Seyyid Ahmed Arvasî Kimdir?
1932 yılında Ağrı’nın Doğubeyazıt ilçesinde doğdu. Ailesi Van’ın Bahçesaray kasabasına bağlı Doğanyayla (Arvas) köyündendir. Muhitlerinde ‘Arvasiler’ olarak tanınırlar. Soyadı kanunu çıktıktan sonra köylerinin adı Arvas oldu.

1952 yılında Erzurum Öğretmen Okulu’ndan mezun oldu. Bir süre ilkokul öğretmenliği yaptı. 1958’de Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji Bölümü’nü bitirdi. Sırayla Balıkesir, Bursa ve İstanbul’daki Eğitim Enstitülerinde hocalık yaptı. 1979 yılında emekli oldu. Aynı yıl Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel İdare Kurulu’na seçilerek, bu partideki görevine, 12 Eylül 1980 ihtilaline kadar devam etti. MHP’den İstanbul Senatör Adayı da oldu.

Hergün Gazetesi’nde, ‘Türk-İslam Ülküsü’ başlığıyla günlük makaleler yazdı. 12 Eylül darbesinden sonra, MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası’ndan yargılandı. Mamak Cezaevi’nde işkence gördü. Tahliye olduktan sonra ülkücü gazete ve dergilerde yazılar yazdı. Türkiye gazetesinde Hasbihal başlığı ile makaleleri neşredildi. 31 Aralık 1988 tarihinde İstanbul Erenköy’deki evinde vefat etti. Vefat ettiğinde yaşı 56 idi.

Eserleri şunlardır: Türk-İslam Ülküsü (3 cilt), Kendini Arayan İnsan, İnsan ve İnsan Ötesi, Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz, Şiirlerim, Eğitim Sosyolojisi, Doğu Anadolu Gerçeği, İleri Türk Milliyetçiliğinin İlkeleri, Hasbihal (6 cilt). Hasbihal, daha sonra konularına göre şu isimlerde yayınlandı: Emperyalizmin Oyunları, Devletin Dini Olur mu, Kadın Erkek Üzerine, İnsanın Yalnızlığı.

Kendini Arayan İnsan
S. Ahmet Arvasî’nin “Kendini Arayan İnsan” isimli eserini, onun eserleri arasında biricik kılan nedir?

Bilindiği üzere Ahmet Arvasî bir “hoca”dır. Talebelerinin anlatımıyla çok mükemmel bir muallimdir. Günümüzde arasak da bulamayacağımız türden... Onun “Kendini Arayan İnsan”daki, mücerred meseleleri, temel kavram ve fikirleri tane tane anlatışı, tek tek izah edişi, biraz da onun “muallim” vasfı ile alâkalıdır.

Diğer yandan Salih Mirzabeyoğlu’nun tabiriyle devrinin aydın geçinenleri arasında “hariç” tutulabilecek bir fikir haysiyetine sahibtir. Ele aldığı kavramları titizlikle inceleyip, bilhassa “Kendini Arayan İnsan” isimli eserinde, İslâm tefekkürü dairesi içinde bir tefekkür ortaya koymuştur.

Yine Arvasî, “Büyük Doğu’nun ne anlama geldiğini bilerek Büyük Doğucuyum” der ve Üstad Necib Fazıl’ın eserlerini bütün talebelerine tavsiye ederdi.

Eserin önsözünde şöyle yazar Arvasî:

“Öyle anlaşılıyor ki “ilmin” bugünkü tutuşu insanı kuşatamamaktadır. Bu gidiş bizi kendimize ulaştıramayacaktır. Aklın kanunları, insan bilgisini kuşatacak bir kıvraklığa ve hayatîliğe sahip olmayan donmuş kalıpları ifade etmektedirler. İnsan bilgisinin prensipleri hayatîlik ifade edici bir kıvraklığa sahip olmalıdır.”

Eser, “İnsan ve heykeli”nin diyaloğu ile başlar. Burada “İnsan” ve “Heykeli” işte tam da yukarıda bahsedilen “hayatîlik ifade edici kıvraklığı” tartışırlar.

Eserde en mücerred meselelere el atarken bile tefekkürünü her zaman “selim akıl” çerçevesinde tutmuş, “muallim” vasfını eserin her köşesinde hissettirmiştir.

İnsan nedir, zekâ, akıl, hakikat nedir gibi konuları incelediği eserinde, “İnsan Bilgisinin Bilimi” üzerine şöyle yazar:

“Sırf aklın kanunları ile yaşayan bir insan muhalfarz, mevcut olsa idi, bu insan için iyi, doğru, güzel, hürriyet, yaratıcı, yaratma, irade ve şuur gibi değerler ve endişeler mevcut olmazdı. Halbuki bütün insanlar arasında, değişik kılık ve kadrolarda belirmelerine rağmen, bu ortak kavramların ve mânâların tarih boyunca varolduklarını gözleyip duruyoruz. Bu var oluşun, bu ortaklığın kökleri insana bağlı olmak üzere, prensipleri de pek âlâ olabilir.”

İnsanı eşyaya göre değil, insana göre izah etme çabası olarak ortaya koyduğu anlayışı da şu sorularla hülasa eder:

“Beni bilgili olmaya zorlayan sadece dışımdaki varlıklar ve parçacıklar ise ve onların bana telkin edecekleri veya verecekleri şeyleri varsa onlar bunları nereden aldılar? O veriler, o varlıklarda kendiliğinden mi mevcut bulunmaktadır? Renk, ışık, hareket ve yer kaplama eşyanın tabiatından mı geliyor? O halde eşya şuuruna varamadığı bir bilgi deposu durumunda mıdır? Bilginin hem insanda doğuştan mevcut oluşu hem de insan tarafından bilinemeyişi bir çelişme ise, aynı çelişme burada da aranamaz mı? Eşya hem bilgi yüklü, hem de bilginin şuurundan yoksun ise, bu durum insan için de varit olamaz mı?”

Yine eserden varlığın mahiyeti ve hakikati hakkında şu bölüm:

“Öyle anlaşılıyor ki, biz zannettiğimiz kadar madde ile de, ruh ile de yüz yüze değiliz. Renk, ses, şekil, sühunet, hareket hep insana göre keyfiyetlerdir. Bunların gerisinde, içinde ve üstünde madde, hayat, ruh, insan zihnine ulaşan bilgilerdir. İnsan zihni bu keyfiyetlerden maddeye de, hayata da, ruha da ulaşmıştır. Biz, renk, hareket, şekil ve sühunet gibi keyfiyetle gözüken varlığı ve oluşu, oluş altı bir soyutlama ile dondurarak maddeyi, bu keyfiyetleri kendimizde yaşayarak hayatı, oluş üstü bir soyutlama ile keyfiyetleri Mutlak Varlığın bütün zamanı yakıp kül eden emir ve iradesinin bir ifadesi halinde duyarak ruh kavramına ulaşıyoruz. İnkâr edilemez ve fakat idrak ve tasavvur edilemez Mutlak Varlığı, yani Allah’ı bunlardan birine veya hepsine irca etmek çok büyük hata olur. Varlığın temeli ne madde, ne hayat, ne de ruhtur. Varlık sadece ve mutlak olarak varlıktır. Varlığın mana ve mahiyeti mutlak olarak nedir? Varlık hiç şüphesiz inkâr edilemez ve aynı derecede duyular ve tasavvurlarla da kavranamaz olandır. Madde, hayat ve ruh kısmen kavranabilen varlık tezahürleridir. Mutlak Varlık bunların arkasındaki ezeli ve ebedi varlık olup yokluğu imkânsız kılan yegâne varlıktır.”

Kendini arayan gençlerin, Seyyid Ahmed Arvasi’nin “Kendini Arayan İnsan” isimli eserini okumaları, onları, mücerred kavramlara yaklaşırken, kavramların nasıl incelenip sorgulanacağına, nasıl fikir yürütüleceğine dair bir antrenmana da hazırlamış olacaktır.

Seyyid Ahmed Arvasî’ye rahmet ile…

Baran Dergisi 573. Sayı