Bir kelime: Souviens
Yazının başlığındaki Fransızca ifâdeye bakıp, hâlihazırın dışındaki bu farklılıktan dolayı sadece merak sâikiyle de bu yazıya göz atanlar olacaktır. İtiraf etmeliyim ki bir yönüyle bu küçük atraksiyon sadece dikkat çekmekten öte bir sebebi barındırmıyor! Fakat diğer yönüyle de şu:

 Ben, her yazdığım hususta illâ yeni bir şeyler söylemek isteyen, eski bir husus da olsa yeni ifâde kalıpları içinden aktarmak isteyen, yani, bahsettiği her mevzuda, o meselenin hiç olmazsa umûmiyetle bilinmeyen yönlerinden bahsetme prensibi olan birisiyim… Zaten anlatacak, söyleyecek yeni bir meselesi olmayan ve bu meseleleri kendi fikriyle ifade etmeyip, çeşitli iktibasların çokça uçuştuğu bir panayıra çevirerek doluluk nisbetini artıranlara yazar değil de kopist denilmeli; bunun da -en azından- üç istisnası vardır ki; birincisi, genç kalemlerin yazarlık sürecine doğru kıvrıldığı dönemdeki tüm yazılarının belli bir safhasını bu türlü yazılar oluşturur. Zaten gelişinden gidişi belli olduğu için hiçbir münekkid bu sebebten ötürü bir yazarı yahut yazar namzedini kınamaz ve ikincisi, belli başlı hususları tasnif ede ede onların bütününden bambaşka bir telif ortaya çıkartmaktır ki bu tip yazarlar altun gibi nadir olurlar… Üçüncüsü ise, bahsedilen mevzuu çeşitli iktibaslarla tahkim etme işi ki, bu türlü iktibaslar, alındığı yerdeki kendi bütünlüğüne muvafıklığı nazarından olduğu gibi bahsedilen yerdeki muvafıklığına nisbetle de değerlenir; ikisi arasında illâ belirli bir bağ olacak diye bir şart koşulamasa da, bahsedildiği yerde illâ bağı olması gerekmektedir. Yani, bir mevzuda iktibas edilen husus akla geldikçe serpilen değil, mevzu bütünlüğünün içinde eriyen yahut mevzu bütünlüğünün sabiti olmak noktasından yazı içerisinde o mevzuyu taşıyan… Bu üçüncü husus kuvveti olmayan pek çok yazının ana sebebidir; mevzuyu tahkim edeceğim derken tahrif edilmesine sebeb olunur! Zaten hâli hazırda “kendi fikrini ifâde etmek” demek, bir yazıda iktibas ettiğimiz yahut buna mecbur kaldığımız çıkış noktalarından hareketle bir şeyler söylemek demektir! Ya o çıkış noktalarını kendi irfanımıza katıp ondan doğanlarla yahut o çıkış noktalarının mevzun bir biçimde meselemize katıp; ikisi dışında ve hepsinin dışında bambaşka usûllerle de olabilir de, vasata binâen söyleyelim, şimdilik evvela bu kıstaslara azıcık dikkat!.. Ve bu meseleye ek mühim bir son not: Bir arkadaşımın pek güzel ifâde ettiği biçimde, bir mevzuyu ideolojik olarak ifâde ediyor olmak o mevzuyu ideolojik kılmaz! Yani, itiş-kakış işlerinden sosyal medya gevelemelerine kadar uzanan bir genişlikte söylenenlerin ideolojik olarak gerekçelendirmelerini yapabiliyor olmak, o mevzuların ideolojik olduğunun değil dedikodu yapıldığının bir göstergesidir! Son zamanlarda birkaç yakınıma da söylediğim gibi çok iyi bir yazı yazılabilir; fakat işin mühim bir tarafı da karakterin kendisidir!.. 

Bir şey daha var, artık günümüz okuyucuları, yazı bolluğunun sıradanlığı içerisinde ister istemez gördüğü her yazıyı okumaktan ziyade kendisini ona şöyle gözuciyle bakıp geçmek hissinden alamıyor ki zannediyorum ortalamanın altında bir okur olarak ben de öyleyim, oradan biliyorum… Ne yapalım? Belki yazarlar, okurlar kadar çok değildir ama cümlemiz, yani benim de kuyruğunun sonlarında olduğum ve içinde bulunmaktan memnun olduğum bütün okurlar, aç bîilaç yepyeni bir fikir, bakış açısı yahut ne bileyim, bizi hiç olmazsa bazı yerlerde heyecanlandıran, düşünmeye sevk eden, azıcık kafamızı zorlamaya sebeb olan yahut ta hiç olmazsa mevzusu şahsî de olsa alâkamızı celb edecek bir havadisten bahsetsinler! Böyle olmayınca da zamanla dergilerdeki başlık ve ismine “spot” dediğimiz yazı içi tanıtıcı levhalara bakıp geçmek âdetine yöneliyoruz haklı olarak…

İfade ediş biçimimden de anlaşılacağı üzere, bahsedeceğim meseleyi izâh için, bunun okunmasını sağlamak için yazı başlığına “değişik” bir şeyler yazmaya ihtiyacım yok; yine de, eğer benim gibi bunalmış okurlar varsa onları da anlatacağım meseleye dâhil etmek için, çay içmeden evvel karıştırdığımız ince belli çay bardağımızın kenarına çay kaşığıyla hafifçe vuruşumuzdaki sese benzer bir ses olarak kabul edin bunu: elbette yazının sonuna doğru alâkasını kurmak sözüyle…

Je me souviens!.. Hatırlıyorum!
 
Bir Şarkı: Kalan Kalır
Ahmet Kaya’nın Kalan Kalırisimli bir şarkısı vardır. Bilenler şarkının girişindeki
Vur sırtına vur sırtına
Dostun olam vur sırtına
Mademki ben kaldıramam
Derdimi al vur sırtına

sözlerini hatırlayacaklardır. Herkes için ne ifade ettiğini pek bilemem de, eğer mevcuttan memnun değilseniz ve başta kendiniz olmak üzere bütün cemiyete sirayet edici tarafıyla bunu değiştirmeye talip olduğunuzda, bu şarkının sözleri daha bir anlam ifade edecektir. 

Elbette çıkılan her yol başkalarının katılıp katılmamasıyla değil; yolun hedefi, doğruluğu gibi kıstaslarla değerlenir, kıymet kazanır ve en büyük fedâkârlıklar, arkadaşlık hikâyeleri hatta ihanetler de bu yolların durak aralarında öğrenilir. Bu yolculuğun hayatın kaba gözüken taraflarını nazikleştirdiği cihetleri olduğu gibi aynı zamanda yol şartlarına uyulmadığında insanı kaba, düz hayatına değil de daha da aşağı savuran tarafları da vardır. İmkânları sınırlı olan insan, tâkatinin tükendiği bazı yerlerde dost bir omuz desteğiyle -yahut kendisinin dostuna verdiği böylesi bir destekle- yoluna devam eder; bu, basit bir yardımlaşmadan öte, ana, baba, kardeş sevgilerinin her birinin yeri ve kıymeti ayrı bir yükseklikte olmak üzere hiçbirisi ile kıyas kabul etmez apayrı bir mahremiyete mensup, içinde ne kan bağı, ne de başka benzer bağların bulunmadığı, sadece tek bir fikirden, güneş gibi ışığını her yana yayan fakat ondan doğan şualarını sadece o kimselerin görüp bilebildiği, işte bu beraber bilebilme ve anlayabilme, aynı fikrin kanatlarıyla hareket edebilmenin verdiği hisle sadece kalplerde yaşayan, hiçbir dünyevî menfaatin zedeleyemeyeceği bir kenetlenmedir ki izâh edilebilirliğinin bu kadar olduğu bir yaşanılması gerekendir! Bunun günümüzde dahî üstün misâlleri vardır da, herkes bu tip hâdiselere hayret ederken asıl gözden kaçırdığı mesele, her zaman yaşanan durumdan ziyade bunu yaşayanlara gık bile dedirtmeden yollarını devam ettirici fikrin kuvveti ve işte bahsettiğim kalb birlikteliğindeki anlatılmaz histir!

Şarkıda geçen “mademki ben kaldıramam/derdimi al vur sırtına” ifadesi, zannediyorum bizim için şimdi daha da anlam kazandı. İşte böyledir, her şeye karşı takatimizin bir haddi var ve takatlerin tükendiği yerde birbirine omuz vermek işidir bir davanın mensubu olmak ve ilâhi bir esrar içinde, herkesin kendi işlerini tek tek yaparken, bu tek başınalıktan öte illâ “birlikte” olması gereken ve yine illâ o birlikteliğin bir topluluk, camia, cemaat kabında, yani kuru bir kalabalık ile cemaat ifadesinin birbirlerinden ayrıldığı ruhî bir hüviyette mezcolmak, katışmakla ulaşılabilir tarafı da vardır!

Yolda kalmış herhangi bir otomobil gördüğümüzde kim olduğuna bakmaksızın el attığımız bir kültür yüksekliği için pek de paradoks olmayan bu mevzu, iş, aynı otomobili itmek için toplananlar arasındaki niyeti bozukları ifşa etmeye gelince çetrefilleşiyor.

Ve dâima, gerçekler, hakikatlerin de içine atılıp dedikodu muamelesi yapıldığı kazanının isleri arasında unutulup gidiyor yahut öyle olduğu zannediliyor; oysa meşhur meseldeki gibi “gerçeklerin bir gün mutlaka ortaya çıkmak gibi bir alışkanlığı” vardır ve ortaya çıktığındaki kuvveti daha önceki zaman zarfına nisbetle kat be kat artarak gelir; çünkü o günden bu yana gizlediğimiz, tahrif ettiğimiz, şuurlarını aldattıklarımızın sayısı daha da artmış ve herkes, yani sadece belirli bir topluluktan öte bütün umûm bir yalanı hakikat, bir korkaklığı cesaret, bir ihaneti sadakat, bir madrabazlığı, sahteciliği orijinal olarak kabul ediyordur artık… 

Fakat Balzak’ın bir dokuma tezgâhına benzettiği kaderin meçhul sahibi, malûm’un mekr-i ilâhi denilen cilvesi, bir lokanta kapısının kolunu çevirirken yaptığımız hareket, bir pencere kanadının içinden süzülen havanın kül tablasındaki sigaramızın külünü düşürmesi yahut ne bileyim, bir çocuğun elindeki balonun ipini bırakırken dudağında oluşan hayret ifadesindeki gibi bize basit gözüken bir vesile sebebiyle bir anda görünür ve günün birinde gerçekler, üzerlerini kapatan sahteliklerin sisleri içinden geri dönüverir!

İşte o vakit “mademki ben kaldıramam/derdimi al vur sırtına” dizelerinin, fedâkarlık içeren değil de aynı şarkının acı, acılığı nisbetinde hakikatli, hakikati nisbetinde ibretlik tarafını da hatırlarız: 
Bir hayına yaş dökersin
Kadrin bilmez ah ne fayda!
 
Bir İkâz: Andre Gide
Şimdi, sıradan bir Ahmet Kaya şarkısına bir sürü mânâlar atfettiğimiz gibi bir yanlış anlamaya da düşmeyelim; ister bir şarkı olsun, isterse bambaşka birşey, niteliği niteleyenin onu kavrayış biçimine göre değer kazanır ve bu değer illâ nitelemek üzere ele aldığı şey içinde olmak da zorunda değildir; bu değer bazen ve aslında çoğu kez onu kavrayış ve ona bakış biçimiyle ortaya çıkar ki, burada bir güzellik varsa dünya görüşümüzün bize kattığı bakış açısıdır; nitekim ben Andre Gide’in “Muhteşemlik baktığında değil bakışında olmalı.” sözünü beğensem de hep eksik bulmuşumdur; çünkü o, Büyük Doğu-İBDA fikriyatıyla karşılaşmış olsaydı, zannediyorum kendi sözünü “Muhteşemlik, baktığını kendisine çeviren bu bakıştadır.” diye tashih ederdi!
 
Bir Dikkat: Tarih
“Tarih” kelimesinin Fransızca’daki karşılığı olan “histoire” terimi bana hep ironik gelmiştir; karşılığındaki “hikâye” tabiri ve memleketimizdeki resmî tarihin ancak korkutucu - ki korkutucu kısmı da bu ironiye dâhil olaraktan hakikattir- bir hikâyede olabilecek kadar tahrifle yüklü aldatmacasından olsa gerek, her tesadüf edişimde acı denilebilecek bir tebessümle tepki vermekten kendimi alamam… Bunun yanında “tarih”i sadece kitaplara yahut belli bir yaş aralığı sınırına sokmaya çalışan, aklı evvel palyaçolar da var; işin mevzu olarak tarih kısmını bir kenara bırakırsak, filanca yaşa nisbetle odun gelmiş kütük giden bir adamla, genç yaşına nisbetle dolu dolu hayatı kavramaya çalışan arasındaki farkı kabul edememek, evvelden olanın tahlil edilemediği gibi içinde yaşanılanın da pek içinde olunmadığının ispatı olsa gerek?15 Temmuz gibi dünya çapındaki bir hâdiseye bakıp, her teferruatı ayrı bir tarihî hâdise olan bu bahsi değerince anlatmak için gerekli olan keyfiyet, belli bir yaş aralığı değil, fikir kuvvetidir! Bakınız, şu an “tarih” dediğimizde ister-istemez sene hesabına kayan normatif şuurumuz bu mevzuda hata ettiğini anladı! İşte bu bakımdan tarih bir tarafıyla yaşadığımız günler olduğu gibi diğer bakımdan da yaşanılan günlerin ne kadar değerlendirildiğinin de muhasebesi olsa gerek? Bunun şuuru…

Eski tarih kitaplarında anlatılanlar, esasında zaman farkıyla bizim de içinde yaşadığımız hâdiseler silsilesinin bir yansıması gibi; en azından ben böyle görüyorum… Bu tarz bir bakış açısıyla hâdiselere yaklaştığımızda, “hatırlamak”, sadece düne, evvele ait olmaktan çıkıp, esasında bugünü de kapsıyor; yeter ki mevzuunu mevzuun istediği çapta ifâde şartları kaybedilmesin… Zaten, İbda Külliyatı’nda geçtiği üzere Oskar Vayld’ın “Filan adam o kadar siliktir ki, onu, bir daha hatırlamamak için yüzünü bir kere görmek yeter.” diyerek, unutmayı “görme”ye dolayısıyla hatırlamaya bağlamasından yola çıkarak söylersek, tarihî bir meselede mevzuun ana fikrini, sebeblerini görememiş herhangi biri, ister bunu bir tarih kitabından okusun, isterse mevzuun bizzat içinde olsun, bize o mevzuya dâir bir hatırasından bahsedemeyecektir; çünkü bir kere de olsun işin özünü görebilmesi icab ediyordur evvela… Bodler’in, bir şiirinde, sevgilisinin dudağında daldığı Lethe Irmağı’nın suları, yani unutuşun esasında kuvvetli bir hatırlama olması gibi, yani gark olunan ânın yoğunluğundan doğan unutuş gibi “tarih” meselesi de ele aldığımız çapa nisbetle bize kendini gösteren bir mevzu…

Biraz evvel izâhına çalıştığım dikkatlere nazaran Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nu hatırlamak da ancak onun tarih anlayışını -hiç olmazsa yüzünden- bilmekle olabilir; çünkü onun gibi kompleks ve kavranılması muhal bir mütefekkiri değerlendirme işi, neticesinde hep kaybedilecek bir harbe benzeyecektir. Böyle olunca da tıpkı Necip Fazılgibi onu belli başlı günlerde anmak tehlikesi de doğacaktır; buradaki temel espri, fikriyatının tümünü kavramaya kollarımız yetmediği yerde, boşuna gayret sarfedip “yahu bu kavranılmaz” fikrine varıp, artık ömrümüzün geri kalanını kendimizce uydurduğumuz bu puta tapmaktan öte,  kavrayabileceğimiz mevzuları seçip, mevzu mevzu bütüne doğru topluluk hakikatini yaşatabilmekte… Zannediyorum hatırlamanın en pahalı ve kıymetlisi de bu olacaktır!
 
Bir Hedef: Meydan
Yazının içinde geçen bu Ahmet Kayaşarkısının yazı bütünlüğünde anlatılanlara bağlanacak bir tarafı daha var. Bizim yolumuz, yani Büyük Doğu-İBDA yolunun bir hususiyeti de şarkıda geçen ve başta şehid Kumandanımız olmak üzere her bir ferdi “yiğit ölmez, meydan kalır!” düsturunca ilerler; yani bizim cengâver ve yiğitlerimiz her dâim yaşar, yaşatılır ve meydan asla ve asla boş bırakılmaz! Zaten, “at ölür meydan kalır, yiğit ölür şan kalır” atalar sözünün hedefi de budur; yani, atın ölümü koştuğu meydanları unutturmadığı gibi, insanın ölümü de yaptığı faydalı işleri unutturmaz. İşte bu fikir ve kavga meydanı boş bırakılmasın diye tarihten bir ses dâimâ şöyle seslenir yiğit olana:

Yere vurma hatırımı 
Sana kahpe meydan kalır!

Baran Dergisi 600. Sayı