Bukowski
Heinrich Karl Charles Bukowski, isminden de anlaşılacağı üzere Alman asıllı Amerikalı bir romancı, şair. 1920 senesinde Almanya’da doğan Bukowski, umûmiyetle işsiz olan bir babanın himâyesi altında fakirlikle dolu bir çocukluk geçirdi. Los Angeles Lisesi’ni bitirdikten sonra sanat, gazetecilik ve edebiyat derslerini gördüğü Los Angeles Şehir Üniversitesi’nde hepi topu bir sene kadar okudu. Küçüklüğünden beridir karalamaya başladığı her şeyi çeşitli dergilere yayınlanması için yolladığı hâlde bir tanesini bile yayımlamadılar. Ancak 24 yaşına geldiğinde yazdığı kısa hikâyelerden birisi yayımlandı. Bunun üstünden iki yıl sonra bir kısa hikâye daha. Bu görmezden gelmenin devam etmesi üzerine yazarlığı bıraktı ve ABD’yi dolaşmaya başladı; “ne iş olsa yaparım abi” diyerek on yıl boyunca gezindi durdu. Ucuz pansiyonlar, alkol bağımlılığı ve sefalet, sefalet, sefalet… Hügo, Les Misérables-Sefiller isimli eserinde o günlerin Fransa’sındaki manzarayı aktarırken okuyucunun durumu kavraması için enteresan bir şey söyler. Meâlen şöyle: fakir birkaç dilim ekmeğe sahip ve üzerinde derme çatma da olsa bir çatısı olana, misérable-sefil ise üstünde hiçbir çatı olmadığı hâlde bir dilim ekmeği dahî olmayana derler… Bukowski’nin durumu da böyleydi, yani üstünde kendine ait bir çatısı olmayan, birkaç dilim ekmek peşindeki (mizerabl)… 1950’li yılların başında ABD Posta İdaresi’nde posta kuryesi olarak iki yıl kadar çalıştı. Bir dergiden yazarlık teklifi alınca kendi ifadesiyle “postacı olarak delirmek ile yazar olarak aç kalmak arasında” bir tercih yapıp “yazar olarak aç kalmayı” seçti... 1955’te alkol komasına girerek tabiri caizse ölümden döndü ve ardından büyük bir hevesle tekrar yazmaya koyuldu. Romanlar, kısa hikâyeler ve illâ şiirler; ömrünün sonuna kadar meşhur huysuzluğu ile karaladı durdu ve 1994’te büyük ihtimâlle sunturlu bir küfür savurarak öldü…

Bukowski’nin düz yazılarını hiç bilmiyorum, şiirlerinin çoğunu da; fakat bir köşeye not ettiğim 7-8 kadar şiirini pek beğenirim. Bu arada Bukowski’nin “şiirini” demeyelim de tercüme şiirini diyelim. Onun Van Gogh hakkında yazdığı Working Out isimli bir şiir vardır ki, hayatın alelâde gerçekliği ile sanatkârın büyüklüğü arasındaki ironiyi kolaylıkla ifade eder; bunu zor şekilde ifade eden bir sürü “şiir yazarı” tanıyoruz ama giriftliği herkesin gözü önünde duran hususları kolayca çözüveren şairler nadir soydan… Bir süre önce, hatırıma geldiğinde ara ara mırıldandığım bir mısraı üzerine düşündüm ve kastettiğini zannettiğim kadar içten kavramadığımı fark ettim. Esasen Eliot’un da dediği gibi: “bir şiirin zevkine varmak, içine çeşitli tatmin şekillerinin karıştığı çok karmaşık bir tecrübedir. Bu çeşitli tatmin şekillerinin ölçüsü ise okuyucudan okuyucuya değişmektedir.”

Bukowski bir şiirinde şöyle diyor:

“Tanrıyı Vaaz Edenlerin
Tanrıya İhtiyacı Var”
 
İsmail Uysal
İsmail Uysal 28 Şubat döneminde tutuklandığında 21 yaşında 3 çocuk babasıydı. Şimdi ise 44-45 yaşlarında ve torun sahibi… Tutuklandığından bu yana bir sürü hükümet, kararname ve meclis kararı gördü. Kemalistleri, Ergenekoncuları, Fetöcüleri; eski hükümetleri, yenilerini vesâire… Bugün kaldırılmış olan DGM’lerde yargılandı; yani mahkemenin kendisi yok ve hükümsüz ama hükmü bakî sayılmış… Onun için “Kemalistler” tutukladı, “Fetö’cü”ler cezâ verdi “İslâmcı”lar içeride yatırıyor denilebilir; alınmaca gücenmece yok! Şimdi burada uzun uzadıya çuvaldız iğne hikâyesi sıralamaya da gerek yok değil mi? Mes’ul olan mes’uliyeti neyse yapacak; bizim memleket tersine ehram, habire mes’uller şikâyet ediyor, vatandaşa sıra gelmiyor! Neyse! Yukarıda verdiğim rakamlar arasındaki hesaplamayı yapabilecek çapta olan ve İsmail Uysal’ın niçin hapishanede olduğunu bilmeyenlerin çoğu ister-istemez onun memleket çapında bir suç işlediğini falan düşünecektir. Ben, size bir başka hâdiseyi hatırlatayım da, herhangi bir gazetede yayımlanmış olan ve İsmail Uysal ile ilişkilendirmeyi hayâl bile etmeyeceğiniz hesaplamayı bununla karşılaştırıverin: “Norveç’te 77 kişiyi katleden Anders Breivik 21 yıl hapis cezasına çarptırıldı.”… Breivik’in aldığı bu cezâ Norveç’te en üst sınır; insana demezler mi “sen Norveç’i hangi standartlarda geçtin de hukuk alanında bindirme yarışması yapıyorsun?” Suâlin muhatabı yok ki cevab vereni olsun değil mi? Eh, tabiî, ona cezâ kesenler emekliliğinin tadını çıkartıyor, yerine gelenler de Nasreddin Hoca’nın bir kıssasındaki gibi “buna bylock değmiş ona bylock değmemiş” hesabı karpuz kabuklarını ayıklar gibi mağdur ayıklıyor…

İsmail Uysal’ın ister bir Metalica şarkısı olarak, ister bir Hollywood filmi olarak da hatırlayabileceğiniz “Unforgiven-Affedilmeyen!”suçuna gelince, o da şu: İstanbul’da arkadaşlarıyla sokakta bir dergi satarken gözaltına alındı ve ardından tutuklanmak üzere doğruca DGM’ye... Anlayacağınız, bu hâdiseyi Anders Breivik’e anlatsak adamın kanı donar, nedamet getirmekten çekinmez! Ama o gelip giden hükümetler, ah o habire durmadan çıkan kararnameler hep İsmail Uysalı teğet geçti; keşke teğet geçseydi; onun varlığından bile habersizmiş gibi yapıldı. Ha! Bu kadar acımasız olmaya da gerek yok! Her sene 28 Şubat’a doğru – o da son üç-beş seneyi geçmez!- İsmail Uysal hakkında mırıldanılır gibi oldu; ama tabiri içinde, “gibi”…

İsmail Uysal’a yapılan şey direkt ifadeyle bir kumpastı; hukuk, ayaklar altına alınıp en sert cezâlara çarptırıldı; bu mevzuda verilen cezâların asıl maksadı ise İsmail Uysal’ın kendisi değil savunduğu fikirler ve memleketinin bekâsını düşünmesiydi. Bu uğurda sesini çıkartanın ümüğünü sıkalım, hayatını karartalım cezasıydı ona verilen…
 
Reza Zerrab
Reza Zerrab, İranlı bir iş adamı… Onu Bukowski ve Uysal gibi biraz daha teferruatlı anlatmaya gerek yok. Diğer ikisinin aksine herkes onu tanıyor ve ismi ifade edilince hatıra gelenler aşağı-yukarı herkeste aynı hususlar… Malum, Amerika’daki mahkeme Zerrab diye başlayıp Hakan Atilla diye devam etti ve geçen hafta bir kısmı ile neticelendi. Bu mahkeme hakkındaki tuhaf şey ise, memleketimizdeki iktidara karşı en sert muhalefeti gösterenler dahî Amerikan mahkemesinin kararının Türkiye’ye karşı kurulan bir kumpas ve hukuk skandalı olduğunu söylüyorlar. Hukuk, yeri geldiğinde birilerini kıstırmak için kullanılan bir fare kapanı gibi işletildi ABD’de; kimi yakalamak isterseniz onun geçeceği yola yerleştiriveriyorsunuz… Amerikan mahkemesinin verdiği cezaların asıl maksadı ne Halk Bankası, ne Hakan Atilla; Türkiye’ye kumpas kurmak ve ekonomik anlamda sıkıştırırken uluslararası meşruiyetini zedelemek… Cüneyt Özdemir ve Serdar Turgut bile böyle söylediğine göre, mevzuun tefsire hacet olmadan anlaşıldığını sayabiliriz…
 
Son Söz:
Bugün, hep beraber Amerika’daki mahkemenin hukuksuzca davrandığı ve Türkiye’ye kumpas kurduğu hakkında fikir birliği etmiş ve avazımızın yettiği kadar bağırıyoruz, iyi de ediyoruz!

Fakat! Bana kalırsa, bundan 21 yıl evvel hep beraber, yine bugünkü gibi memleketçe, hukuk ayaklar altına alınırken aynı reaksiyonu İsmail Uysal, arkadaşları ve savunduğu fikirler için gösterseydik eğer, Amerika’da böyle bir mahkeme kurulamazdı!

Bu karşılaştırmamı abartılı ve “uç” bir misâl olarak bulanlar olacaktır; onlar da, okyanusun ötesindeki, dünyanın ta öbür “uc”undaki böyle bir mahkemeye karşı tepki gösterdiklerini unutmasınlar! Sakin kafayla bir karşılaştırma yaptığınızda, Bolu F Tipi’nin New York Adliyesinden daha “uç” olmadığı görülecektir!

“Bunların hepsi tamam da, ya Bukowski?” diyenler de olacaktır. Ha! O mu?

Eliot’un da söylediği gibi “bir şiirin zevkine varmak, içine çeşitli tatmin şekillerinin karıştığı çok karmaşık bir tecrübedir. Bu çeşitli tatmin şekillerinin ölçüsü ise okuyucudan okuyucuya değişmektedir.” Bukowski’nin ne kastettiğini hâlâ anlayabilmiş değilim; o sebepten bu günlerde o mısraları değiştirerek okumayı tercih ediyorum:

“Hukuku Vaaz Edenlerin
Hukuka İhtiyacı Var”…

Kendi memleketimizdeki hukuksuzlukları giderip İsmail Uysalları bir kurtaralım da, siz o zaman görün Türkiye’nin kurduğu hakiki mahkemeler dolayısıyla Amerikalılar nasıl da vâveylâ koparacak!

Baran Dergisi 574. Sayı