Türk milleti tarihin her dönemine damgasını vurmuş bir millet... Ortaasya kökenli olan bu millet İslâmiyetle tanıştıktan sonra kendi öz ruhunu İslâm'da bulmuş, kan bağının beden; din bağının ruh olduğunun ve Ruhsuz bedenin (İslâmiyetsiz Türklüğün) ceset olacağının farkına varmıştır. İslâmiyetle tanıştıktan sonra Türkler savaşçı özelliklerinden dolayı İslâm'ın sancaktarlığını yapmışlardır. Kurdukları büyük devletlerin amaçları hep "Nizam-ı Alem İlayı Kelimetullah (Allah'ın nizamını dünyaya yaymak)" olmuştur. Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular derken, bu amacı benimseyen son devlet ise dünyaya 600 yıl İslâm’ın adaletiyle nizam veren Osmanlı Devleti'dir. Osmanlı Devleti’nin de amacının "Nizam-ı Alem İlayı Kelimetullah" olduğunu büyük Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim Han'ın Hicaz seferinde Arabistan'ı boydan boya geçip Hint Okyanusu'na ulaştığında, atının üzerinden ufuklara bakarak "Ya Rabbim eğer karşıma şu uçsuz bucaksız denizi çıkarmasaydın, nizamını tüm aleme yayacaktım" kelimelerinden anlayabiliriz.
Tarihe damgasını vuran Türk devletlerinin ortak noktası bu amaca yönelik adım atmaları ve "kâfirleri kendinize dost edinmeyin" emrine uyarak, İslâm için mücadele etmeleridir. Bu ortak yön sayesinde dünyaya nizam vermiş ve adalet dağıtmışlardır. 
Sultan Alparslan Han 50 bin kişilik ordusuyla 200 bin kişilik Bizans ordusunu Malazgirt'te nasıl bozguna uğraşmıştır?
Sorunun cevabı büyük Sultan'ın ordusunun başına geçip namaz kıldırdıktan sonra, cenk öncesi yapmış olduğu konuşmada gizlidir:
"(...) Tahta ilk çıktığımda, yurdun ufkunu saran ihtilal bulutlarını kılıçlarınızın parlak kıvılcımlarıyla def edip vatanın bütünlüğünü sağlamıştınız. Bugün de âlem-i İslâm, karşınızdaki düşmanı Allah-u Teala'nın dinini tebliğ etmenizi ve bu yolda, cihad-ı fi sebebil'lah uğruna çarpışmanızı bekliyor! Öyleyse hem bi-hakkın vatanı muhafaza ve hem de İ'la-yı Kelimetullah gibi iki kudsî vazifeyi ifa etme şerefi bize; şimdi bize düştü!..
Düşmanımız kalabalık, kal'aları muhkem ise de; onların sizin gibi gaza meydanlarında pişmiş, şehid olma aşkıyla yanan mücahidlerin ilk hücumuna dahi dayanamayacağını bilirim. Zira onlar vatanlarını değil, hayatlarını kurtarmak derdinde olan bir takım korkaklardan başka bir şey değillerdir! Sizler ise hayatın gelip geçen bir gölge olduğunu, asıl şerefin Allah yolunda cihad ederek can vermek olduğunu hakkıyla bilen yiğitlersiniz!.."
Sultan Alparslan, askerlerine şehâdet aşkını bu sözlerle aşılayıp kendisi ordunun en ön safında cenge girişmiştir. Allah'ın nizamını yaymak için canını fedâ etmekten çekinmeyen; o amaç uğruna ölmeyi şeref bilen o cengâverlerin karşısında kendi sayılarının dört katı değil; kırk katı kalabalık olsa ne farkeder? İman ile savaşan İslâm ordularının karşısında kim durabilir?
Bir de peygamber müjdesine nail olan Fatih Sultan Mehmed Han'ın o müjdeye nail olmak için çektiği aşka bakın... Daha 21 yaşında gencecik bir hükümdar... Her gece yatmadan önce İstanbul'un muhkem surlarına bakıyor ve diyor ki "Ey Konstantiniye! Ya sen beni alırsın, ya ben seni alırım!"
İstanbul'un surları çok güçlü, o surları aşmak; daha önce bir çok kez kuşatma altına alınan İstanbul'u fethetmek kimseye nasib olmamış; ama zekî komutan II. Mehmet İstanbul'u almak hususunda kararlıdır. Onun en büyük hayalidir İstanbul'u almak.
Hazırlıklara başlanır... Anadolu Hisarı'nın karşısına Avrupa'dan Bizans'a yardım gelmesini engellemek amacıyla bir hisar daha yaptırılır: Rumeli Hisarı... Macar asıllı Urban'a toplar döktürülür... Ordular hazırlanır ve kuşatma başlar; fakat Osmanlı, Bizanslıların bir zincir gererek kapatmasından dolayı donanmasını Haliç'e sokamamaktadır. Yoğun bir bombardımana rağmen mücahidler İstanbul'un surlarını aşamamaktadır. Haliç'e donanma girmeden fethin gerçekleşmesinin çok zor olduğunun farkına varılır. Bizans'ın germiş olduğu zincir ise İstanbul'un Fatih'î için aşılmaz değildir. Sultan II. Mehmed gemileri Dolmabahçe'den Kasımpaşa'ya kadar karadan yürüterek Haliç'e indirme fikrini söylediğinde ise vezirleri kendisine karşı gelerek bunun imkânsız olduğunu iddia ederler. Büyük komutanın verdiği cevap peygamber müjdesinin aşkıyla yanıp tutuştuğunun göstergesidir: "Biz peygamber müjdesini gerçekleştirmeye geldik. Biz Sultan Murad Han oğlu Mehmed Han'ız. Allah'ın izni ve yardımıyla imkânsızı mümkün yaparız."
Olan olur ve bir gecede yağlı kazıklar üzerinden çekilerek 72 parça gemiden oluşan donanma Haliç'e indirilir. İşte o sabah gemileri orada gören Bizanslıların bittiği andır.
29 Mayıs günü artık Konstantiniye İslâm toprağıdır; Konstantiniye artık İstanbul'dur...
İstanbul’un Fatih’i bir çağı kapatıp bir çağ açmıştır; orta çağ kapanmış yeni çağ açılmıştır!
İstanbul'u almakla yetinmeyen Fatih Sultan Mehmed Avrupa üzerine de seferler düzenlemeye başlayarak Allah'ın nizamını fethettiği her yere götürmüştür. En büyük amacı ise bütün Avrupa'yı İslâm toprakları içerisine katmaktır. Bu büyük komutan ömrünün son demlerinde, Avrupa üzerine düzenleneceği düşünülen bir sefer için çok büyük bir ordu hazırlatır. Seferin tam olarak nereye gerçekleşeceğini ve amacın ne olduğunu vezirlerine bile söylemez. Buna rağmen kendisi bu sefere çıktığı sırada zehirlenerek genç yaşta şehid edilmiştir. Seferin nereye gerçekleşeceği ise O ve belki onu şehid edenlerle beraber bir sır olup kaybolmuştur.
Tarihe damga vuranlardan bahsederken şunu söylemeden de geçmemek gerekmektedir: Adı geçen devletlerin hiç biri silahla yıkılmamıştır. Tamamı içerisine fitneler sokularak yıkılmıştır.
Tüm politikalarını İslâm üzerine kuran ve iman ile Allah yolunda cihad eden ve Allah'ın nizamını dünyaya yaymak için kanının son damlasına kadar savaşan bu büyük komutanların ve mücahidlerin torunları-varisleri olarak bizler ne yapmaktayız? 600 yıl dünyaya nizam veren Osmanlı İmparatorluğu’nun varisi olan Türkiye nasıl bir politika izlemektedir? 
Türkiye bir Amerikan büyükelçisinin sözleriyle "Ortadoğu'daki Amerikan çıkarlarının bekçisidir!" Yani Amerika'nın en önemli müttefikidir. Peki, Amerika'nın Türkiye'yi kullanmaktan başka bir amacı var mıdır? En basit misal olarak Kıbrıs meselesinde Türkiye'yi nasıl yalnız bıraktığını ve nasıl silah ambargosu uyguladığını hatırlarsak Türkiye'yi kullanmaktan başka bir amacı olmadığını anlayabiliriz. Sadece kendi çıkarlarına olan mevzularda Türkiye'nin yanında olan bu devleti en yakın müttefikimiz ve dostumuz olarak görmektedir siyasîlerimiz. Oysaki Amerika Türkiye'nin en büyük düşmanıdır ve Anadolu toprakları üzerinde gözü olan en büyük tehdit yine aynı devlettir. Şimdi ki siyasîlerimizin de bunun farkında olmama ihtimali yoktur; fakat “Amerikan çıkarlarına hizmet etmek işlerine gelen mi, yoksa başka çareleri mi yok” bunu bilemiyoruz. 
Kimileri ise Türkiye'nin izlemiş olduğu bu politikayı yeterince güçlü bir devlet olmayan Türkiye'nin izlemek zorunda olduğu denge politikası olarak değerlendirmektedir; fakat unutulmamalıdır ki Ulu Hakan Abdülhamid Han da imparatorluğun güçsüz dönemlerinde denge politikaları izlemiştir. İki politika arasında ise dağlar kadar fark vardır.Son dönemde Türkiye denge politikası adı altında Amerikan çıkarlarının bekçiliğini yaparken, bir imparatorluğun ömrünü 33 yıl uzatabilen bir siyasî deha olan Abdülhamid Han hiç bir zaman Osmanlı İmparatorluğu’nu dönemin emperyalistlerine kullandırmamış ve çıkarlarına ters düşen noktada o dönemin süper gücü İngiltere'ye bile rest çekmesini bilmiştir. 
Abdülhamid Han demişken, O’nun millî ve manevî değerlere ne kadar düşkün olduğunu bir parantez açarak belirtelim: Dönemin zengin Yahudilerinden ve İsrail Devleti’nin fikir babalarından olan Thedor Herltz başkanlığında bir heyet, Ulu Hakan’a imparatorluğun borç batağında yüzdüğü, son çırpınışlarını yaptığı ve Avrupalılar tarafından “hasta adam” olarak nitelendirildiği dönemde, bu koşullardan faydalanmayı amaçlayarak bir teklifte bulunmaya gelir. Teklifte, şimdi ki İsrail topraklarının bir kısmının Yahudilere verilmesi karşılığında Osmanlı devletinin bütün dış borcunun ödenmesi, Avrupa basınında Osmanlı aleyhine yapılan neşriyatın durdurulması ve sorun olmaya başlayan Ermenilerin pasifize edilmesi öneriliyordu. Abdülhamid Han’ın heyettekilere verdiği cevap ise takdire şayandı: “Dünyanın bütün devletleri ayağıma gelse de bütün hazinelerini kucağıma dökse, size Siyonistlik adına Kudüs’ten bir parça bile vermem!”(1) Bu cevap Osmanlı’nın izlediği millî ve manevî değerlere bağlı politikayı bir turnusol kağıdı misali yansıtıyordu; çünkü kanla kazanılan topraklar ancak kanla verilirdi!
O özlenen günlere ulaşmada izlenecek tek yol tam bağımsız, millî ve manevî değerlere sahip çıkan ve tavizsiz bir dış politika izlemektir.
Allah bu millete o ihtişamlı günlerine geri dönmesinde yardımcı olsun!