Amerika’nın Şiîlerle ittifak ederek Irak’ta Şehid Saddam Hüseyin’in iktidarını devirmesinden beri, bölgede ciddi bir İran rüzgârı esiyor. Ehl-i Sünnet bağlılarını ezip sindirmek suretiyle siyasî faaliyet alanını genişletmek üzere bir politika sergileyen İran’ın, Suriye’de meydana gelen iç savaşı da fırsat bilerek, Esad’ın yanında Müslümanlara karşı sergilediği vahşeti, hemen her gün gazete sayfaları ve televizyon ekranlarından izliyoruz. Irak ve Suriye’deki kaotik ortamı fırsat bilerek, karşısında herhangi bir devlet teşekkülü de olmadığı için dilediği gibi at koşturan İran, son olarak da Yemen’i gözüne kestirmiş vaziyette yoluna devam ediyor. Peki, ya Türkiye?
Bizim entelektüel sefillerimiz, İran ve onun maşası konumundaki Şiîler ile Ehl-i Sünnet Vel’Cemaat çizgisindeki Müslümanlar arasındaki bu savaşı, “İslâm iç savaşı” gibi milletimize lanse ederek, bütün hassasiyetlerin yitirilmesine ve sanki Müslümanlar ile Müslümanlar arasında bir savaş varmış algısının doğmasına sebeb oluyorlar. Bir kere peşinen şunu ifâde etmekte yarar var; İran ve temsil makamında olduğu Şiîlerin, İslâm ile uzaktan yakından bir alâkaları yoktur ve tarih boyunca gördüğümüz üzere tek dertleri Müslümanların itikatlarına musallat olmak ve İslâm’ın yekpare bir güç olmasının önünde durmaktır. Bizim(!) entelektüellerin zihinlerine işlemiş ve işletilmiş Batıcı hümanizm kriteri ve gayr-ı nizâmî harbi son derece başarıyla yürüten Batı medyasının yayınları üzerinden dünyayı okumaya çalışmaları dolayısıyla, IŞİD ile Şiîler arasında bir savaş olduğu izlenimine kapılarak, seyirci oluyor ve milletimizi de seyirci olmaya zorluyorlar. İşin özüne dönecek olursak, hâdiselerin en başından beri ifâde ettiğimiz üzere IŞİD, Irak ve Suriye’de Şiî zulmünden bunalmış olan Müslümanların meydana getirdiği mızrağın yalnızca ucudur. Medyaya baktığımızda, Vahhabî-Selefîlerle Şiîler arasında bir savaş varmış gibi sunulan haberler ve bu savaşın asıl muztaribi Ehl-i Sünnet bağlılarının görmezden gelinmesi anlaşılır gibi değil.
İktidarın icraatlarına gelecek olursak, daha önce de söyledik; “Suriye’deki problem bir şekilde Türkiye tarafından çözüme kavuşturulmazsa, İsrail tarafından, Amerika tarafından çözüme kavuşturulur, müsaade etmeyin” dedik. Nihayetinde gelinen nokta, Esad ile masaya oturmaya hazır bir Amerika, Amerika’nın ve Esad’ın işbirlikçisi konumunda Suriye’de Müslüman kanı döken İran... Irak’taki durum da hakezâ...
İran
Peki, İran neyin peşinde? Şimdi bu suâle yanıt vermek için hem biraz İran’ı tanımak, hem de bugün İran’ın faaliyetlerinden kimlerin nemalandığını görmek gerek. İran, bilindiği üzere bütün tarihi boyunca kâfirlerden ziyâde Ehl-i Sünnet VelCemaat’e düşmanlık etmiş ve yine tüm tarihi boyunca bütün enerjisini bu düşmanlığının gereği olarak Müslümanların bir araya gelmelerine mani olmak üzere sarf etmiş bir ülke; Şiîlerin temsilcisi...  Şimdi, burada İran’ın da hakkını vermek gerek; öyle ya, eğer ki bölgede Müslümanlar bir sancak altında toplansalar, ilk hedef tabiatıyla bugünün “Haricî”leri olan bid’at ehli Şiîlerin saltanatını yıkmak olacaktır ve dolayısıyla İslâm’ın güçlenmesi ve Müslümanların bir araya gelmesi, İran için bir varlık-yokluk meselesidir.
İttihat-ı İslâm dâvâsı güden Yavuz Sultan Selim Hân’ın İran üzerine yürümek üzere aldığı fetvanın muhtevası, İran’ın dünden bugüne zihniyetini, en veciz şekilde ifâde eder:
Müslümanlar! Bilin ve öğrenin ki şu Kızılbaş toplumunun başkanları Erdebil-oğlu Şâh İsmail'dir. Peygamberimiz aleyhisselâm'ın şeriatini ve sünnetini ve İslâm dînini ve din bilgisini ve Kur'ân’ı küçümsedikleri ve de Allah Teâlâ'nın haram kıldığı günahlara "Helâldir" dedikleri ve Kur'ân'ı ve mushafları ve şerîat kitaplarını hor görüp ateşte yaktıkları ve de bilginlere ve dindarlara ihanet edip öldürüp mescitlerini yaktıkları ve de pis başkanlarını Tanrı sayıp secde ettikleri ve de Hazret-i Ebû Bekir'e ve Hazret-i Ömer'e sövüp halifeliklerini inkâr ettikleri ve de peygamberimizin şeriatini ve İslâm'ı yok etmeye kast ettikleri, bu anılan ve de bunların Şeriat'a karşı söz ve davranışları bu fakire ve diğer İslâm âlimlerine göre tevâtürle bilinip açıkça belli olduğundan, biz dahî Şeriat’ın hükmü ve kitaplarımızın nakli ile fetvâ verdik ki, adı geçen toplum –Kızılbaşlar- kâfir ve dinsizdirler ve de her kimse ki onlara uyup o sapık dinlerine râzı ve yardımcı olursa onlar da kâfir ve dinsizlerdir. Bunları dahî öldürüp toplumlarını darmadağın etmek, tüm Müslümanlara vâcip ve farzdır. Müslümanlardan ölen said ve şehid olup Cennet'e girer ve onlardan ölen aşağılayan Cehennem'in dibindedir. Bunların hâli kâfirlerin hâlinden daha fena ve çirkindir. Zîrâ bunların kestikleri ve avladıkları ister doğanla, ister ok ile ve av köpeği ile olsun, murdardır ve nikâhları gerek kendilerinden, gerek başkasından alsınlar, bâtıldır ve de bunlara kimseden mîras yoktur. Bir bucak halkı bunlardan olsa da Allah yardımcısı olsun, Osmanlı Padişahı'na gerekir ki bunların (Kızılbaşların) ileri gelenlerini öldürüp mallarını ve kadınlarını dahî ve çocuklarını İslâm gâzilerine taksim ede ve bunları ele geçirilince tövbeliklerine ve pişmanlıklarına inanmayıp öldürülmeli ve de bir kimse ki vilâyette olup onlardan olduğu bilinirse ya da onlara giderken yakalanırsa öldürülmeli ve tüm bu toplum hem dinsizdir ve hem bozguncudur, iki yönden katledilmeleri vâciptir. Ey Allah'ım! Dîne yardım edene sen de yardım et ve Müslümanları hor göreni sen de hor gör, (bu fetvâyı veren) Sarı Gönez adıyla meşhur el-Müftü Hamza"
İşte bu tiynetleri gereğidir ki; bugün Ehl-i Sünnet’e savaş açmış olan İsrail, Amerika, İngiltere ve yarın kim olursa olsun onunla ittifak edeceklerdir. İsrail’in Filistin’e karşı saldırılarında da İran’ın sessiz kalışına bakılarak da aralarındaki ittifak rahatlıkla görülebilir.
Senelerdir icraata dökülmeyen karşılıklı söylemler de, bu ittifakın bir parçası olarak okunmalıdır.
Türkiye
Gelelim Türkiye’ye…
İran, İslâm toprakları üzerinde itikadî sapkınlığının gereğini lâyıkıyla yerine getiriyor da, doğruluk iddiasında olan ve tarihî misyonu gereği bölgedeki Müslümanlardan mesul olan Türkiye ne yapıyor?
Peşinen yanıtlayalım; söylemde istiklâl, icraatta istikbâl derdinde ve dâvâ adamı olma şartlarını hâiz olmayan liyâkatsiz bir kadro, şu meşhur hedef(!) olan, demokrasi plânı içinde bir dahaki seçimleri kazanmak ve kazanan kadro içinde veyahut etrafında bulunarak istikbâl kotarmak derdinde bir o yana, bir bu yana savruluyor...
*
Orada sırf Müslüman olduğu için birileri açmış, çocuk-ihtiyar-kadın demeden vahşice katlediliyormuş, kimleri pazarlarda satılıyormuş, ırzına geçiliyormuş; kimin umurunda? İslâm itikad ve anlayışı saptırılmak için her türlü hile ve hurdaya başvuruluyor, her gün yeni bir Truva Atı kalenin içine sokuluyormuş; kimin umurunda? Her biri gök kubbe olan sahabelere sövülüyormuş, hatıraları çiğneniyor ve talan ediliyormuş; kimin umurunda? Gök kubbeye nakşedilmiş, madde ve mânâ plânında en yüksekte dalgalanması gereken Kelime-i Tevhid, bir grub köpek tarafından edepsizce ayaklar altında çiğneniyormuş; kimin umurunda?
İktidarın, kartel medyası karşısında milletin sesi olsun diye, kartel medyasının manipülasyonlarının önü alınsın diye rol verdiği, verilen rolünün hâricinde, küfür ve bid’atçıları meşrulaştırmak dâhil her türlü faaliyetin içinde olan entelektüel sefâletin heykelleşmiş hâli olanların, umurunda mı?
Bir dahaki dönemde, üç dönem kuralına takılarak koltuğundan olacak olan adamın, umurunda mı?
Önümüzdeki seçimlerde, aday adaylığını adaylığa çevirerek vekil olmaktan ve istikbâlini kotarmaktan başka hiçbir derdi, vizyonu, çapı olmayanların, umurunda mı?
Müslümanları istismar etmek adına yüzlerce dergi, vakıf ve dernek kurarak, dünya yansa, elde edeceği maddî menfaatten başka hiçbir derdi ve çilesi olmayan, şeytanın abdestli ve takkeli müritlerinin, umurunda mı? (Yayınlarına ve faaliyetlerine bakın, birkaçı müstesna…)
İlâhiyat fakültelerinde irfansız ve çilesiz ilimlerinden doğan etiketleriyle caka satarak, Müslümanların itikadını bozmak üzere kırk türlü takla atan asalak sürüsünün, umurunda mı?
Afganistan, Suriye, Irak, Yemen, Mısır, Tunus, Somali ve daha nice Osmanlı ve Selçuklu bâkiyesi bugün oluk oluk kanarken, Müslümanlar ile aramıza İran âdeta bir kılıç gibi sokulurken, birinci derecede mesuliyet sahibi olan Türkiye’deki İslâmcı(!)ların manzarası ne yazık ki böyle!
Neticede
Bid’at ehli İran ve karşılıklı olarak birbirlerinden istifâde ettikleri kâfirler, aslında tabiâtlarının gereğini yerine getiriyorlar; nihayetinde hiçbir yılanı, zehir zerk eden dişinden dolayı suçlayamayız. Burada mesele geliyor ve şurada düğümleniyor: “Sen ne yapıyorsun?”
Geçtiğimiz sayılarda sıkça ifâde ettiğimiz üzere, Türkiye keskin bir viraja girmeye hazırlanıyor ve şarampole yuvarlanmadan bu virajdan sağ salim çıkıp, yola devam edebilmenin şartı, en başta İslâmî geçinen camiânın bir nefs muhasebesine girişmesi ve dâvâ adamlarıyla, günün adamlarını birbirinden ayırması ve ayıklamasıdır.
Bu muhasebenin icrâ planındaki karşılığı olarak da;
İktidara düşen; en başta, artık milletimizin özlediği ve arzuladığı “dünya görüşü”nün benimsenmesi ve bu dünya görüşü çerçevesinde kalmak suretiyle birbirinden tutarsız, ne yaptığını bilmez vaziyetten çıkmaktır.
Seçim sathı mâiline girmiş bulunduğumuz için, aday adayları içinden seçilecek adaylarda liyâkatten başka hiçbir kriter aramamasıdır. Anadolu’nun merkez olduğu “kıtalar çapındaki” Hak-bâtıl mücadelesinde, ejderhalar ve yılanlar arasında bir solucan kadar esamisi okunmayacak, paralel operasyonunda bile köşesine çekilip istikbâl gözetleyen; gizli inançsız, vicdansız, şahsiyetsiz, çilesiz ve ufuksuz adamlarla bu iş yürümez, yürüyemez.
Önemine binâen, İlâhiyat Fakültelerinde görevli akademisyen kadronun, yetişen Müslümanlara bozuk itikatlarını empoze etmelerine de asla ve asla müsaade edilmemelidir!
İslâmî medya patronlarına yahut onlara rol verenlere düşen; ellerine her türlü imkân verilmesine rağmen, zikriyle fikri uyuşmadığı için müsbet mânâda hiçbir tesiri olmayan ve aksine ideolojik zâfiyetten dolayı mücadele etmesi gereken her türlü pisliği meşrûlaştırarak, menfî tesir eden kadrolarına bir çeki düzen vermeleri şarttır.
Daha fazlasını saymaya lüzum var mı?.. “İstisnalar kâideyi bozmaz” kaydıyla derdik ama öyle olunca da kimse kendi üzerine alınmıyor. Nihayetinde nefs muhasebesine dâvet ediyoruz; ak olan da kara olan da kendi nefsini kendisi görecek...
*
Hak ile bâtıl arasındaki hesablaşmaya doğru hızla ilerlediğimiz, dünyanın neresine bakarsanız bakın göreceğiniz üzere ocağın da iyiden iyiye kızıştığı böylesine günlerde, istikbâl derdinde kıvranan köpeciklerin etek altına itilmesi ve istiklâl dâvâsı güden fikir ve aksiyon planında liyâkat sahibi erlere meydanda yer açılması gerekmektedir.
İstikbâl mi, istiklâl mi? Aslına bakılırsa ucu aynı mânâda buluşan bu iki tabiri şöyle telif edebiliriz: İstikbâl için istiklâl… 
Baran Dergisi 428. sayı