Suriye’yi, Mısır’ı, Libya’yı, Doğu Akdeniz’i ve Türkiye’nin bugün izlediği dış politikayı beş dakikalığına da olsa unutalım ve şöyle düşünelim:

Farz edelim ki Türkiye; Arab Baharı sürecinde kendisine biçilen role uygun bir siyasete çekilmiş olsaydı da, Suriye’de Esad yerini sağlama almış, burasının demografisini baştan aşağı değiştirmek üzere bugün Türkiye’de ve İdlib’de yaşayan bütün Müslümanları vahşice katlettikten sonra İran, Pakistan ve Afganistan’dan getirdiği Şiîlerle Şiîleştirmiş olsaydı; Suriye’nin kuzeyinde de Irak’ın kuzeyinde olduğu gibi bir Kürt devleti kurulmuş olsaydı; Libya’da Hafter BAE, Suudî Arabistan ve Yahudi Devleti adına işi bitirip hakimiyetini tescillemiş olsaydı; Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin tüm şartlarına uyup ada birleşerek milletlerarası platformda tanınır hâle gelse ve AB’ye üye olsaydı; Türkiye Doğu Akdeniz’de arama sondaj işlerine hiç kalkışmasaydı…

Ne olurdu size söyleyeyim mi? Türkiye’deki TÜSİAD ve onunla müşterek zihniyeti paylaşan FETÖ’cü şirketler bu ülkelerle çok ciddi ticarî münasebetler geliştirir, Batılı şirketlerin bu bölgelerdeki distribütörlüklerini kapar, ortakları çok büyük kazançlar elde ederken, bunlar da parmaklarında kalan balı yalamanın zevkine düşerlerdi. Mevcut ve kuracakları yabancı ortaklı enerji şirketleri üzerinden İsrail’in doğalgazını Avrupa’ya akıtacak boru hattının inşasına başlamışlardı bile… Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin münhasır ekonomik sahasına bakan kısımlarda petrol ve gaz arama ve varsa çıkarma işini çok cüzi ücretler karşılığında Exxon, Total, Shell, BP gibi şirketler yapıyor olurdu. İnşaat şirketleri Libya’da yine inşaatlara başlar, bu sefer yabancı ortaklarını da zengin ederlerdi. E otomotiv üretimi için ucuz iş gücü olarak milletimizi peşkeş çektikleri fabrikalarında Kıbrıs için sağdan direksiyonlu arabalar da üretirlerdi herhâlde. Sonra bunlar elde ettikleri mevduat birikimiyle milletimizin gırtlağına yarasa gibi dişlerini geçirir ve kanını emmek suretiyle servetlerine servet katarlardı. 

Müslüman Türkiye’yi global sisteme bu şekilde entegre edip, tarih sahnesinden “Anadolu” fikrini sildikten sonra, büyük güçler en az bir 50 sene müesses Dünya Düzeni’nin tadını çıkarır, onların buradaki kuyrukçuları da birkaç nesillerini daha teminat altına alıp, insanımıza yine efendilik taslamaya devam edebilirlerdi.

Tabiî unutmadan, bu süreci sağlıklı bir şekilde idare edebilmek için memleketin dört bir tarafını bir kez daha “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” tabelalarıyla donatmayı da ihmâl etmezlerdi…
 
Türkiye’deki İç İhanet Şebekeleri: Kahverenginin 50 Tonu
Yukarıda yansıtmaya çalıştığımız projeksiyon, bugün birçok siyasetçi, bürokrat, sermayedar, medya ve STK’nın rüyalarını süslüyor. Kendilerine anavatan olarak Amerika’yı, İngiltere’yi, Fransa’yı, Kanada’yı gören bir azınlık, bugün hâlen Türkiye’deki etkili ve etkileyici konumlarını muhafaza ediyorlar.

Geçtiğimiz hafta Mustafa Akıncı’nın açıklamalarını ele alalım meselâ, ne diyor:

- “Teorik olarak tüm adanın AB’ye ait olduğu bir yerden bahsediyoruz. Gerçekte ve fiziksel olarak yarısı öyle, ama bizim vizyonumuz federal çatı altında yeniden birleşme ve Kıbrıs’ın bir bütün olarak AB’nde olmasıdır. Buna karşı olacak her şey bizim vizyonumuza terstir. Ve bizim ana çıkarlarımıza da terstir. Kırım’a benzer bir senaryonun Türkiye’nin de çıkarına olacak bir senaryo olduğunu düşünmüyorum. Çünkü Türkiye ne kadar batıya yakın olursa, kendisi için daha iyi olacaktır. Yunanistan ile ne kadar iyi komşu olursa ve AB’nin bütünüyle ve AB üyesi ülkelerle ayrı ayrı yakın ilişkileri olursa, bu Türkiye’nin çıkarlarına en iyi şekilde hizmet edecektir. İkinci bir Tayfur Sökmen olmayacağım şeklindeki söylemim kayıtlardadır. Tayfur Sökmen, Hatay’ı Türkiye’ye bağlayan kişidir. Bu benim vizyonuma tamamen terstir. Fakat kesin olan bir şey var ki bir dönüm noktasına geldik. Bu kadar yıldan sonra belirleyici bir andayız diyebilirim. Ya federal bir yapı altında yeniden birleşme olacak – çünkü her iki tarafın da kabul edeceği ve uluslararası desteği alabileceğimiz başka bir seçenek görmüyorum – ya da Türkiye’ye daha çok bağımlı hale geleceğiz.”

KKTC’nin Cumhurbaşkanı olan Mustafa Akıncı, kendisini bu toprakların insanı olarak değil, AB vatandaşı olarak görüyor. Mustafa Akıncı bu zihniyette yalnız da değil, Türkiye’de de onunla aynı zihniyeti paylaşan; fakat çıkarları şimdilik müsaade etmediği için dilinin altındaki baklayı bir türlü çıkartıp da onun kadar dürüst konuşabilen kimse yok. Neticede burada bir FETÖ tecrübesi yaşandı ve takiyye birçokları için resmî hayat tarzı hâline geldi.

Bu arada böyle söyleyince yalnız FETÖ, TÜSİAD, CHP, HDP-PKK özelinden bahsediyoruz sanılmasın. İktidarın içinde ve çevresindeki pek çok siyasetçi, bürokrat, medya mensubu ve sermayedarı da pekâlâ bu zihniyetten ayrı tutmuyoruz. Çıkarları bugün Erdoğan’ın yanında olduğu için ondan taraf görünüyorlar, yarın başka birisi havuç uzatsa, onunla da aynı ateşli birlikteliği sergilemekten utanmayacaklardır. 
 
Bunlarla Nasıl Mücadele Edilecek?
15 Temmuz’dan sonra yayımlanan üçüncü sayımızda bu hususa dikkat çekmiş ve “Gönüldaş! ‘Gaye İttihad’ ile İttifakı Karıştırma…” manşetini atmıştık. O dönem 15 Temmuz askerî darbe girişimine hararetle karşı çıkan İlker Başbuğ, Kemal Kılıçdaroğlu, Doğu Perinçek, Çetin Doğan, Selahattin Demirtaş gibi isimlerin 15 Temmuz’a karşı ifâdelerini de kapağımıza taşımıştık. Dergimizde 15 Temmuz’dan önce ve sonra defalarca kez, FETÖ ile bunların aynı zihniyetin farklı mezhebleri olduğuna dikkat çekmiş, aralarındaki itiş kakışın ise Batı’ya en iyi ben hizmet ederim kavgasının bir yansıması olduğunu ifâde etmiştik. 

Buna karşılık olarak 15 Temmuz sonrasında iktidar denize düşen yılana sarılır hesabı, başta FETÖ’den boşalan bürokrasi kadrolarının ikmâli olmak üzere pek çok stratejik konuda bunlarla tereddütsüz ittifak içine girdi. Sonrasında buraya dek uzanan süreç herkesin malûmu; "bizim Suriye’de, Libya’da, Akdeniz’de ne işimiz var?"

Tüm bunlar vaziyeti teşhis etmek açısından önemli olabilir; fakat asıl ehemmiyetlisi devletin bunu millete izah edemiyor oluşu. 1980 Askerî Darbesi’ni, 27 Mayıs Askeri Darbesi’ni, İnönü ve kuruş dönemlerini bir kenara bırakalım; daha 15 Temmuz ile 28 Şubat süreci arasında yaşananların bile doğru düzgün bir muhasebesi yapılabilmiş ve milletimize izah edilebilmiş değil.

Tabiî bir de yalan rüzgârı bahsi var. Bugün Türkiye’de her kesimin yalan da olsa yalnız kendi hoşuna giden şeyleri duymak istediğini, geri kalan doğruların bile yalan diye yaftalamasında bir mahsur görmediğini de itiraf etmek gerek. 
Manzarayı resmettikten sonra bir kez daha soralım, hal böyleyken bunlarla nasıl mücadele edilecek? Memleket çapında sözüne, fikrine itibar edilen kimsenin kalmadığı bir ülkede, bu keşmekeşten nasıl çıkılacak? 

FETÖ’nün Asıl Zararı ile Şimdi Yüzleşilecek
FETÖ’nün bürokrasiye, siyasete sızması ve hattâ darbe girişiminde bile bulunması bize kalırsa onun sebeb olduğu büyük sıkıntı değildi. Onun sebeb olduğu ve olacağı asıl büyük sorun, Müslüman Anadolu İnsanı’nın bütünlüğünde meydana getirmiş olduğu tahribattır. Düne kadar efendi olma hevesiyle milletimize düşman kesilen Beyaz Türkler ve Müslüman Anadolu İnsanından müteşekkil iki sınıf vardı. Bugün ise Müslüman Anadolu İnsanı, FETÖ eliyle ve sonrasında FETÖ ile mücadele sürecinde büyük yaralar aldı. Buna ilâveten Müslüman Anadolu İnsanı’nın büyükşehirlere göçü ve Ak Parti’nin sosyal dokunun nezaketini kavramaksızın izlediği politikalar neticesinde bizim birliğimiz muazzam derecede tahrib edilmiş oldu. 

Yazının başındaki projeksiyona dönelim. Daha dün diye bileceğimiz 1990’lı yıllara kadar bu memleketin sağcı, solcu ve Müslüman gençlerinin hepsinin birden tiksinerek bakacağı şereften, haysiyetten ve şahsiyetten yoksun bu tablo, bugünün genci nezdinde istenilir, arzu edilir, hattâ idealize edilir hâle gelmiş bulunmaktadır.

Açık konuşmakta yarar var, son 20 senede bir taraftan FETÖ'nün izlediği ve diğer taraftan Ak Parti iktidarlarının FETÖ'yle beraber ve ona karşı izlediği şuursuz politikaların Müslüman Anadolu İnsanı’na vermiş olduğu zararı, 80 senede Kemalistler verememiştir.
 
Bu İnsan Tipi Gökten İnmiyor Ya!
Aslına bakacak olursanız, yalnız bir tane insan tipi var. İktidarda kim olursa olsun, düzenin istediği şekilde yetişmiş yalnız bir insan tipi; ve onun siyasî parti, askerî ve sivil bürokrasi, ticaret, dernek, medya, cemaat, tarikat ve sosyal hayatın diğer veçhelerine akseden yansımaları, simetrik akisleri… Kahverenginin her tonu var. Dolayısıyla şu parti, bu cemaat, bu sektör falandan önce tüm dinamikleriyle beraber bu rezaleti insan formunda tüttüren düzene odaklanmak gerekiyor. 

Anlaşılacağı üzere çıkıp da falanca kötü, filanca bilmem ne diye konuşmaya da çok lüzum yok. “Mustafa Akıncı kötü.” E senelerce bu millete idealize edilen Batı’ya, Batılı hayat tarzına özenen bu mübtezel benim için kötü de, düzen için muteber, düzenin istediği şekilde yetişmiş, onu ne yapacağız? 
 
Düzen Değişimi
Öne atılıp sivri çıkışlar yapanlara kızıyoruz ama toplumun yine büyük bir çoğunluğu mevcut düzenin sakat yanlarından nemalanırken, hayat tarzını buna göre şekillendirmişken, idealize ettiği değerleri bu düzen belirlemişken, kısaca ifâde etmek gerekirse herkesin tıkır tıkır işi işler, keyfi yerindeyken düzen değişiminden bahsetmek…

Aslına bakacak olursanız, düzen değişiminin yolu her ne olursa olsun belki de en keyifli noktası burasıdır.

Depremler çok korkutucu oluyor ve diğer her türlü felâketten daha fazla üzerine konuşuluyor dikkat ediyorsanız. Çünkü zamanımızın insan tipi “ölüm” fikrinden çok uzak bir yerde, gaflete sığınmış, hayvandan aşağı şekilde yaşarken, hayatın en temel iki gerçeğinden biri olan “ölüm”le deprem vesilesiyle yüzleşiyor. Mezarlıktan geçerken ıslık çalmak gibi bu yüzden hakkında çokça konuşuluyor. 

Konuyla alâkasına gelecek olursak; insanlar tıpkı ölüm fikrine yabancılaştıkları gibi düzen değişimlerine de yabancılaştılar, yanlış, kötü ve çirkin de olsa mevcudu kanıksadılar. Bu sebeble, statükoyu daha iyisine doğru bile olsa değişimin kendisi yerine tercih ediyorlar. Yine depremle alâkasına gelecek olursak, öngörülemez ve aniliği dolayısıyla depremlerle düzen değişimleri birbirine benzerler. Her ikisi de aniden ve beklenmeyen bir şekilde tezahür eder. Türkiye’nin sosyal fay hatlarındaki -ki bunlar hiç de öyle ekranlarda bahsedilen Alevî Sünnî, Türk Kürt, yerli mülteci gibi fay hatları da değildir- gerilim coğrafî fay hatlarındaki gerilimi fersah fersah aşmış bulunmakta, kırılmak için onun bunun rahatını değil, kendisine biçilen vadeyi kollamaktadır.
***
Allah, sünnetullah icabı çilesini çektirmediği nimeti vermez. Böylesi büyük bir nimetin çilesi de onun çapında olacak. Öyle görülüyor ki bundan sonra içeride ve dışarıda hadiselerin seyri süratinde ciddi bir hızlanma yaşanacak. Herkes 2020’den şikâyet ediyor; fakat Hicrî 1400 gergini içinde 15. İslâm asrını idrak ettiğimizin kimse şuurunda değil. 1400 gergini içindeki Hicrî 1441 senesi ile alâkalı Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun söylediği gibi:
“Allah’tan lütfedeceği Mucizeyi beklerken, duayı icrada arama şuuru bâki, hep hazır duralım yeni “Hazırol”lara…”


Baran Dergisi 683.Sayı