İstanbul, Misal Şehir

Şehirlerin sultanı, sultanların şehri İstanbul.

Yüzün üzerinde ismi olan güzel belde.

Payitaht, Konstantiniyye, Bizantium, Dersaadet, Novaroma, Asitane ve daha niceleri.

Galata, Üsküdar ve Eyüpsultan’ın annesi, bir tarafta Medine, Bağdat, Şam ve Kahire; diğer tarafta Saraybosna, Üsküp ve Kosova; öbür tarafta Buhara, Taşkent, Semerkant ve İsfahan; bununla birlikte Roma, Paris, Londra ve Berlin, hepsinin kız kardeşi; batının en doğusu, doğunun en batısı İstanbul.

Birçok milletin hayallerini süsleyen ama Türklere nasip olan güzel şehir.

Fethi, Hadis-i Şerif ile hedefle gösterilen şehir; "Konstantiniyye mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden ordu ne güzel ordu…"

Mezopotamya’nın kalbi, Avrasya’nın ortası, dünyanın merkezi Anadolu’nun, Malazgirt Savaşı’yla başlayan, Konstantiniyye’nin fethiyle taçlanan, Çanakkale Savaşı’yla perçinlenen Türkleşme ve İslamlaşma sürecinin payitahtı olan İstanbul.

İçinde Çengelköy’ü, Kocamustafapaşa’yı, Mevlanakapı’yı, Bağlarbaşı’nı, Salacak’ı ve benzerlerini barındıran Asitane.

Tüm dünyanın büyük bir kaosa sürüklendiği, insanlığın şeytani küreselci aklın zulmü altında inim inim inlediği şu günlerde kısa, orta ve uzun vadedeki tüm çözümlerin merkezi İstanbul.

Çocuk romanları yazarı ve gezgin Edmondo De Amicis, 1874 yılındaki İstanbul seyahatini anlattığı kitabında der ki: “Krallar, prensler, Krezüsler, dünyanın kuvvetli ve zengin insanları, o anda hepinize acıdım; gemide bulunduğum yer sizin bütün hazinelerinize bedeldi ve İstanbul’a bir bakışımı bile bir imparatorluğa değişmezdim.”

Peki, tüm bu anlatılanlara rağmen İstanbul ne durumda? İstanbul bu hale nasıl geldi? Ya da bu yazılanlar bir öykünme, hayal dünyasında bohem bir gezi ya da içi boş teatral ifadeler midir? Konstantiniyye’yi fethedeli neredeyse altı asır olacak ama adı dışında bir türlü ortak bir duruş sergileyemediğimiz ve böyle giderse neredeyse küresel akla teslim olmak üzere olan şehir.

Osmanlı Devleti’nin gerilemesi ve 19. Yüzyıldaki batılılaşma hareketlerinin etkisiyle İstanbul şehir dokusu dönüşmeye ve bozulmaya başlamış, Cumhuriyetin kurulması sonrası Prost’un 1936 yılında başlayan İstanbul planlamasıyla bu dönüşüm devam etmiştir ve bu dönüşümün etkileri, iyileşmeyen ve sürekli kanayan bir yara gibi devam etmektedir.

Haliç’e sanayi verilmesi, Yenikapı’nın ulaşım ve aktarma merkezi olması, betonarme apartmanlara müsaade edilmesi, yeni ve geniş bulvarların açılması, yeni meydan önerileri, yüzlerce tarihi yapının yıkılması ve benzeri birçok plan kararı İstanbul’u bugünkü sıkıntılı duruma getirmiştir.

İlginç olan gerçeklerden biri de bu yıkımların sağcı Demokrat Parti iktidarında rahmetli Adnan Menderes döneminde yapılmış olmasıdır.

Sonraki yıllarda Amerikan yardımları sonrası ülkemizde değişen politik vizyon ve sanayileşme hamlesi ile birlikte sanki bir akıl tarafından desteklenen ve özellikle İstanbul çevresine doğru akın halinde köyden kente göç olgusu ve gecekondulaşma meselesi; İstanbul’un çehresini, çevresini, ölçeğini ve sonuç itibarıyla her şeyini dönüştürmüştür.

Bir de buna gerçek İstanbullu diyeceğimiz Fatih ve Üsküdar gibi eski bölgelerde yaşayan insanların tarihi dokuyu oluşturan ahşap konaklarını kat karşılığı olarak müteahhitlere vermeleri ve merkezi İstanbul’un apartmanlarla dolmasına sebep olmaları durumu, hiç konuşulmayan ve bozulmaya ait tek suçu gecekonduculara atan bir gerçektir. Bununla birlikte ülkemizde son 50 yılda her seçim öncesi yapılan imar afları, gecekonduları bilinçsiz ve kaçak bir şekilde betonarme apartmanlara çevirmiş, sağlıksız betonarme yapıların depremler ve zamanla oluşan bozulmalar yüzünden güvensiz hale gelmeleri ve yıkılmaları sonucu ortaya çıkan ölümler büyük bir problem halini almıştır.

Ülkemizde özellikle kolay yoldan zengin olma aracı olarak görülen ve siyasetin finansmanı meselesinin en kolay çözüldüğü bir kavram olan rantın ortaya çıkması, fırsatçı ve çıkarcı Türk toplumunun hiçbir şekilde vazgeçmediği travmatik bir gerçek olarak ortada durmaktadır.

Bu sayede kentlerin büyümesi, sorunların içinden çıkılmaz bir hal alması, eskiyen betonarme binaların yenilenmesi zorunluluğu, Kentsel Dönüşüm kavramını ve buna bağlı yasal düzenlemeleri gündeme getirmiştir.

Tüm bu sorunların çözülmesi için gereken finansal yük, rant sayesinde inşaat hakkının artırılmasına yönelik Kentsel Dönüşüm yaklaşımıyla karşılanmaya çalışılmıştır. Parsel bazında bina yenileme olarak uygulanan Kentsel Dönüşümün hiçbir sorunu çözmediği, sadece binaların yenilenmesinin fiyatların ve kiracılık durumunun artmasından başka bir işe yaramadığı görülmüştür.

Artık İstanbul deyince Silivri’den Tuzla’ya kadar yaklaşık 100 kilometrelik bir megakent ve 20 milyonluk yönetilemez bir kent akla gelmektedir.

Gelinen noktada İstanbul’un tarihi örnekliği yok olmuş, canım İstanbul önce büyükkente daha sonra yönetilemez bir megakente çevrilmiştir.

Bu arada 4. Sanayi Devriminin tüm etkilerini insanlık olarak iliklerimize kadar hissettiğimiz bugünlerde “Bir Yol Bir Kuşak Projesi” kapsamında küresel aklın ortaya koyduğu vizyon çerçevesinde ülkemizde ve özellikle Marmara Bölgesi ve İstanbul’da yapılan yatırımların etkisi yeterince tartışılmamış, politik, ekonomik, demografik, kültürel sonuçları ile ilgili ulusal güvenliğimizi ilgilendiren konular masaya yatırılmamıştır.

Zira bundan 250 yıl önce kadîm medeniyetlerin ve imparatorlukların yıkılmasına sebep olan 1. Sanayi Devrimi ile başlayan ve 1. Dünya Savaşı sonrası özellikle demokratik kavramlar bahane edilerek ulus devletler ortaya çıkmıştır. Bu sürecin sonunda gelinen noktada ise, 4. Sanayi Devrimi ile birlikte 20. Yüzyıla ait ne kadar kavram ve kurum varsa yok edilip ulus devletlerin bile varlığını devam ettirmekte zorlanacağı bir durum ufukta görünmektedir.

Sanayi devrimleri sayesinde oluşan üretim gücü ve teknolojik gelişme ile 20. Yüzyıl insanına temel bir yaşam konforunu dayatan ve bunu temel bir zorunluluk haline getiren küresel yaklaşım, gelinen noktada arka planda varmak istediği esas noktaya ulaşmak için Büyük Reset kavramını sanki zorunlulukmuş gibi dile getirmekte, bunun için yapması gereken ne varsa uygulamakta tereddüt etmemektedir.

Blockchain teknolojisi ile yapay zekâ, nesnelerin interneti, nano üretim, singularity, transhümanizm, robotlar vb. kavramlar ile yeni bir medeniyetin önerildiği yakın gelecekte insanlık; megakentler, smartkentler ve tarihi kentler üçlemesine ait yeni bir yaşam modeline geçecektir.

Bununla birlikte geleneksel ve kadîm şehirlerin modernleşme, sanayi üretimi ve teknolojik gelişim baskısıyla kentlere evirildiği; evlerin yerini apartmanların, mahallenin yerini sitelerin, geleneksel üretimin yerini fabrikaların, çarşıların yerini AVM’lerin aldığı durum altından kalkılamaz bir sorunlar yumağına yol açmıştır. Trafik, kalabalık, insani değerlerin yok olması, mülkiyetsizlik ve kiracılık, önce işçilik sonra işsizlik, suçun engellenememesi, toplumsal adaletin ve demografik yapının bozulması gibi sorunlar hiçbir şekilde çözülememektedir. Çünkü kente olan evirilme sorunları peşinden doğal olarak getirmektedir. Kente yapılan yatırımlar sorunları kısa vadede çözer gibi olmakta, sonrasında ise paradoksal olarak oluşan talepten dolayı sorunların hacmi ve çeşitliliği artarak devam etmektedir.

Dolayısıyla kent; varlığı itibarıyla hiçbir sorunun çözülememesi üzerine kurulmuş bir mekânsal yaşam formudur.

Bu haliyle kentleşme meseleleri özelde ülkemiz için bir milli güvenlik sorunu, dünya ölçeğinde yaşamsal önemde insanlık sorunudur.

Bu sorunların üzerine bir de yakın gelecekte dünyada milyonlarca insanın hiçbir sorununu çözemeden ve çözmeye cesaret dahi edemeden yaşayacağı yüzlerce megakentler oluşacaktır.

Ayrıca küresel vizyonun projelerine hızlıca uyum sağlayacak, “I accept” yaklaşımıyla her türlü değişime evet diyecek, millet, din, kültür, insanlık, doğal yaşam vb. hiçbir konuda aidiyet hissetmeyen ve kendini dijital medeniyete teslim edecek daha az sayıda insanın bir arada yaşayacağı, her şeyin yapay zekâ ve teknolojik araç gereçlerle yürütüleceği smartkentler oluşacaktır.

Büyük resete karşı ulus devletlerin kendi ölçeklerinde alması gereken her türlü tedbir ve vermesi gereken her türlü mücadele başka bir yazının konusu olmakla birlikte yapılması gereken en önemli şeylerden biri; toplumsal ölçekte yaşamın kolaylaştırılması ve demografik yapının tüm kavram ve kurumlarıyla barış ve huzur içerisinde sürdürülmesine dair karar ve tedbirlerin bir an önce alınması olacaktır.

Bunun için ortaya konulacak en önemli vizyoner yaklaşımlardan biri de kırsal alanların ve tarihi kentlerin toplumun yaşayabileceği hale getirilmesi ve gerçek manada sürdürülebilirliğin sağlanmasıdır.

Kırsal alanları insanların nispeten daha az nüfus yoğunluğuyla yaşadığı yerler olarak tanımladığımızda birbirini tanıyan küçük toplulukların hayatlarını insani erdemlerle birlikte sürdürmelerinin daha kolay olduğu insanlık tarihi boyunca bilinen bir gerçektir.

Tarihi kentler ise bize gelecekte bambaşka bir vizyoner yaklaşım ve çözüm önerileri sunmaktadır.

Her şeyden önce tarihi kentlerin varlığı binlerce yıllık insanlık tarihinin kadîm geleneğinin gücünü ve her türlü kargaşa, kriz, tufan ve afette ayakta kalarak nasıl bir güç barındırdığını göstermektedir.

Bu güç insanlığa bir umut kapısı olacağı için muhtemel bir reset sonrası da ayakta kalacağını göstererek, kültürel devamlılık ve odak noktası olacaktır.

Ayrıca varlıkları ile olası bir büyük değişim sonrası bile örneklik ve şablon tavır gösterecektir.

Tüm bu bilgiler ışığında İstanbul, büyük bir medeniyete başkentlik yapmış haliyle namzet bir tarihi kenttir.

İyilik nasıl ürer, güzellik nasıl inşa edilir, selam ve merhamet toplumda nasıl yeşerir, hayat nasıl huzurla devam eder, insanlar bir arada nasıl mutlu ve barış içinde yaşar vb. meseleler bize tarihten gelen İstanbul’u hatırlatır ve örnekliğini tesciller.

Mekke, Medine ve Kudüs’ün emin belde olması adına paganist küresel aklın merkezi olan Batı’dan gelecek tehlikelerin engellenmesi için hedef olarak gösterilen Konstantiniyye’nin fethinin Müslüman Türkler tarafından gerçekleştirilmesi ve İstanbul’un insanlığa bir medeniyet timsali olarak kazandırılması vizyonu çok önemlidir. Bu vizyonun devam ettirilmesi ve gelecek nesillere aktarılması, yaklaşan büyük kaosa karşı milletimizin ve insanlığın temel savunma stratejisi olmalıdır. İstanbul’a dair anlatılan geçmiş hikâyeler tarihe bir öykünme değil, geleceğe dair bir umut aşılama ve örneklik gösterme çabasıdır.

Evlerden mahalleleri, mahallelerden semtleri, semtlerden şehirleri, şehirlerden medeniyeti inşa eden bizler şimdi; konuttan siteye, sitelerden kentlere, kentlerden büyük zulme ve büyük zulümden insanlığın sonunu ve medeniyetimizin yıkımına gidiyoruz. Haberiniz var mı?

Oysa selamdan barışa, barıştan hukuka, hukuktan imara, imardan medeniyete varabilen bir milletin çocukları olduğumuz halde.

İstanbul, tüm olumsuz müdahalelere rağmen dünyada örnekliğini devam ettirecek ve bu potansiyel ile enerjiyi bir arada bulunduran tek “Kadîm” şehirdir.

İstanbul; medeniyet tarihinin damıtılmış saf içeceği, işlenmiş en yüksek karatta elması, başı sıkışan ve dara düşen herkesin sığındığı büyük kucak Anadolu’nun ve bilumum coğrafyanın gönül başkentidir.

İstanbul’un kadîm örnekliğinin sürmesi için; yaptığımız her planı, tasarladığımız ve inşa ettiğimiz her binayı, velhasıl verdiğimiz her karar ile İstanbul’a dair her şeyi, Ankara’yı, Bursa’yı, Adana’yı, Mardin’i, Diyarbakır’ı ve Şam’ı, Bağdat’ı, Kahire’yi, Saraybosna’yı, Trablus’u, Buhara’yı, Taşkent’i ve benzerleri ile Roma’yı, Paris’i, Londra’yı, Berlin’i New York’u, Pekin’i, Tokyo’yu ve benzerlerini düşünerek gerçekleştirmeliyiz.

Bu arada İstanbul’u en gizli odalarda mı saklamalı, çelik bir kafeste mi korumalı, ipek şallara sarıp sandıkların en altına mı koymalı? Ki biz beceremezsek bizden sonrakiler bir gün anlayıp başarmak istediklerinde ellerinde sağlam ve doğru misaller kalsın.

İstanbul, misal şehirdir vesselam.

Makale: Mimar Serkan Akın, mimarserkanakin.com