatçeyi hazırlarken muhtelif eserlerden faydalandık; ancak en faydalandıklarımız, Ziya Kazıcı’nın “Vakıf Medeniyeti” ve Ahmed Akgündüz’ün “Vakıf Müessesesi” oldu. Baştan bu hususu belirtmek istedik.
Vakıf kelimesi, Arapça “V-K-F” basit fiilinin masdarıdır. Bu fiil, diğer birçok Arapça fiil gibi, geniş mânâları bünyesinde barındırmaktadır. Sıralamak gerekirse: “Ayakta dikilmek, otururken ayağa kalkmak, eğlenip ayakta durmak... Birini bir işe muttali yapmak... Bir kelime vs. üzerinde durmak… Şüphe etmek… Birinin önünde durmak… Hayvanı durdurmak… Gözden geçirip incelemek… Birini bir şeyden alıkoymak… Hapsetmek… Bir şeyi Allah rızası için alım satımdan alıkoymak… Çömleği karıştırıp dinlendirmek… (Hristiyan) Kendini kilise hizmetlerine hasretmek… Durdurmak… İşlediği işten çekilip vazgeçmek… İşi tatil etmek… Birini ayakta alıkoyup durdurmak… (Kadın) Bilezik takmak… (Kadın) Ellerini kınalamak… Bir sözü gereği gibi açıklayıp beyan etmek… (Askerler) Arka arkaya sıraya durmak… Birine bir şeyi bildirip anlatmak… Hacda ‘mevakıf’ta durmak… (Kur’an’da) Okurken belli yerlerde durmak… Kur’an’daki bu durma yerlerini talebeye öğretmek… Yayın bağrına geyik kanından hazırlanmış tutkalın sürüldüğü sinir tendonlarından yapılmış bileziği geçirmek… Bir yerde eğlenip kalmak… Duraklamak… Yapmamak, vazgeçmek… Düşmanlık veya harpte karşılıklı kararlı olmak… Birbirine karşı durmakta direnmek… Birinin durmasını istemek, ayakta dikilmesini arzu etmek, durmasına sebeb olmak…”
Çok geniş bir kullanımı olan bu fiilin çekirdek mânâsı, “birini veya bir şeyi durdurmak; mutad yaptığına mani olmak” şeklinde temayüz etmektedir. Vakfın “Allah rızası için kullanılmak üzere bir malın alım satımının ebediyen durdurulması” şeklindeki tarifinin, fiilin bu mânâsına atıfta bulunduğu aşikârdır.
Vakıf kurumu için Arapçada iki kelime veya tabir daha kullanılmaktadır. Bunlar “habs” ve “sadakat’ül-muharreme” (sadaka-i muharreme) terimleridir. Dilimize “hapis” biçiminde geçmiş olan “habs” kelimesi, Arapça “H-B-S” basit fiilinin masdarıdır. “H-B-S” fiilinin sözlükteki karşılıklarını ise şöyle sıralayabiliriz: “Tutmak, menetmek… Hapsetmek, bırakmamak… Bir malı bir işe hasretmek… Vakfetmek… Bir şeyi diğer bir şeyle örtmek… İhata etmek, kaplamak… Allah için mal vakfetmek… Harb için at vakfetmek… Sözde duraklamak… Kendini bir şeye hasretmek… Suyu havuzda tutmak… Hayvanları merada tutmak… Suyu tutmak için set yapmak… Kekeme olmak…”
Bir izafet terkibi olan sadaka-i muharreme tabirindeki “sadaka” kelimesi, “S-D-K” fiilinin masdarıdır. Bu fiilin İslâm fıkhında ve hikemiyatında çok mümtaz bir yeri vardır. Mânâları ise şöyle: “Bir sözü, bir haberi doğru söylemek, aktarmak… (Haber) Gerçek olmak… (Kişi) Gerçek sözlü olmak… (Kişi) Doğru olmak… Vaad veya tehdidini yerine getirmek… Birini sadık kabul etmek… Kadına mehir vermek… Birinin gerçeği söylediğine şahidlik etmek… Tasdik etmek… İkrar ettirmek… Birini dost edinmek, arkadaş olmak… Sadaka vermek… (Kişi) Birbirleri hakkında doğruyu söylemek…” Sadaka, ıstılahen fakirlere verilen şeye denir. Sevab kazandıracak şeylere yönelik arzu ve isteğin GERÇEK olduğunu gösteren bir işaret olması bakımından bu adla anılmıştır. Mecelle’ye göre ise sadaka, “sevab kazanmak maksadıyla bağışlanan mal”dır. Diğer taraftan sadaka kelimesi, mânâ olarak, kişinin hür iradesiyle diğer kişi (hatta tüm canlılara) yaptığı iyiliklere (bedenî, manevî, malî) de teşmil olunmuştur.
“Muharreme” sıfatı, sadakanın teşmilini daraltmakta ve belli bir sahaya teksif etmektedir. Tarif edilen biri veya birilerine kullanımı açık, geri kalana yasak mealindeki bu kelimenin sözlük anlamı, “yasaklanmış; yasak kılınmış şey”dir ve “H-R-M” fiilinden türetilmiş tef’il babında ism-i mef’uldür. Sadaka-i muharreme, terkib olarak, Allah rızasını gözeterek ve yardım maksadıyla ihtiyaç sahibi kişilere tahsis olunmuş, o kişilerden başka kimsenin el sürmesinin veya istifade etmesinin yasak olduğu şeydir. Sadaka-i muharreme, ilk dönem fıkhında sıkça geçen bir tabirdir ve vakıf anlamını taşıdığı açıktır. Bazı âlimler bu tabirin vakıf anlamı taşımadığını iddia etmişlerse de, İmam-ı Şafii Hz.’nin şu sözleri bu iddianın doğru olmadığını göstermektedir: “İnsanların mallarından karşılıksız olarak verdiği şeylerden biri de sadaka-i muharremedir. Yani ya bizzat belli bir gruba veya vasıfları belirlenen bir gruba vakfedilen mallardır. Bu anlamda olan atiyyeler (bağışlar) sadaka-i muharreme ismi ile anılmasa da sırf ‘habs’ teriminin zikredilmesiyle veya vasıfları belirtilen bir gruba mal tahsisinde bulunulmasıyla ‘muharrem’ hale gelirler.”
Buraya kadar vakıf, habs ve sadaka-i muharreme tabirlerinin lügat karşılıklarını gördük. Şimdi bunların, farklı mezheb ve âlimler tarafından yapılan ortak birkaç tarifini verelim ve akabinde Osmanlı ulemasınca oluşturulan nihaî tanımlamayla vakıf ile alakalı tarif kısmını bitirelim.
İmam Şafii Hz. vakfı “hayatta bir malı hapsederek yapılan, belirli şahıslara veya vasıfları belirtilen kimselere tahsis edilmiş, gayesi hayır olan bir teberru (bağışlama) çeşididir.” şeklinde tanımlamaktadır.
Büyük Şafii fakihi İmam Nevevî Hz.’ne göre ise vakıf “ayn’ı (kendisi) tüketilmeden kendisinden yararlanılabilen bir malı kuru mülkiyetinde (rakabesinde) her çeşit tasarrufu engelleyerek ve kurbet kasdıyla (Allah’a yaklaşmak amacıyla) menfaatlerini birr (hayır) cihetlerine sarf etmek üzere alıkoymaktır.” Burada ve bundan sonra geçecek “ayn” tabiri, doğrudan kişinin mülkiyeti altında bulunan menkul veya gayrimenkul mallar için kullanılmaktadır. Bu husus önemli, çünkü alacaklar veya ileride alınması muhtemel mülkler vakıf konusu olamazlar.
Malikî fıkıhçıları vakfı şöyle tanımlamaktalar: “Mülkiyeti vakfedende kalmak üzere, bir ayn’ı temliki tasarruflardan alı koymak ve gelirini insanların yararına veya bir hayır cihetine teberru etmektir.” Burada Malikîler, vakfın mallarının vâkıfın mülkiyetinde kalması gerektiği görüşüyle Şafiilerden ve Hanefî mezhebinin ekser fukahasından ayrılmaktadırlar.
Hanbeliler, vakfı, Hz. Peygamber (SAV)’in Hz. Ömer (RA)’ın sorusuna verdiği cevaptaki ifadeyle tarif etmektedirler. Yani Hanbelilere göre vakıf “aslın habsi (alıkonması) ve semerenin (gelirlerin) tesbilidir (Allah yolunda harcanmasıdır.)” Bu tanım Peygamber Efendimiz (SAV)’ın Hz. Ömer (RA)’a söylediği “Aslını habset, semeresini tesbil eyle” tavsiye/emrinden alınmıştır. Bütün vakıf tanımlarının üzerine bina edildiği hadis de işte budur. İslâm’a muhatab anlayış ve fıkıh ilgisine vakıf bahsi üzerinden değinme işini birkaç sayı sonrasına erteleyerek şu kadarını söyleyelim ki, kanaatimizce İslâm’a muhatab anlayışın ne olduğunu göstermeye tek başına vakıf kurumu yeterlidir. Müslümanlar, merkeze mutlak hükümleri alıp doğru nisbetleri tesis etmek suretiyle vakıf adı altında öyle mükemmel bir mekanizma oluşturmuşlar ve bu mekanizmayı o merkezî hüviyetle nisbetini kaybetmeden öylesine düzgün bir biçimde yenilemişlerdir ki, vakıf kurumu 13 asır boyunca İslâm medeniyetinin motor gücü olmuştur.
Hanefilere gelince, vakıf konusunda iki ayrı görüş bulunmaktadır. Hanefî fıkhının banisi İmam-ı Azam Hz., vakfı bir tek taraflı bir akid olarak kabul etmekteydi. Yani, vakıf akdi yapan kişi, istediği zaman bu akdinden cayabilmekteydi. Bilhassa, Allahualem, İslâm miras hukukunu suiistimal etmek isteyenlerin kaçış yolu olmasını engellemek için, rakabenin (kuru mülkiyetin) hayır işini yapan kişide kalması gerektiğini düşünmekteydi. Tabii tam olarak bilemiyoruz, çünkü bize İmam Azam’dan bu konuda ulaşmış net bir tarif yok. Ancak onun bu konudaki görüşlerini savunan Hanefî fukahasının yaptığı tariften bunu anlıyoruz. Onlara göre vakıf “mülk bir ayn’ı, vakfedenin mülkünde habsetmek ve menfaatlerini fakirlere ve diğer hayır yollarına tasadduk etmekten ibarettir.” Burada önemli husus, kişi ölünce yaptığı vakfın mirasçıları tarafından bozulabilmesinin mümkün olmasıdır. Bilhassa mülk sahibinin bazı mirasçılar aleyhine böylesi tasarruflarda bulunabilmesinin muhtemel olduğu göz önüne alınınca doğru bir yaklaşımmış gibi gelmektedir; ancak aynı mülk sahibi, hayattayken bazı mülklerini başkalarının üzerine tescil edebilmekte ve buna mani olabilecek bir müeyyide de bulunmamaktadır. O halde, diğer bağışlama usûllerinde uygulanamayan miras hukukunu, vakıf söz konusu olduğunda uygulamaya kalkışmak, pratikte pek karşılığı olmayan bir vaziyet olarak tezahür etmektedir. O yüzden bu görüşteki Hanefî âlimler, daha sonraları tanımlarını şu şekilde değiştirmişlerdir: “Hükmen vakfedenin mülkünde kalmak üzere, bir mülk ayn’ı habsetmek ve netice itibariyle de olsa menfaatini tasadduk eylemektir.” Tarifteki ikinci kısım, kişilerin çocuklarına yönelik kurduğu vakıf türü olan “zürri” vakıflara meşruiyet sağlamayı amaçlamaktaydı.
Ancak İmameyn, yani İmam Muhammed ve İmam Ebu Yusuf, vakfın tarifi konusunda İmam Azam Hz.’den ayrı düşmüşlerdir. Hanefî fıkhı da, bu iki imamın tarifini esas kabul ederek yoluna devam etmiştir. Onlar vakfa bir hükmî şahsiyet tanımakta ve vakfeden ile illiyet bağını, kazanacağı sevab haricinde koparmaktaydılar. Hanefî ulemanın yaptığı tarif umumi hatlarıyla şu şekildedir: “Mülk olan bir ayn’ı, ala vechi’t-tebid (ebeden, devamlı olarak) Allah’ın mülkü olmak üzere temlik ve temellükten menetmek ve menfaatlerini Allah’ın kullarına (başka bir tarifte, vakfedenin dilediğine) tasadduk etmektir.”
Bu tarifi baz alan Osmanlı uleması da vakfın tarifine şu nihaî hali vermişlerdir: “Vakıf, menfaati Allah’ın kullarına ait olmak üzere, bir mülk ayn’ı temlik ve temellükten ebediyen alıkoymaktır.”
Yalnız bazı Osmanlı fukahası, gayri sahih (yani kuru mülkü hazineye ait) vakıfları kapsam içine alabilmek için tariften “bir mülk” ifadesini çıkarmışlar ve tanımlamayı daha bir basitleştirmişlerdir: “Bir aynın, menfaati Allah’ın kullarına ait olmak üzere, aslını ebediyen habsetmek (yani her tür temlik-temellük işinden alıkoymak).”
Netice olarak, bu tarifleri bugünkü Türkçe ile yapmamız gerekirse şöyle diyebiliriz: “Vakıf, bir malı mülkiyetten çıkarıp gelirlerini belli şartlarla ebedî olarak bir hayır cihetine tahsis etmek demektir.” Vakfın en nihaî tarifi budur ve halen tüm İslâm ülkelerinde çok ufak farklılıklarla bu tarif kullanılmaktadır.
Gelecek sayı vakıf lügatçesine devam edeceğiz. 
Baran Dergisi 460. Sayı