Önce bilgi verelim: Koç Holding’in 2023’e kadar sponsoru olduğu İstanbul Bienali’nin 15.’si, “İyi Bir Komşu” temasıyla 16 Eylül’de başladı. “İyi bir komşu, nadiren gördüğünüz birisi midir? İyi bir komşu, evinde hayvan beslemeyen bir aile midir? İyi bir komşu, daha yeni taşınmış birisi midir? İyi bir komşu cinsiyetsiz midir? İyi bir komşu, hiç parti vermemiş birisi midir? İyi bir komşu, 5 yaşındaki çocuğunuza bakmaya istekli midir? İyi bir komşu, arabasının arkasında “Sınırları Kapatın” yazan birisi midir? İyi bir komşu, ayakkabılarını kapının dışında bırakan birisi midir?” gibi bir dizi soru ile tanıtılıyor Bienal. Bir internet haber sitesinde çeşitli yazarların “iyi bir komşu” temalı makaleleri yayınlanıyor her hafta.

Küratörleri Elmgreen & Dragset, (Michael Elmgreen, fahri doktor ve Ingar Dragset, fahri doktor), “yerleştirme”, “heykel”, “performans” ve “tiyatro” dâhil pek çok sanat türünde çalışıyorlar. Şöyle anlatıyorlar Bienali:
“Komşunuz sizden oldukça farklı yaşayan biri olabilir. Ancak umuyoruz ki siz, son dönemde dünyadaki pek çok politikacının aksine ‘öteki’ korkunuzla etrafınıza çitler örerek baş etmiyorsunuzdur. 15. İstanbul Bienali’ndeki sanatçılar ev, mahalle, aidiyet ve müşterek yaşam hakkındaki fikirleri çeşitli perspektiflerden tartışmaya açıyor. İşlerden bazıları ev yaşamımızdaki hâl ve koşulların nasıl değiştiğini ve mahallelerimizin geçirdiği dönüşümü incelerken bazıları da günümüzün jeopolitik sorunlarının nasıl üstesinden geldiğimizi mikro ölçekte ele alıyor. Bienal sergiye davet edilen sanatçıların kişisel veya analitik ifadeleriyle biçimlenerek umutlarla hayallerin, hüzünle öfkenin, geçmişle bugünün birbirine karıştığı alanlar yaratıyor.”
32 ülkeden 56 sanatçının katıldığı Bienal’de ev, mahalle ve aidiyet kavramlarını tartışmaya açan “işler” İstanbul Modern, Galata Özel Rum İlköğretim Okulu, Pera Müzesi ve Küçük Mustafa Paşa Hamamı gibi mekânlarda sergileniyor. Türkiye’den de 10 sanatçı katılmış.

Aslında bu durum yıllardır böyle. Yabancı sanatçıların çoğunlukta olduğu bienaller bir yana, artık küratörler de genelde yabancı. Bienal’in “İstanbul” adını taşıması ve sponsorlarının ve birkaç sanatçının “Türkiyeli” olması dışında, “burası” ile bir ilgisi olmaması ilginç.

Üstelik bu yeni bir tartışma da değil. Henüz 4. Bienal düzenlenirken yabancı bir küratör seçilince oldukça tartışma yaşanmış, “bizde sanatçı yok mu” şeklinde serzenişler ayyuka çıkmış, fakat zamanla bu durum, neredeyse hiç Türk sanatçının yer almadığı bir Bienal’e dönüşümün eşiği olmuş.

15.’si düzenleniyor Bienal’in, bu demektir ki 30 yıllık bir süreçten bahsediyoruz. Bu 30 yılda İKSV ne yapmıştır? Yüzlerce film, tiyatro, müzik festivalleri yapmıştır fakat bu ülkenin yerli ve milli sanatçılarına pek de yer vermemiştir. Yetiştirdiği, desteklediği sanatçılar var mıdır mesela? Burs verdiği, önlerini açtığı? Yahut bu son 30 yılda Türkiyeli bir sanatçının “çığır” açtığı filan duyulmuş mu?
Bu ülkede sanatın belli çevrelerin elinde, belli tröstlerin desteğinde olması bilindik bir durumdur. En son Semih Kaplanoğlu hadisesinde görüldüğü gibi, fırsatını buldukları ilk anda da boğmaya çalışmışlardır “kendilerinden” görmediklerini. Bu anlamda gayet rahat bir şekilde, İKSV gibi belli başlı kurumların, Türkiye’de sanat alanında bir tröst haline geldiğini söyleyebiliriz.
Üstelik İKSV denilen “tröst”, özellikle İstanbul’un büyük bütçeli kültür-sanat faaliyetlerinin tek düzenleyicisi olarak, yıllardır faaliyet gösteren “bağımsız” bir kurum olarak hiç sorgulanmamıştır mesela? Bienal’e kapitalizmin ağababalarının “sponsor” olması, oldukça “ideolojik” yaklaşımlarının da belirleyicisi olmuştur yıllarca.

Türkiye’de “modernleşme” projesinin bir ayağı olarak başlayan “Bienal” meselesi bu amacını hiç de gizlememiştir. İKSV’nin internet sayfasında, “Çağdaş Sanat” alanında Türkiye’nin de söz sahibi olması ve “evrensel” sanatta yer alması falan filan amaçlar arasında sayılıyor açıkça. Zaten Eczacıbaşı’nın yönetici olduğu İKSV’nin “kâr amacı gütmeyen” olarak lanse edilmesi de enteresan. Milyon dolarların döndüğü sanat dünyasında “kâr amacı gütmediğini” ilan etmek, şaka mıdır?

İdeolojik demişken, 10. İstanbul Bienali’nin Çinli küratörü Hou Hanru, “Kemalizm’i” eleştirince, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi dekanı bir bildiri yayınlayarak tepki göstermiş, İKSV de “fikirlere saygılı olmak gerek” mealinde bir açıklama yapmış. Ama İKSV arşivinde bu bienalle ilgili sadece afiş yer alıyor. Başka bir bilgi yok. Gezi olaylarının gerçekleştiği yıl yapılan 13. Bienal’in konusunu da dikkatlerinize sunayım: “Anne Ben Barbar mıyım?” Elbette Bienal’e katılan bağımsız sanatçıları tenzih ederek söyleyelim: Maalesef sanat dünyasında işler “tröstler” elindedir ve ne kadar uğraşırsanız uğraşın, onların dışında “gelişmek” çok zordur. Öyle “bağımsız sanat” filan “özenti”dir, kimse dönüp bakmaz, eğer bir Koç, bir Eczacıbaşı sponsor olmuyorsa.
Bu sene de Bienal sessiz sedasız devam ederken, medyaya şöyle bir haber düştü: “Ömer Koç’un koleksiyonundan bir seçki olan Abdülmecit Efendi Köşkü’ndeki heykel sergisine saldırı. BBP eski yöneticilerinden Mahmut Alan, sergiye giderek, mihrapta bulunan heykelin kaldırılmasını, bunun ahlaksız ve saygısız bir durum olduğunu söylemesine rağmen kaldırılmaması üzerine, heykeli alıp fırlatmasının ardından gözaltına alındı.” Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ömer Koç’un koleksiyonundan bir seçkinin yer aldığı sergi, İstanbul’da 15’inci İstanbul Bienali’yle eş zamanlı olarak düzenleniyordu. Serginin düzenlendiği yer ise daha önce Koç ailesine “satılan” Kuzguncuk’taki Abdülmecid Efendi Köşkü. Köşkü Koç ailesine kim satmış? Ne zaman satmış? Daha önce kiminmiş bilmiyoruz. Ama Koç ailesinin mülkiyetinde olduğunu biliyoruz.

Şimdi bir not: Abdülmecid Efendi bir ressamdı. Hatta o kadar “batılı” bir ressamdı ki, o devrin oryantalistlerine özenerek gençliğinde “harem” tablosu bile yapmıştı. Abdülmecid Efendi, iyi derecede Fransızca biliyordu. Salvatore Valeri'den resim dersleri filan almıştı. Müzikle de yakından ilgileniyordu. Keman, piyano, viyolonsel gibi müzik aletleri çalabiliyordu. Abdülhamid Han’ı sevmezdi. Üstelik halifeliğin kaldırılması aşamasında halife olmuş, Cumhuriyetin ilanından sonra da her Osmanlı gibi “sürülmüştür.” Yani Batı hayranlığı onu kurtaramamıştır.
Fakat bu bilgilerin hiç biri, Ömer Koç’un “Kapı çalana açılır” başlıklı sergisinde yer alan çıplak heykellerin münasebetsiz yerlerde (mesela ayet yazılı levhaların altı) sergilenmesine mazeret değil. Abdülmecit Efendi’nin ressam oluşunu vurgulayıp, Cumhuriyet gibi bazı gazeteler, bu protestoyu anlamsızlaştırmaya çalışıyorlar fakat protesto Abdülmecid Efendi’ye saygısızlığı değil, ayetlerin yazılı olduğu bir mahalde münasebetsiz heykellerin yer almasını eleştiriyordu.

Yani bu protesto, tam da bienalin ruhuna uygun, demokratik bir hak olarak, “komşu” temasına da göndermede bulunan bir “yerleştirme” şeklinde, canlı bir performans olarak değerlendirilebilir. Yani “komşu”yu rahatsız eden heykeller değil (ki o da ayrı bahis) heykellerin sergilendiği mekân. Yani çıplak heykelleri değil, o heykellerin tarihi bir mekânda uygunsuz bir şekilde sergilenmesi “komşu”nu rahatsız etmiş. Bu durumda komşunu “saldırgan” olarak niteleyip, olayı saptırmanın âlemi yok. Biraz kendi “temanıza” saygı lütfen…
Şimdi bu protestoyla birlikte, düşünmemiz gereken şudur: Sanat bu ülkede neden belli tröstlerin elindedir? Bu tröstlerin bize sanat diye sunduklarının güçlü bir tenkidini yapacak sanat münekkitlerimiz nerededir?
 
Baran Dergisi 563. Sayı