Hrant Dink suikastı yeniden gündemde... Batı ve içimizdeki Batıcıların işine yaramadığı, hainlik etmediği için katledilmiş bir gazeteci Hrant Dink. Umarız ki tez vakitte bu cinayetin arkasında kim varsa bulunur ve en şiddetli şekilde cezalandırılır.

Hrant ile beraber bir de aynı konsorsiyum tarafından katledilmiş başkaları ve işlenmiş yüzlerce cürüm var. Ak Parti iktidarları döneminde birçok suikast gerçekleşti. Bu suikastlerin neredeyse hiçbiri şu âna kadar aydınlatılabilmiş değil. Bugün ise bu suikastleri aydınlatmaya yönelik bir irade meydana geldi; fakat içinde bulunulan kavram kargaşası dolayısıyla pek de muvaffak olunabilecekmiş gibi görünmüyor. Öyleyse suikastlere gelmeden evvel, yaşanan kavram kargaşasından bir kurtulalım. Tarafları yerli yerine koyalım...

Kavram Kargaşası

Ergenekon, Balyoz, Kemalist, Ulusalcı, FETÖ, Cemaat, Kürtçü ve sol örgütler, istihbarat servisleri, suikastler, darbe planları, yargı operasyonları ve son olarak 15 Temmuz darbe girişimi... Karşı tarafın ısrarla ve artarda gerçekleştirdiği saldırılar bertaraf ediliyor edilmesine de, bir türlü bundan sonra yapılması muhtemel saldırılara karşı tedbir alınamıyor. Bunun muhakkak ki birden fazla sebebi var, lâkin bize göre bunlar içinde en ehemmiyetli olanı yaşanan kavram kargaşasıdır.

Bugünden yakın geçmişe doğru bakıldığında, cereyan eden kimi hadiselerin arkasında sanki hiçbir suçları yokmuş gibi serbest bırakılan Ergenekoncuları, kiminde Kemalistleri, kiminde liberalleri, kiminde Kürtçü ve sol örgütleri buluyoruz. Yalnız dikkat ediyorsanız, cürmü işleyen kim olursa olsun, gerçekleştirilen saldırılar tek bir planın parçaları olarak sanki bir ip üzerine dizilmiş gibi tutarlılık arz ediyor. Nasıl oluyor?

Hemen izah edelim... Bir kere Fettuşîlik, Kemalizm ve Kürtçü örgütlerin kendilerine has bir dünya görüşü ve bu görüşe mütenasib bir “ajandaları” yok. Günümüz kimi sol örgütlerinin ise kendi dünya görüşlerinden haberi yok. Hâl böyle olunca, kimse neyi niçin yaptığı noktasında kendi muhasebesini yapmak yahut kendini izah etmek zorunda hissetmiyor. Bütün sermayeleri, arkası-önü boş sloganlardan ibaret. Bu yüzden de son derece kullanışlı hâle gelmiş vaziyetteler. İdeal ve kendini o ideale adamış dava adamı olmayınca, yapılan işlerin merkezine, tabiî bir şekilde şahsî menfaatler yerleşiyor. Şahsî menfaatin bedelini ödeyebilen kim olursa, bu tip yapılanmalar üzerinde de rahatlıkla inisiyatif sahibi oluyor. Bunu anlamadan, izah etmeden bir tasnife gidilecek olursa, söylemde ve isimde de kalsa aralarındaki farklar dolayısıyla, bahsettiğimiz yapıların sempatizanlarına bile vaziyet izah edilemez.

Teşhis

Bir kere Kemalistler ile FETÖ’nün birbiriyle olan halef-selef münasebeti atlanarak, Türkiye’nin 1980’den bugüne kadarki yakın tarihinde cereyan eden hiçbir hadiseyi anlayamayız. Anlayamadığımız şeyle de mücadele edemeyiz. Evvelâ teşhisi koyalım.

***

Kemalist zihniyete, Anadolu topraklarında İslâm’ı ve İslâmî olanı kökünden kurutmak üzere Batı tarafından iktidar lütfedildiği günden bugüne süregelen asil ve aslî tek dâvâ vardır, o da İslâm Dâvâsıdır.
Soğuk Savaş yıllarında, blok ülkelerinin güdümünde karşılıklı çeşitli hareketler teşekkül etmiş olması, hattâ bu teşekküllerin tarafları içerisinde samimî olanların bulunuyor olması da bu hakikati değiştirmez. Ki bugün içinde bulundukları vaziyete, yani müntehasına baktığımızda da, kimin neye hizmet ediyor oluşuna bakarak bunu net bir şekilde görürüz.

Türkiye’deki İslâm Dâvâsı, Allah Resulü (SAV)’den beri süregeldiği üzere Müslümanların bir safta toplandığı, geri kalan bütün anlayış, zihniyet, din ve zümrelerinse karşı tarafta bir araya gelmek zorunda kaldığı mukaddes dâvâdır. “Küfür Tek Millettir”; açık ve gizli inançsızıyla beraber...

Cumhuriyetin ilk yıllarında Batı’dan gelen emir ve direktiflerle Müslümanlara karşı mücadele eden rejim, kendilerine “bahşedilen” iktidara mukabil zihniyetini Batıya öylesine peşkeş çekmişti ki, ilerleyen yıllarda Müslümanlarla mücadele etmeyi âdeta genetik yapısının merkezine kodlayarak, herhangi bir emir ve direktife gerek kalmayacak biçimde refleks hâline getirmişti.

Rejim, İslâm ve İslâmî olana savaş açıp, en adî yol ve enstrümanlara bile tevessül etmekten çekinmezken, Müslümanlar bu hâlden yılmamış, usanmamış ve dâvâlarını sürdürmüşlerdir. Cumhuriyetin ilk yıllarında Kemalist zihniyet tarafından kurulan İstiklâl Mahkemelerinin darağaçlarını, Şehadet Ağaçları hâline getirmesi ve buradan hâsıl olan korku üzerine rejimi köklendirmesine rağmen, Anadolu toprakları ve Müslüman Anadolu İnsanı aslî dâvâsını hiç ama hiç unutmamıştır.

90 sene, çok uzun olmayan ancak çok kısa da sayılamayacak bir zaman dilimi... Üstad Necib Fazıl’ın bir ömür, bir nefes ve bir kalemle aydınlattığı İslâm nesline mukabil, küfür de boş durmadı elbet... Tekâmül bizim için süflîden ulviye doğru, ötelere, ötelerinde ötesine doğru menzil aşmak iken, küfür için de süflîden daha bir süflîye, dibin dibine doğru alçalmak değil midir?

İslâm bir nehir gibi, Üstad Necib Fazıl’ı bir kez daha hatırlayarak tarif etmek icab ederse, Sakarya gibi köpüre çağlaya yükselirken, bu nehrin bir setle, Kemalist zihniyetin kullandığı gibi zorbalıkla durdurulamayacağı, Batılı sosyete özentisi Kemalistler tarafından olmasa bile, Efendileri tarafından hızla müşahede edildi. Debisi yükselen nehri yatağında tutmak için ya yatağını genişletirsin, ya tahliye kanalı açarsın. Müslümanların tabanını genişletmenin Kemalistlerin Efendileri bakımından uzun vadede doğuracağı mâliyet analiz edilerek, yeni kanallar açmaya karar verildi. Böylelikle yükselen İslâm’ın hızını kesebileceklerini düşünüyorlardı. İslâmcı hareketin hızını kesebilmek için açılan tahliye kanalının başında bugün her kesimden insanın yakından tanıdığı bir isim vardı; Fetullah Gülen...

Kemalist İle Takkeli Kemalistin Rol Değişimi

Batılıların Türkiye’de iktidarı emanet ettikleri Kemalist Zihniyeti tasfiye etmekte olduğunun tek farkında olan cemaat değildi elbet, Kemalistler de bu durumun farkındaydı. 28 Şubat döneminde son kurşunlarını da sıkanlar, elde kalan malzemeyi bir araya getirerek önünde senelerce el pençe divan durdukları, “emredersiniz efendim”den başka söz etmedikleri Batılı Efendilerine, bir ânda karşı(!) oluverdiler. Hayrettir ki; emperyalizmin Türkiye’deki şubesi, çıkarlarını kaybetmek korkusu gündeme gelince değme antiemperyaliste parmak ısırtacak derecede antiemperyalist oluverdi...

Kalan malzemeyi bir araya toplayarak evvelâ Ak Parti iktidarını devirme kararı aldılar. 28 Şubat döneminde “yerse” diye çektikleri hareket yenmişti ya, bu sefer öyle olmadı.

28 Şubat öncesini andıran suikastler, Danıştay Baskını gibi olaylar da millet nezdinde karşılık bulmayınca ve bir yandan hükümetin kararlı tutumu, bir yandan cemaat kadrolarının iyiden iyiye yerleşmesi Kemalist yapıyı köşeye sıkıştırdı. Ki bugün daha net bir şekilde görüyoruz ki, karşı olacağım derken, bunların bir kısmı dahi FETÖ/CIA tarafından kullanılmış...

Böyle bir konjonktürde Ergenekon adlı bir iddianame hazırlandı ve operasyonlar başladı. Ergenekon’un, devletin güvenlik güçleri içerisinde örgütlendiği, bünyesinde asker, polis, gazeteci, akademisyen üyeleri olduğu iddia edilmektedir. Bir “derin devlet” örgütlemesi olduğu iddia edilen Ergenekon’a atfedilen eylemler arasında 2003-2004 yıllarında Adalet ve Kalkınma Partisi hükûmetini devirmeye yönelik darbe planları, 2006’da bir yüksek yargıcın öldürüldüğü Danıştay Saldırısı, 2007’de Malatya’da üç Hristiyan’ın öldürüldüğü Zirve Yayınevi katliamı ile 2008-2009 yıllarında gerçekleştirileceği öne sürülen suikast planı iddiaları yer almaktadır.

Ergenekon Dâvâsıyla beraber sınavı geçen FETÖ, Batı’dan verilen rolü tamamen kaptı ve millet nezdinde yozlaşmış, köhnemiş, çürümeye yüz tutmuş Kemalist zihniyetin tasfiyesine girişti. Mevcut hükümetin kendi çıkarlarıyla da o dönem paralellik arz eden Kemalist Zihniyetin tasfiyesi, Ergenekon ve Balyoz gibi dâvâlarla hukukî yoldan hızlı bir şekilde gerçekleştirildi. Değişimi idrak edip ayak uydurabilenlere dokunulmazken, kimi dosyalar vesilesiyle içeriye alınanlardan bile bazıları serbest bırakılarak yeni sisteme entegre olmaları sağlandı.

Bu operasyonlar neticesinde senelerdir Müslüman Anadolu İnsanı’na zulmeden, kan kusturan Kemalist yapı etkisizleştirildi. FETÖ bir yandan Kemalizm’in yerine ikame olunurken, bu kargaşadan da istifâde ederek ne kadar Müslüman müessese varsa ya el attı, içinden adam devşirdi yahut hemen karşısına bir sahtesini musallat etti. Bunları hep beraber yaşadık... Bu kavramlar yerli yerine oturduysa, şimdi yaşanan suikastlere gelelim...

Suikastler

17 Mayıs 1998 tarihinde, Hızır Ali Muratoğlu Hoca, İsmailağa Camiinde, bir sabah namazı sonrasında şehit edildi. Cinayetle ilgili, polisin elinde görgü tanıklarının ifadeleri ve boş kovanlar dışında bir tek delil yoktu. Üstelik polis uzun süre bu delillerin dışında yeni bir ipucuna da ulaşamadı. Soruşturma, iyice belirsizliğe sürüklenirken, 3 yıl kadar sonra âniden çözüldü cinayet. Polis, bir başka cemaat üyesi Ahmet Kurt’un öldürülmesi dosyasını Hızır Ali Muratoğlu’nun dosyasıyla birlikte ele almayı kararlaştırdı ve cemaat üyelerini yakın takibe alarak, kuşkulu davranışlarda bulunduğunu tespit ettiği Ufuk Salih Hantal’ın evine baskın düzenledi. Ahmet Kurt’u Şubat 2001’de öldürdüğü iddiasıyla yakalanan Ufuk Salih Hantal, Şehit Hızır Ali Hoca’yı da öldürdüğünü kabul etti, daha ilk sorgusunda. İlk ifadesinde cinayeti cemaatte kendisine kötü davranıldığı için işlediğini söylüyordu. Ancak sonraki ifadelerine “cinler” karıştı: “Hızır Hoca’nın müridi değilim. Yanına dinî bilgi almak için gidiyordum.
Cinlerinden kurtulmak için ben öldürdüm.” Ufuk Salih Hantal’ın ifadeleri, bir başka cinayetin daha aydınlatılmasını sağladı. İmam Muratoğlu’ndan sonra cemaat üyesi Ömer Temiz’i de Nisan 2000’de öldürdüğünü kabul etti Hantal. Onu öldürme gerekçesi de “cinler”di: “Ömer Temiz’in, içeceklerime okunmuş ilaçlar atarak cinlerini üzerime saldığını öğrendim. Cinlerinden kurtulmak için onu da öldürdüm.” dedi. Mahkeme, Hantal’ın aklî dengesinin yerinde olmadığı gerekçesiyle cezaî ehliyeti bulunmadığına ve dolayısıyla tahliyesine karar verdi. Cinayetin maksadı ve kim tarafından işlendiği bize kalırsa hâlen meçhul.

Görüldüğü üzere Hızır Ali Muratoğlu’nu şehid ettiği iddiasıyla yakalanan Ufuk Salih Hantal, aklî dengesi yerinde olmayan bir tip ve her nedense, Türkiye’de son 25 yıl içinde işlenen suikastların fâilleri hep sıradan, alâkasız yahut aklî dengesi bozuk olan kişilerdi:

25 Ağustos 2001’de, Yahudi İşadamı Üzeyir Garih, Eyüb Sultan’daki mezarlıkta, Mareşal Fevzi Çakmak’ın kabri yakınında öldürülmüş vaziyette bulundu. Adlî Tıp raporlarında iki farklı kesici âlet kullanılarak bıçaklanmak suretiyle öldürüldüğü tespit edilen Üzeyir Garih’in cinayet fâili olarak, o dönem Hasdal Kışlasında askerliğini yapan ve firarî olan Yener Yermez adlı şahıs gösterildi. Yener Yermez ifadesinde cinayeti kabul etmiş olsa da, bilhassa Adlî Tıp’ın cinayetin iki farklı kesici âlet ile işlenmiş olduğuna dair vermiş olduğu rapor hâlen neticeye kavuşturulabilmiş değil. Ayrıca, Yener Yermez isimli hırsızlıktan sabıkalı asker firarîsinin, askerlik yaptığı dönemde, Cemaatin Haham’ı Tuncay Özkan ile beraber otomobil kaçakçılığına adı karışan Teğmen Murat Oğuz’un Hasdal Kışlası’nda çaycılığını yapması ve Ergenekon Soruşturması kapsamında Ümraniye’de ele geçirilen bombaların sahibi Oktay Yıldırım ile aynı kışlada askerlik yapmış olması kafa karıştıran diğer hususlardır. Son olarak, Yener Yermez’in Ergenekon Davası sanıklarından olan ve kimyevî ilaçlar vasıtasıyla gerçekleştirilen zihin kontrolü uzmanlığı da bulunan Dr. Habib Ümit Sayın’ı daha önce gördüğü ve Habib Ümit Sayın’ın evinde yapılan aramada çıkan Üzeyir Garih cinayetiyle alâkalı belgelerin kaynağı da hâlen cevablandırılmayı bekleyen suâller arasında.

18 Aralık 2002’de, Dr. Necib Hablemitoğlu, evinin önünde uğradığı silahlı bir saldırı sonucunda öldürüldü. Suikaste uğramadan evvel Cemaat hakkında “Köstebek” isimli bir kitap kaleme aldığı, ölümünden sonra kitabın basılmasıyla anlaşıldı. Millî İstihbarat Teşkilâtı Kontr-terör Dairesi Eski Başkanı Mehmet Eymür ve Önder Aytaç, Hablemitoğlu’nun, askerî ihalelerdeki yolsuzlukları, “yolsuzluk.com” adlı web sitesine gönderdiği için infaz edilmiş olduğunu gündeme getirmiş olsalar da, Hablemitoğlu, “Köstebek” adlı kitabının 162. sayfasında, bu web sayfası hakkında son derece olumsuz ifadeler kullanmıştır.

5 Mayıs 2006’da, Trabzon’daki Santa Maria Kilisesi’nde rahib olan Andrea Santoro, o tarihte 16 yaşında olan Oğuzhan Akdil tarafından 40 metre mesafeden sıkılan 3 kurşunla öldürüldü. Cemaatin elemanlarından biri olan Emniyet İstihbarat personelinden Ramazan Akyürek’in adının karıştığı bu cinayetteki muamma ise, gözleri miyop olan 16 yaşındaki bir çocuğun, 40 metreden sıktığı üç kurşunun hiçbirini ıskalamamış olmasıdır.

17 Mayıs 2006’da, Danıştay İkinci Dairesine yönelik olarak, Alparslan Aslan tarafından bir saldırı gerçekleştirildi. Bu saldırı neticesinde İkinci Daire üyesi Mustafa Yücel Özbilgin ölmüş, aralarında daire başkanı Mustafa Birden’in de yer aldığı dört üye ise yaralanmıştır. Arslan, saldırı sonrasında kaçmaya çalışırken, Danıştay’da görevli polis memurları tarafından yakalanmıştır. Danıştay İkinci Dairesine yönelik olarak gerçekleştirilen bu saldırı, Alparslan Arslan’ın içinde bulunduğu ilişki yumağı göz önüne alınarak, Ergenekon Soruşturmasıyla birleştirilmiştir. Neticede, Alparslan Aslan’ın içinde bulunduğu ilişki yumağına rağmen, saldırı tek başına onun üzerine kalmış ve önü arkası karanlıkta bırakılmıştır.

7 Ağustos 2006’da, Hüseyin Başbilen, Aselsan’da mühendis olarak çalışıyordu. Ankara’da, otomobilinde ölü bulundu. Bilekleri ve boğazı kesilmişti. Olay, intihar olarak geçti kayıtlara. Bu tarihin ardından beş Aselsan mühendisi daha benzer şekillerde öldüler. Emniyet, hepsinin “bunalım sonucu intihar ettiklerini” açıkladı. Hepsi genç, kimi yeni evlenmiş ve yakınlarına göre intihar etmesi mümkün olmayan kişilerdi.

3 Eylül 2006’da, yine İsmailağa Camiinde, “Mektubatçı Bayram Hoca” olarak tanınan, Bayram Ali Öztürk, Mustafa Erdal isimli, tanıyanların aklî dengesizliklerinden mütevellit “meczup” diye tanımladığı bir kişi tarafından, yine sabah namazından sonra, sohbet esnasında bıçaklanarak şehid edildi. Bu kez Bayram Hocayı şehid eden kişi sağ bırakılmadı ve güyâ cemaat tarafından cami içinde linç edildi. Aradan geçen bunca vakte rağmen, Mustafa Erdal adlı şahsın kim tarafından azmettirildiği ve linç edildiği açıklığa kavuşturulamadı.

18 Nisan 2007’de Zirve Yayınevi ve 19 Ocak 2007’de bugün yeniden görüntülerle gündeme gelen Hrant Dink’in öldürülmesi... Bir not olarak ilâve edelim, Rahip Santoro cinayetinde adı geçen Ramazan Akyürek, Hrant Dink cinayetinde ismi sıkça anılan bir kişi...

***

Dergimiz sayfalarında ısrarla altını çizdiğimiz bir husus var, 1980’li yıllarda, dönemin Amerikan İstasyon şefi olan Paul Henze tarafından hazırlanan rapor doğrultusunda, seneler evvel devşirilmiş olan Fetullah Gülen ve hazırlığına koyulduğu Cemaati, Kemalist-Ulusalcı kesimin yerine göreve getirildi. Bu görev değişimi sürecinde dört farklı yol izlendi:

Birincisi, Cemaatin foyasını ortaya çıkartabilecek olan Ehl-i Sünnet Müslümanlar ya katledilerek ya da yargı bürokrasisi içine çöreklenmiş unsurlar marifetiyle etkisizleştirilerek bertaraf edilmek istendiler. Pazarlıksız Allah ve Resulü davası güden İsmailağa Cemaati hocalarına yönelik olarak gerçekleştirilen suikastler meselenin sadece bir kısmıydı. Türk-Kürt vs. tüm Anadolu insanındaki mevcut rejime yönelik kafa karışıklıklarını giderip her biri bir tarafa dağılmış İslâmcı cemaat ve cemiyetleri tek bir mihrak etrafında toplama istidadı gösteren İbda Fikriyatı’nın mimarı ve bağlılarına kesilen hukuksuz cezalar, meselenin asıl cihetini teşkil eder.

İkincisi, Ulusalcı-Kemalist kesimin görevden alınmasına ve yerlerine Ilımanların getirilmesine uzlaşmaz bir şekilde karşı duranların öldürülmek suretiyle bertaraf edilmesidir ki, bunlardan biri Necip Hablemitoğlu’dur. Diğer isimler şimdilik kaydıyla bizde saklı kalsın.

Üçüncüsü, toplumda infiale sebeb olacak hadiseler kurgulamak suretiyle, -bu işi gerek direkt gerekse kendisini Ulusalcı-Kemalist olarak gösteren fakat emir komuta zincirinden ayrılmayanlar tarafından da gerçekleştirilmiş olabilir- devlet bürokrasisi içinden eski dönemin artıklarını hızlı bir şekilde temizlemek. Danıştay Saldırısı, Cumhuriyet Gazetesi’nin bombalanması ve bunun gibi hadiseler bu iş için tezgâhlanmıştır.

Dördüncüsüyse, Türkiye’de meydana gelen bu köklü değişimin milletlerarası planda meşruiyetinin sağlanması adına Rahip Santoro ve Hrant Dink’in öldürülmesi, Zirve Yayınevi’nde gerçekleştirilen katliamdır.

***

80’li yıllarda yürürlüğe konan bu kirli plân, burada geçen bahislerin ötesinde, dünya çapında değişim-dönüşümü hedefleyen ve bunun için tüm imkânların seferber edildiği bir plandı. Ne var ki, 15 Temmuz’da gerçekleştirilmek istenen darbe girişimine karşı Müslüman Milletin olaya el koyması neticesinde, tezgâh bozuldu.

Tüm bu manzaraya bakarak şunu söyleyebiliriz: Eğer ki Türkiye’ye dışarından uzanan eller tamamen kesilmek isteniyorsa; Balyoz, Ergenekon, FETÖ ve hattâ KCK ile beraber kimi sol örgüt dosyaları birleştirilerek, namuslu savcılar elinde yeniden açılmalıdır. İşin sermaye ayağı da atlanmadan tabiî. Malûm 3000 Aile bahsi... Bunların hepsinin tasmasını dışarıda hangi ellerin tuttuğu malûm bir “meçhul”. Amerika adına iş gören bu yapıların söylemlerini bir kenara bırakıp, icraatlarındaki birliğe bakmak gerekiyor ki kafa karışıklığı olmasın. Allah’tan Müslüman Milletimiz bunları çok iyi tanıyor...
Bu yapılar bir arada ele alınmadan, fâili meçhul olmayan cinayetler karşısında irade meçhul olmaya devam edecek. Karşı taraf, bugüne kadar olduğu gibi yine hiçbir şey kaybetmeden, yeni planlarını hazırlamayı ve uygulamayı da sürdürecek.

Mesele millî menfaatse, artık bundan sonrasında yukarıdakilerin hiçbirinin gözünün yaşına bakılmamalı. Dışarıdan “şu ne der”, “bu ne der” diyerek verilen nimetin hakkını vermeyenler, millete ve Allah’a bunun hesabını vereceklerini bilsinler. Zaten bir şey yapmasalar da dışarıdan diyeceklerini diyorlar. Kayıkçı fıkrasında olduğu gibi, onlar derler... Sen ne diyorsun?..

Allah’tan başka çekinilecek, korkulacak, boyun eğilecek yoktur! Millet arkanızdayken, daha fazla geç olmadan gereğini, siz yapın…

Baran Dergisi 505. Sayı