Tarihin döndüğü zaman... Batı, Rönesans hamlesini yaparken biz mi­rasyedi gibi davranırız... Keramet çapında tarih muhasebemizi yapan Üstad Necip Fazıl, Kanunî devrini yükselme olarak değil, zirvedeki düzlük olarak tanımlar ve muhteşem Süleyman’ı “mirasyedi” olarak dam­galar... Batı karşısında ruh hamlemi­zi yenileyememenin sonucu Tanzi­mat ve Islahat fermanı ile askerî alanda yenemediğimiz Batı’ya kültür olarak da boyun eğmeye başlarız... Lozan’da kurulan Cumhuriyet ile de köklerimizle bağlarımızı tamamen keseriz ve maymunvâri Batılılaşma çığırımız açılır. Dış dürtüklemelerle gelen Kemalist devrimler Lozan’la kayıt altına alınır. Yine San Francisco diktesiyle gelen demokrasi ile de bir­birimizi yemeye devam ederiz.
Açık ve gizli işgalin her türlüsünü içimizdeki işbirlikçiler eliyle yaşar­ken ve Batı’nın istediği doğrultuda devamlı çürürken şu hususun altını ısrarla çizmeliyiz: Üstad Necip Fazıl’ın sual edişiyle verelim:
-“Bizim, hiçbir dürtüklemeye ih­tiyaç kalmaksızın kendi kendimizi tüketir hâlimiz?”
Batılı bir siyasetçinin, “artık Tür­kiye’ye ajan göndermemize gerek kalmamıştır. Gönüllü olarak yerli kadrolar bu işi yerine getirmektedir.” dediği içler acısı durum...
İBDA Mimarı’nın, “Kemalizmin en çok buğz edilmesi gereken tarafı ne şu, ne bu, idrakleri iğdiş etmesi­dir.” tesbitindeki durum...
Tesbit ve tahlillerimizde bu duru­mu gözden kaçırmamalıyız! Müte­fekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun Ne­cip Fazılla Başbaşa eserinden işi misallendirelim:
-“Söyleyecek çok şey var ama, vereceğim tek misal yeter: İngiliz sö­mürgeciliği altında çok muhafazakâr kalmış olan Hindistan, bağımsızlığı­na kavuşalıberi taklitçi bir “kendi kendine sömürgeleştirmeye” doğru gitmiştir... Bizdeki su kabağı cinsin­den siyasî ve idari kademelere, ilim, fikir ve sanat dünyamıza bakmak ye­ter!”
-“Kültür emperyalizmi?”
Batı muradına ermiştir. Fakat Ba­tı, varlığını İslâm’ı taklide ve muka­vemete borçlu olduğundan kendi çö­küşü de başlamıştır. “İhtiyar Batı” tesbitinde olduğu gibi... Batının ev­ladı Amerika’nın da, yeni bir dünya düzeni kuracak tarihî ve kültürel bir alt yapıya sahip olmaması... Sömürü ve adaletsizliğin başını alıp gitme­si... Bizim de bu emperyalist düzen­den bir kemik kapma peşinde olma­mız ve bunu da uyanıklık zannetme­miz... Bu köylü kurnazlığından kur­tulmadan bize hiçbir oluş ve kurtuluş yoktur!
Batıcılık bizi batırdı; kurtulma ruh ve ümidimizi de törpüledi. Eğer BD-İBDA kurtuluş çizgisi olmasaydı, “Gülen Dini” ve “Ilımlı İslâm" gibi sulandırılmış İslâm’a katık, olurduk, imanımızı ve aksiyonumu: yitirirdik...
“İşin sırrını düşmanından kapabilme inceliğiyle, bir Batılı düşünce adamının kendi hâl izahlarına bakmak yeter”:
“Eğer Hristiyanlık sönüp gidecekse, bizim bütün kültürümüzde artık biter. O zaman her şeye yeniden başlamak zorundayız; çünkü bir kültür, konfeksiyon elbiseleri gibi giyilmez.”
Atilla Özdür ağabeyin Vakit Gazetesi’nde yayınlanan “Halkın Ördekliği Üzerine...” yazısı mevzumuza denk gelir. Yazının giriş şöyle:
“Uzakyol otobüslerinin yoldan topladığı kayıt dışı yolcular, ulaştırma lügatında ördek diye anılır...
Ördek bir avdır ve avcıları tarafından temizlenip ütülendikten sonra muhtemelen kemali afiyetle taam edilir...
İkinci Dünya Harbi sonrasının tükettirmeyi zorlayan Keynesgil kalkınma sisteminde de yine insandır ördek olan... Üretim araçları üzerinde kontrol ve denetim yetkisini eline geçirmiş hegemon kapitalistler de avcı...
Ülkemizin avcıları, bâkir avlaklarımızın ördeğine muhtaçtır. Ördekler de, iktisadî avlakların faydalanma hakkını kendi mülkiyetine tescil etti­ren avcılarına muhtaç...
Kısacası, köleler ile sahipleri bir­birlerine karşılıklı bağımlı... Bu ba­ğımlılığa, tüketim çılgınlığı denilse yeridir...”
Bazı Müslümanların da sömürü düzenine intibak etmelerinin ve bes­lendikleri düzeni yaşatmak istemelerinin acı itirafı yine Atilla Özdür’ün aynı yazısından:
“Ördek ile avcıları arasındaki karşılıklı bağımlılık pozisyonu, aynı zamanda ördeklerin kendi aralarında da söz konusudur... Ördekler, tüke­tim çılgınlığına karşı geliştirdikleri strateji gereği kıçlarındaki pantollarını bir yerine iki üç yıl giymeye kal­kışsalar, ayakkabıcılar, pantolcular dünyasındaki müşterilerinin azaldı­ğım hissederler...
Dolayısıyla kim ki ördeklere, pantollarını eskitinceye kadar kullan­ma tavsiyesinde bulunuyor, bu va­tansever Atatürk dostları, Cumhuri­yet sevdalıları ve hepsinden de öte Müslümanlar, ayakkabıcının can düşmanıdır...
Şunu demek istiyoruz...
Türkiye, seksen milyon baş örde­ğin Atatürkçülüğün aydınlık ortamın­da kendini güle oynaya takla atma süsüyle süsleyip birbirlerine israf çıl­gınlığıyla bağlanmış, zahirinde hür amma özünde köle insanların ülke­si...”
Ördeklikten çözülmemizin yolu mu? Atilla Özdür’ün değişik şekilde söylediklerini biz açalım:
Artık iç ve dış şartlar bize kurtu­luşumuzu dayatıyor ve bu şekilde gi­demeyeceğimizi ihtar ediyor. Kim ki böyle düşünür ve “sistemli hareket” saflarında sesini yükseltir, o ve onlar kazanacaktır...
Her zamankinden daha çok in­kılâp mânâsını nabzımızda hissetme­liyiz! Bezginlik veya pörsümek de­ğil, her zamankinden daha canlı ve heyecanlı olmalıyız!
Her şeyden önce, ördeklerden ol­madığımızın şuurunda olarak bunun şükrünü ifa etmeliyiz!
“İnkılâba dayanmış saatler döne döne
Büyük Doğu bayrağı İBDA ile en öne”
Aylık Dergisi 40. Sayı
Ocak 2008