Bu bölümde usûl ilminin bazı vasıfları zikredilerek, üç büyük âlimin yenileyiciliğinden bahsedilecek ve hukuk-fıkıh-ahlâk ilişkisine temas edilecektir. Usûlsüzlüğe misal olarak da selefîlik ve reformistlik verilecek ve ictihad meselesi de incelenecektir.

Usûl İlminin Şartları

Sistemli bir usûlü kurmanın iç ve dış şartları vardır; bâtın ve zâhir şartlarından bahsediyoruz. Her çağın ihtiyacı, eşya ve hadiseler zemininin sürekli yeni oluşu bizi de sürekli yenileşmeye ve dinamik bir usûle sevkeder. Daha önce bahsetmiş idik, esas sabit, usûl ise esası yürütmek için gerekli esnekliğe sahip olandır. Esasen İslâm fıkhı ve hukuku bu dinamizmi içinde taşır. ŞÂRÎ’ (Allah ve Resûlü), bazı alanları esaslardaki ipuçlarından hareketle çözmesi için kullara bırakmıştır.

Yeni bir usûlün yeni meselelere cevap verme niteliği yanında güçlü bir ahlâk temeli de olması gerek. Her şeyi tabiri caizse kendine döndürebilecek güçlü bir imân yanında buna eşlik eden kapsayıcı, dengeli ve ahenkli bir dil ve diyalektik de icap eder. Günü birlik ve popüler kültür değil, kalıcı yönlendirici asrına hitap edici, ruhlara sirayet edici bir hikmet dili… Yepyeni bir ideoloji ve usûl ortaya koyan Necip Fazıl’ın fikir diyalektiğinde sıkça yer alan şu hadisi burada hatırlatmakta fayda var: “Ben, ahlâkî güzellikleri tamamlamak için gönderildim.” (1)

Usûl, bir anlamda paradigmayı sorgulamaktır. Ancak bunu yaparken kendisi de üstün bir paradigma ortaya koymalıdır. Sadece reddetmek değil, yıktığının yerine yenisini koyabilmeli ve aksiyona da geçebilmelidir; itkan (yakînen bilme) ve ihsân (yaptığını en güzel şekilde yapma) birlikte olmalıdır. Bilgiyi bilince dönüştürmektir yapılması gereken. Bunun için de sağlam bir usûl ve sistem yanında güç sahibi olmak gerek. Yenileyicinin sistem ve usûl getirmesi yanında aksiyon vasfı da önemli. Bu açıdan çağımızda metod ve aksiyonu mezcedecek şahsiyetler şarttır.

Batılı hayat tarzı ve onun tüketim alışkanlıkları içimize girip yaygınlaştıkça, tekniğin kültürüyle birlikte geldiğini ve peşinden “bilgi kaynağı” olarak da Batıya yönelme söz konusu olduğunu ve bunun da bir müddet sonra varoluş değişikliğine yol açtığını müşahede etmekteyiz. Batıdan gelen değerlere karşı “bizcesini” ortaya koymak zorundayız. Kültür emperyalizmi tehlikesine karşı, “fikri yaşamak, yaşamayı fikir bilmek” minvalinde öncelikle ideolojinin kuşanılması gerekir ki, bu mevzu geniş anlamında “fıkıh” demek olup, “fıkıh ilmi” de ancak bunun içinde canlılık kazanır. Aksi halde bütün İslâmî ilimlerin günümüzde yaşadığı sorunlar olarak kitaplarda yazılı olarak kalacak ve sadece klasik metinler olarak anılacaktır. Aslında mesele sadece teknoloji ve tüketim meselesi değil, bütün insan ve toplum meselesi ile ilgilidir; zira ruhî ve ahlâkî boyutları ile işgal ve istilâ altındayız. Ve en acısı buna “Batı tarzı ilim” yaparak ve onlardan alınan kavramlarla tefekkür ederek “biz” hizmet etmekteyiz. (2)

İmân ve itikadın aynı olan “anlayış ve idrak” mevzu ve bunun sistemli halde kuşanılması din ve dünya saadeti için elzemdir. Zira bozuk fikirlerin bozuk itikada yol açtığı hepimizce mâlumdur. Aslında İmam-ı Âzam’ın fıkıh tanımında “marifetü’n-nefs” diye geçen “marifet-bilmek” ifadesi, kuru bilgi-malûmat değil, anlayış ve idrak demektir.

Şöyle bir problemin altını çizmeliyiz! Daha meselenin ne olduğunu bilmeden çözüm diye problemi artıracak yollara tevessül edilmektedir. Doğru teşhis edemezsek doğru tedavi edemeyiz. Mesela; aynı zamanda bir usûl-metod demek olan BD-İBDA sisteminden hareketle “ideoloji” şartı diyoruz, “Bizde ideoloji var mı?” diye meselenin zorluğundan kaçılıyor ve güya keskinlik yapılıyor; “sistem, rejim, diyalektik” diyoruz, yabancı gözlerle bakılıyor; İslâma muhatap anlayış diyoruz, kulağa hoş gelen bir söz diye anlaşılıyor; ilm-i ledün diyoruz, sadece Hızır kıssası hatırlanıyor.

Yöntem, mevzuya bağlıdır ve asla uygun olmalıdır. Zira yanlış yöntemler mevzuyu (aslı) değiştirmeye yol açabilir. Meselenin çözümünden uzak ilmî ve fikrî çabalarla zaman kaybetmemek için önce meselenin ne olduğu gerçekçi bir şekilde ortaya konmalıdır.

“İlim nedir?” suali bile ilim adamının cevaplayacağı bir sual değildir. Her ilim kendi tanımını yaparken mücerred olarak ilmin tanımı ve değeri üzerinde kafa yormaz. Bütüncül anlayış ve usûl meselesi olan bu mesele ile ilgilenenler daha ziyade mütefekkir ve filozoflar olmaktadır. Mâlum olduğu üzere BD-İBDA fikir sistemi, felsefenin düşünce faaliyetine muadil olarak hikemiyat demeyi tercih eder. Zira felsefede akıl hiçbir mihrak ve baş tanımaz. Hikemiyatta ise akıl, mutlak ölçüler ışığında sınırsız faaliyette bulunur, yâni akıl mutlak değildir. Şu noktayı hatırlatalım ki, sınırları tâyin etmek de bir usûl meselesidir. İlahî hadde riayet ise edebin (usûl) temelidir. İslâm’da sistemli düşüncenin merkezi olan hikemiyat ise edep, estetik ve ahlâk temeli üzerine oturur.

İmam Gazâlî, mânâsı değiştirilen beş ilim-kavram olarak fıkıh, ilim, tevhid, tezkir ve hikmeti sayar. (3) Mâruf mânâsıyla “bilme” demek olan ilim kavramı da belli bir disipline hasrolarak diğer ilimler ve tefekkür ile bağı koparıldı. Son asırlarda Batıdan gelen ilim anlayışı ile birlikte branşlaşma da bu uçurumu derinleştirdi.

Görüldüğü üzere, “İslâmî ilimlerde usûl mevzuu, “İslâm düşüncesinde usûl” mevzuuna dönmektedir. Fikirde usûl, ilimde usûl’den önce ve daha önemlidir. Müceddidin-mütefekkirin rolünün, âlimden daha önemli oluşu gibi.

Necip Fazıl’ın yetiştirdiği mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’ndan, zâhirden bâtına doğru işin boyutlarını ele verici bir tesbit aktaralım:

-“Mücerret mânâda ilim, bilme demektir. Bilme’nin hakikati de, feraset ve anlayış, basiret ve kavrayışta… Bunun uç noktasında da, şiir idrakı var… Ve insanın bilgilenme süreciyle eşdeğer olan hürriyetin sonsuzluğunca sonsuz hayret!” (4)

Büyük Usûlcüler

Usûlü’d-din ile usûl-i fıkıh içiçedir. Akâid ve fıkhın içiçe olması gibi. İmam-ı Âzam’ın fikir, ahlâk ve ilim çizgisinde bu husus görülür. İmâm-ı Âzam, İmam Gazâlî, İmâm-ı Rabbânî gibi isimler özel âlimlerdir. Büyük usûlcüler böyle terkipçi kafadır. Büyük âlimler, usûlde yenilik yapanlardır. Usûl, bütün ilimlerin üstündedir.

Büyük usûlcüler, çağın doğurduğu problemlere karşı İslâmî ilimleri de sınıflandırır. Bazen fıkıhla bazen tasavvuf ve hikmet ile bazen kelâm ile kitlelere hitap edilir, çağının hal ve şartlarına göre bu nokta tesbit edilir. Şunu da ilave edelim ki, İslâm medeniyeti, bir fıkıh medeniyetidir.

Büyük usûlcü ve muhakkik âlimler bugünkü tabirle interdisipliner, eski tâbirle sıla vasıflıdır. Bu zatlar âlim, ârif ve mütefekkirdirler. Kısaca da olsa üç büyük usûlcü ve yenileyici üzerinde duracağız: İmam-ı Âzam, İmam Gazâlî ve İmam-ı Rabbânî.

İmâm-ı Âzam Ebû Hanife Hazretleri, İslâm fıkıh sistematiğini ilk kuran zattır. Öbür mezhepler ona nisbetle ve ona karşı oluşla sistemlerini üretmişlerdir. Fıkhın babası İmâm-ı Âzamdır. Onun sistemi yüzyılına ve yüzyıllara şâmil olmuştur. İmâm-ı Âzam, sistem-metod kurucu merkez bir âlimdir. Hanefî usûlü önemli bir usûldür. Onun yeni bir sistem ve metod getirerek çağında bulanıklaşan İslâm’a muhatap anlayışı yenilediğini ve İslâm hukukunun dinamizmini gösterdiğini ifade edelim. Zira, Hulefâ-yı Râşidîn dönemi sonrasının zorlu şartlarından doğan karmaşık meseleleri alt etmeye çalışan ilk kişi oydu. Fıkh-ı Ekber isimli eserinde, diğer fırkaların anlayışı karşısında Sünnî bakış açısını ortaya koyan ilk kişi yine o oldu.

İmâm-ı Âzam’ın, “Eskilere yeten size yetmiyor mu?” diye yapılan eleştirenlere verdiği cevap mânidardır. Meâlen veriyorum: “Bizim hâlimiz eskiler gibi olsaydı haklıydınız ama, biz eskiler gibi değiliz. Biz onların devrinde yaşasa idik, onlar gibi teslimiyetçi olurduk, onlar ise bizim devrimizde yaşasa idi, bizim kullandığımız silahları kullanır ve gerekeni yaparlardı.” (5)

İmam Gazâlî Hazretleri ise, kendi devrinde, İslâm’ın hem içinde hem de dışında cereyan eden bütün fikir cereyanlarını hesaba çekerek ve getirdiği yenileyici sistemi ile (İhya düşüncesi) kurtarıcı rol oynamıştır. Onun çok yönlü bir âlim olarak bütün disiplinlerden istifade ettiğini ve kelâm ile tasavvufu aynı zamanda fıkıh ile tasavvufu, mezcettiğini ve ilimleri de sıralamaya tâbi tuttuğunu belirtelim. Tasavvufu başa aldığını da hatırlatalım.

Âlim ve ârif veya âlim ve mütefekkir farkını da gösteren şu bilgi notunu zikredelim. İmam Gazâlî İhya düşüncesini ilim adamı hüviyetiyle yapmadı. Bağdat’ta Nizamiye Üniversitesinde rektör iken kürsüsünü terk ederek 10-12 yıl Kudüs ve Şam’da uzlete çekildi. Ve bu çileli döneminde derin tefekküre daldı ve en önemli eserleri olan İhyau Ulumiddin ile El-Munkiz’i yazdı. İmam Gazâlî, Allah, insan ve âlem tasavvurunu İslâm’a göre yeniden inşa etti, dinî ilimleri de eleştiri süzgecinden geçirdi ve dinî hayatı canlandırmanın formülünü ortaya koydu. Sadece aklıyla değil, ondan önce gelen imân ve aşkıyla yani ruh ve duygu dünyasıyla bunu yaptı. İslâmî ilimlerdeki müktesebatı ise, ihya düşüncesinde zenginlik olarak katkı sağladı.

Bu büyüklerin en büyüklerinden, “ikinci bin yılın yenileyici” olan İmam-ı Rabbânî Hazretleri ise, “sıla” vasfı gereği şeriatle tarikatı birleştirdi, medrese ile tekkeyi kaynaştırdı. “Vahdet-i vücud” meselesini dibine ve köküne kadar hall ve fasletti. “Vahdet-i vücud” düsturu yerine “vahdet-i şuhud” düsturunu koydu. Bir kıl kadar bile olsa İslâmın prensiplerinden ayrılmadı. Allah’ın celâl ve cemal sıfatı onda tecelli etti. Aklın sınırlılığına dikkat çekerek Allah’ı tenzih hususunu “Allah ötelerin ötesinde, ötelerin ötesinde, ötelerin de ötesinde” şeklinde ifade etti. Nübüvvet yolunu tekrar pırıldatıp ümmetin sonunu başına raptetti, bidayeti nihayete bağladı. İslâm’a muhatap anlayışı omurgasına oturttu, birçok halife yetiştirdi. Hâlen İslâmî-tasavvufî hayat üzerinde etkilidir. Necip Fazıl’ın tesbitiyle aktarırsak, “Mektubat-ı İmâm Rabbanî”, Allah ve Resûlünün kitaplarından sonra dinin en büyük eseridir. (6)

Hukuk – Fıkıh – Ahlâk ilişkisi

Mütefekkirin, felsefecinin, muhakkik âlimin doldurması gereken iki saha var: Diyalektik ve ahlâk. Bunları yerine getiremeyen ise öncü, kurucu ve merkezî bir şahsiyet olamaz. Çağına yön veren büyük şahsiyetler, usûl (diyalektik) ve ahlâk davasıyla tecelli etmiştir. Bu minvalde şunu ilave edelim ki, “İslâm’a muhatap anlayış” her şeyden önce imân ve ahlâk davasıdır. İmân, zevken idraktir; hissen ve kalben tecelli edendir… (7)

Ahlâk, eşya ve hadiseler karşısında tavrımız, duruşumuzdur. İnsan, ahlâkî bir varlıktır, doğru veya yanlış bir duruşa sahiptir. Bu duruşun arkasında ise fikir ve inanış vardır. İster rezil, ister vezir olsun, hiçbir insan ahlâk davasının dışında kalamaz. Ahlâk, kendisinden doğduğu fikri ileriye doğru zuhur ettirir, bu mânâda başat bir rol oynar. Hazret-i Peygamber “Ben ahlâkî güzellikleri tamamlamak için gönderildim.” (8) derken, insanda mevcut olan bu vasfı kemale erdirmek, hakikatini tecelli ettirmek vazifesini bildiriyor ve bu mânâda insanın zirvesi olduğu görülüyor. Şunu unutmayalım ki, dinamik olan ahlâktır, onu yürüten ahlâk olmazsa, fikir sadece teoride kalır, yaşanamaz. Onun için Kur’an’ı, Allah Resûlünün örnek hayatı olmadan anlayamayız ve ona ulaşamayız. Kâinatın Efendisinin ahlâkı, hadiste de işaretlendiği üzere “Kur’an ahlâkı” (9) idi.

Ahlâk, insanın iradî davranışlarının bütünüdür. Ahlâk, değer yargıları verir, realite yargıları değil. Ahlâk, iyi ve kötü davranışların pratikteki değeridir. Etik (ahlâk felsefesi) ise, iyi ve kötü davranışların teorisidir.

Ahlâk, usûl-i fıkhın genel amacında tezahür eder. Usûl-i fıkhın, “şer’î delillerden. Şâri-i hakîm’in rızasına uygun hükümler çıkarma ve böylece insanın maslahatlarını celp ve mefsedetlerini defetmeyi sağlama” şeklinde özetlenebilecek genel amacıyla ahlâk örtüşür.

Usûl-i fıkıh ilminin genel önermelerinden ve nihaî amaçlarından olan “adalet” idesi ahlâkî bir kavramdır. İslâmî hükümlerin temel amacı kabul edilen zarûriyat bunun peşinden gelen hâciyyat ve tahsîniyyat da ahlâkın tamamlanması (mekârim-i ahlâk) ilkeleri arasındadır. Fıkıh ve usûl-i fıkhın meselelerinden olan niyet ve hüsnüniyet kavramları da ahlâka ait kavramlardır. Kur’an’da ahlâkî talimatlarla hukukî talimatlar birbirlerinin yerine ikame olan kavramlarla ifade edilmiştir. Yani “ahlâka uygunluk” ile “hukuka uygunluk” birlikte sağlanmıştır. (10) Hukuk, ahlâkın pıhtılaşmış şeklidir. (11)

Fıkhın, sadece amelî hayata dair kurallar ortaya koyan hukuka nazaran, fizik-metafizik bütün yönleriyle insanı ve cemiyeti ele aldığını hatırlatalım. Yani fıkıh, hukuk ilmi ile sınırlandırılamaz, bilakis o, hukuktan daha kapsamlı olarak insanın maddî ve manevî bütün yönleriyle (hak ve sorumlulukları) ilgilidir.

Usûlsüzlüğe Bir Misâl Olarak Selefîlik

Selef ile selefîlik (selefiyye) farklı şeylerdir. Selef denilince İslâm’ın ilk üç asrı anlaşılır ve bunlara “Selef-i salihîn” denir. Selefîlik ise İbn Teymiyye’nin kurduğu ve daha sonra Vehhabîliğe yol açan, Ehl-i Sünnet dışı bir yoldur. Selefîlik, Ehl-i Bid’at sınıfındandır. İlk dönem selef ile karıştırılmamaları için bunlara galat bir tabir ile “selefîyeci”de denir. Bu tanımda, onların selef uleması ile ilgilerinin olmadığını vurgulamak için, Arapça nisbet ekine Türkçe nisbet eki olan “ci,cu” takısı eklenerek bir galat meydana getirilmiştir.

“Selef tavrı” ile “selefî tavrı” da farklıdır. Selef tavrı, te’vil yapmaz, ancak zâhirî mânâyı da almaz ve işi Allah’a havale eder (tefvîz). Selefî tavrı ise zâhirî mânâyı alır ve böylece tefvîz etmemiş olur. Selefiyye (Selefîlik), hakiki mânâda Allah’ın eli, yüzü, gözü vs. vardır diyerek, önce teşbihe sonra tescime düşer. İmam Mâlik’de “selef tavrı” vardır, ancak “selefî tavrı” yoktur. İmam Mâlik, haberî sıfatlarda “Keyfiyetini bilmeyiz!” der, ancak “Hakîkî mânâdadır.” demez ve tefvîze gider. Selef ulemasından İmam Mâlik tefviz ile te’vil arasında duruyor, onda teşbih ve tecsim yok. Böylece İmam Malik’in tavrı selefîlerden farklı olur. Selef ulemadan İmam Şafiî ve İmam-ı Âzam da tefvîz yapıyor, te’vil yapmıyor. Selef tavrının yeterli olmadığını gören sonraki ulema ise, halef tavrını geliştirir ve yanlış anlamalara ve mücessime görüşlere karşı haberî sıfatları önce te’vil sonra tenzih ederler. Zira ilk devirdeki feyz ve anlayış seviyesinde olunmadığını gördüler. Ehl-i Sünnet yaklaşımı budur. Şunu da ilave edelim ki, ne kadar “selefî metod” izlendiği söylense bile hiç kimse selef olamaz. Kimse sahâbî olamaz, asr-ı saadet bugüne aynen aktarılamaz. Böyle bir iddia anakronizm ve mizah olur.

İlk asırdaki selef metodunun daha sonra neden uygulanamadığı üzerinde duralım. Bunun iki sebebi var. Her çağın getirdiği problemlere karşı yeni usûl geliştirme zarureti ve İslâmın yeni fetihlerle taşındığı coğrafyalarda yeni bir dil ve diyalektik geliştirme şartı. Şunu da belirtelim ki, dört mezhep imamlarımız da, selef âlimleri idiler. Ancak hepsi yeni usûl getirmişler, selef metodunu değil de halef metodunu (te’vile başvurmak) izlediler. Zira yeni meseleler karşısında yorum ve te’vile ihtiyaç duydular. Müctehid imamların kurduğu fıkıh mezhepleri de İslâm’ın eşya ve hadiselere tatbikine (usûl ve diyalektiğine) bir misaldir.

Aslında selefin tek bir metodu yoktur. Bundan dolayı “selefî” olmaktan bahsedenin, böyle genel bir ifadenin altına sığınması doğru olmadığı gibi usûlsüzlük tehlikesine düştüğünü de ifade edelim. Sadece “selef” demekle olmaz, usûlünü ortaya koyacaksın! Yol, yöntem, program demek olan herhangi bir mezhebi olmayana ise itibar edilmez. Esasen böyleleri de çelişkilerden ve dikomotiden (ikilik) kurtulamazlar.

Selefîlik/Vehhâbîlik tam bir İngiliz projesidir. Hadisler üzerinden giderler. Hadisleri dar bir alanda, literal-lafzî düzeyde anlar ve dinin daralmasına yol açarlar.

“Reformist-selefî” karma bir bakış açısını, usûlsüzlüğe misal vermek istiyorum. Bir selefî, fıkıhta reformist oluyor, akâidde ise tutucu oluyor veya tam tersi söz konusu. Bir yerde tekfirci, bir yerde ılımlı oluyor. Çok katılıktan çok gevşekliğe gidiş oluyor. Halbuki beklenen tutarlı bir çizgi olmasıdır. Böyleleri dinlenemez bile. Çünkü karşımızdaki usûl ile konuşuyorsa dinleriz, en azından sözlerinin başı ile sonu arasında bağlantı vardır.

İctihad ve Reformistler

İslâm hukuk tarihini de yanlış değerlendiren ve ictihad kelimesini dillerinden düşürmeyen reformistler, mezheplerin teşekkül dönemini taklid ve taassup dönemi olarak niteleyerek tarihî realite ile bağdaşmayan taraflı bir tutum sergilemişlerdir. Zira mezhep içi istidlâl ve ictihad faaliyetleri, Batılı değerler benimsenene kadar Müslümanların ihtiyaçlarını karşılamakta başarılı olmuşlardır. Batı hukuk sistemine geçilip İslâmı değerler yasaklanınca Müslümanların içinde bulunduğu problemleri çözmenin ictihad faaliyetleri meselesi olmadığı görülmüştür. Böyle kritik anlarda, tarihteki büyük müctehidlerin rolünün günümüzde nasıl ifa edileceği, kısaca yeni bir sistem ve metodun nasıl olacağı, asıl düşünülmesi gereken mevzudur. Mesele, mezhep veya ictihad mevzuundan önce temel bir usûl meselesidir. Anakronizme (tarihi bugünde yaşama hatası) düşmeden çağımızda problemlerin çözmenin yolu, ferdî ve ictimaî hayatın bütün olarak kuşatılması ile mümkün görülmektedir. (12)

Çağımızda dinde ictihada gerek olmadığını, büyük müctehidlerin vazifesini ancak büyük mütefekkirlerin yerine getireceğini yukarıda da izah ettiğimiz gerekçelerle birlikte belirtelim. (13) Mezheplerin birbirinden yararlanabileceği, mezhep içi meselede, tahriçte ve tercihte içtihadın ise her daim yapılacağı mâlumdur. Buna fetva faaliyeti de denebilir. Ancak, İslâma muhatap anlayış meselesi çözüldükten sonra günümüz fıkıh problemleri için sisteme (kendi sistemimize) bağlı sağlıklı çözümlerin sunulabileceği bilinmelidir. Zira sistem olmadan yapılan faaliyetler verimsiz kalmaya mahkumdur. Doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olmaz. Tartışmalar, fıkhî yetkinlikten ziyade temel mesele olan bu mevzuun ihmalinden doğmaktadır. Öyle ki, fürû-i fıkıh meseleleri bütünden ayrı ele alınmakta ve bazı tutarsızlıklar ortaya çıkmaktadır. Hüküm verme ölçülendirmelerinin eksik olduğu yerde ise doğru hüküm ve tatbikten bahsedilemez. Zira ictihad usûlle birlikte ortaya çıkar. Önce küllî anlayış ve küllî usûl, ondan sonra teknik konular (Arapça, usûl ilmi ve fürû bilgisi vs.) gelir.

İctihad mevzuunda kısa bir hatırlatma yapalım. Kesin nasların bulunduğu konularda ictihad olamayacağı gibi, bir usûl dairesinde ve sahih bir delile dayanmayan ictihad da geçersiz olur. İctihadla varılan hüküm gâlip bir zann (kanaat) dan ibaret olup, bir ictihad başka ictihadı nakzedemez (bozamaz). İbadât, muâmelât ve ukûbâta dâir amelî meselelerde ictihad şartları söz konusudur. Bu faaliyetlere ictihaddan ziyade, iftâ-fetva verme işi de diyebiliriz. (14) Ancak işin temelinin bütüncül-küllî anlayış meselesi olup, İslâm’a muhatap anlayış ve büyük mütefekkirlerin alanı olduğunu tekrar hatırlatalım.

“Şer’î meseleler” ile yâni itikadî ve amelî hükümler ile doğrudan değil, dolaylı bağlantılı olan ve muhakkak çözülmesi gereken insan ve toplum meselelerini, kapalı olduğuna dâir “icmâ-ı ümmet” bulunan ictihad kapısını zorlamak yerine, tefekkür, teemmül ve aksiyon ile halletmek, ümmet için en faydalı olandır. Fikir cehdi, ilm-i ledün ve aksiyon (cihad) isteyen faydalı ve zorunlu yolu bırakıp tembellik yolunu seçen, “Kaynaktan yapmalıyız!” tekerlemesiyle şer’î ölçüleri tartışmaya açan ve işkenbeden ictihad yapanlar, maskara ve menfaat peşinde koşan şuurlu ve şuursuz hain sürüleridir. Böyleleri “mezhebi geniş-pezevenk” anlayışına da misaldir.

(devam edecek)

Dipnotlar:

1- İmam Mâlik, Muvatta, 5/1330 (3357).

2- Tahsin Görgün, “Yeni’ Anlama ve Yorumlama Yöntemlerinin Fıkıh Usûlüne Göre Durumu”, İslâmî İlimlerde Metedoloji (Usûl) Meselesi, İstanbul, İSAV, 2005, s.679.

3- İmam-ı Gazâlî, İhyau Ulumiddin, trc. Ahmed Serdaroğlu, Bedir Yayınları, İstanbul, 1975, Cilt I, s.83.

4- Salih Mirzabeyoğlu, Damlaya Damlaya, İBDA Yayınları, İstanbul, 1997, s.48.

5- İmâm-ı Âzam’ın Beş Eseri, trc. Mustafa Öz, İFAV Yayınları, İstanbul, s. 8.

6- Necip Fazıl Kısakürek, İmâm-ı Rabbânî Mektubat, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2009, s. 5.

7- Mevlüt Koç, İBDA’ya Muhatap Anlayış Zevk Temeline Oturur, Aylık Dergisi, İstanbul, Mayıs, 2020, Sayı 188, s. 2.

8- İmam Mâlik, Muvatta, 5/1330 (3357).

9- Müslim, Müsâfirîn 139.

10- Ferhat Koca, Birleşen ve Ayrışan Yönleriyle Usûl-i Fıkhın Kelâm, Tasavvuf ve İslâm Felsefesi ile Olan İlişkisi, İSAV, İslâm Düşüncesinin Kurucu Unsurları: Usûl-i Fıkıh, Kelâm, Tasavvuf ve İslâm Felsefesi, Ensar Yayınları, İstanbul, 2016, s. 258.

11- Salih Mirzabeyoğlu, Hukuk Edebiyatı, İBDA Yayınları, İstanbul, 1989, s.17.

12- Soner Duman, Günümüz Fıkıh Problemleri, Beka Yayıncılık, İstanbul, 2019, s.26-27.

13- Salih Mirzabeyoğlu, İBDA Diyalektiği, İstanbul, 2004, s.142.

14- Ahmet Yaman, Fetva Usûlü ve Âdâbı, İFAV Yayınları, İstanbul, 2019.

Baran Dergisi 730.Sayı