21.Yüzyıl İslâm Dil ve Diyalektiği çerçevesinde, “Yüzyılına Hâkim” bir misyon üzerinden “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sisteminin “Kurucu İradesi” olarak beliren İBDA Mimarı Büyük Şahid Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun haftalık “Baran Dergisi”nde tefrika edilen ve 10 cilt olması planlanan “Ölüm Odası / B Yedi” isimli eserinin “Tavsiye (Gonk’u Çal!)- 353” başlıklı bölümünden:

“ÇÖLE VE BÜTÜN ZAMAN VE MEKÂNA İNEN NUR’dan: Allah Resûlü’nün yakınlarını davete memur oldukları zaman, ettikleri bir dâvet şekli... Bir dâvet şekli ki, en büyük mucizenin en basit eda içinde saklanması gibi birşey // Bir incelik, tabiîlik, samimilik ve nihayet inandırıcılık ki, mucize çapının üstünde... Öyleyse en büyük mucize... Evet; tabiîliği ve madde yönünden hiç de harikulâde olmayan cereyaniyle bu hâdise, en basit tavrın içine namütenâhî derin bir mânâ sığdırarak öyle bir mucizeye varmaktadır ki, onun yanında bütün harikulâdelikler sönmekte // Mekke’de bir meydan yerinde, yahut şehir dışında GONG gibi bir âlet... Tabiî zamanlarda kimse bu âlete el süremez; yasak!.. Yanıbaşındaki tokmakla üzerine vurulduğu zaman Mekke’nin kaynayan havası madenî ürpermelerle dolar ve herkes işini gücünü bırakıp sesin geldiği tarafa koşar. Herkes buna mecbur... Zirâ bu âlet, ancak müthiş bir düşman hücumu, su baskını, yangın afeti, filan ve falan gibi hâllerde çalınabilir. Başka türlü ona dokunulamaz // İşte herhangi bir gün herkesin işiyle gücüyle uğraştığı herhangi bir saat... Görünürde fevkalâdelik adına hiçbir alâmet mevcut değil... Bir ân... Tehlike GONG’u çalmaya başlıyor. Dört bir koldan Mekke’nin kaynar havasını kamçılayan tunç ürpermeleri... İşini gücünü bırakan herkes meydan yerinde // Meydan yerinde gördükleri, vakar ve heybetin tâ kendisi, Allah’ın Resûlü’dür.

Toplananlara bakıyorlar. Bütün nazarlar üzerlerinde kümelendikten sonra, mukaddes parmaklarını yakındaki bir dağın zirve noktasına çevirip soruyorlar: “Bakın Kureyşliler, bakın ve kulak kesilin! Ben size desem ki, işte bu dağın arkasında bir düşman toplandı, şehre hücum etmek üzere... Hücum edecek ve mülkünüzü yakıp yıkacak, çoluk çocuğunuzu kesip öldürecek!..” Bir ân sükût: “Böyle deseydim bana inanır mıydınız?”... Hep bir ağızdan cevab: “İnanırdık!.. Sen yalan söylemezsin! Lâkab’ın El-Emin... Bunun üzerine Allah’ın Resûlü, mukaddes başı vecd içinde yükselmiş, şu mucize üstü karşılığı veriyor: “Öyleyse bana da inanın; ben Allah’ın Resûlüyüm! Size Hak Dini tebliğe, sizi Kıyamet günüyle korkutmaya memurum! Buna da inanın öyleyse!” // Yalan ihtimâlini muhale götüren, ihlâs derecesini mutlak hâle getiren, onun içindir ki, yeri her harikanın üstünde olan bu ihlâs edası yalnız Kureyş nasibsizlerine tesir etmiyor. “Bizi bunun için mi çağırdın?” diyorlar ve biraz sonra “Deli!” diyecekleri Kurtarıcılar Kurtarıcısı’nın yanında, aralarında küfür delisi mahut Ebu Leheb, herbiri ayrı bir tefsirle başını sallaya sallaya ayrılıp gidiyorlar. "

“YEVMİYE-Üstadım dünyanın hâli faslında birkaç olumsuz cümle söylerken, ben tam beni ifâde eden bir söz söylüyorum: “Efendim, Büyük Doğu’dan başka çare yok!”... Birden dikiliyor ve sert bir ses tonuyla: “Başka çare yok diye birşey yok!”... Ardından, çatık kaşlı bir tebessümle: “Mamafih, söylediğinin bir hakikat tarafı var!”... Evet; Eyüb Aleyhisselâm’da “sabr”ın sonunda “perde” olması ve bu yüzden Allah’tan şifâ dilemesi gibi, herşey Allah’tan ve yerinde hakikate vücut verirken, kendi reyini Allah’ın reyine tercih gibi bir nefse itimad doğmamalı; Allah’la arada perde bu. Yoksa Eyüb Aleyhisselâm, sabrı tükendiği için Allah’tan şifâ istemedi; onu isterken de Allah’ın emrine uymuş oldu ve kulun kul olarak Allah’a ihtiyacını göstermiş oldu. “Eli işde ve gönlü Allah’ta olma” tâbiri de bu cümleden; iş yaparkenki eşyayla “rabıta-münasebet, ilgi” arasında, Allah’la olan rabıta’nın kaybolmaması şuuru... YEVMİYE: İstikbâl İslâmındır’ı okurken, “Kaptan Kusto Müslüman / Dünya Çapında Bir Hâdise” yazısını unutup unutmadığım kasdıyla, “niye koymadın?” diyor. Onu sonra verdiğimi söyleyince, atılgan, “Olmaz! Önce onu vereceksin! Gongu çalacaksın, herkes dönüp bakacak!”... Sonra, “Çöle İnen Nur”daki, Allah Sevgilisi’nin tebliğinde GONG sahnesini hatırlatıyor.”(1)

Yukarıdaki alıntı üzerinden uzun uzadıya bir tevil ve tabir yapmak bizim haddimiz değil. Nitekim söz konusu alıntının sahibi murada uygun bir şekilde bizzat tevil ve tabirini yapmışlardır. Bizim burada esas niyetimiz söz konusu alıntının yapıldığı yazı bütünlüğü içinde ne tür bir tevil ve tabir yapıldığına bakılmasını sağlamak, talî niyetimiz ise, hâlihazırda topyekûn dünya insanının içine düştüğü veya düşürüldüğü pandemik korkunun mahiyetini kavramaya çalışmaktan ibarettir. Umarım maksad hâsıl olur; umarım!

Yukarıdaki alıntıda geçen “Kurtarıcılar Kurtarıcısı” ifade kalıbına bir nebze olsun dikkatleri çekmek istiyorum. Bu ifade ilkin “Hakikat-i Ferdiyye-Ferdin Hakikati”ni temsil eden Allah Resûlü’nün “Peygamberler Peygamberi” oluşuna kat’i bir vurgudur. Peki, bizler Allah Resûlü sonrası bir zamanda yaşadığımıza göre, burada üstü örtük bir şekilde ahir zamanda geleceği müjdelenen “Kurtarıcı Mehdî” üzerinden de “Kurtarıcılar Kurtarıcısı” ifadesi kullanılmış olabilir mi? Bu satırların yazarı bu soruya “Evet!” cevabını vermekten imtina etmez. Bilindiği üzere, Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl, “Yürüyen Büyük Doğu” vasfıyla temayüz eden İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nu kendisine biricik muhatab kabul eder ve onun şahsında topyekün insanlığa şu şekil bir mesaj verir (meâlen): “İnsanlık tam 500 yıldır kurtarıcısını beklemektedir.” Burada “tam 500 yıl” vurgusunun çok özel ve de anlamlı olduğunu düşünüyorum. Şöyle ki; bir kere söz konusu vurgu, doğu ve batı dünyasını içine alan, dolayısıyla da topyekûn insanlığı kuşatan bir ifade olmasının yanı sıra, “Beklenen Kurtarıcı Kahraman”a da bariz bir atıf söz konusudur. Özellikle de üzerinde bulundukları misyona özel bir atıf... Meselâ üzerinde bulundukları misyonu izah ederlerken, orada “Batı tefekkürünü İslâm tasavvufu karşısında hesaba çekmek” şeklinde bir ifade kullanmayı tercih etmişlerdir. Bunun rastgele bir tercih olmadığı çok açıktır: Bilindiği üzere “eski Yunan kültürü, Roma nizamı ve Hıristiyan ahlakı” üzerine bina edilen topyekûn batı medeniyeti, ruh ve fikir yönünden kendisini modern felsefe üzerinden vuzuha kavuşturmuştur. Bunun merkezinde ise Kartezyen düşünce sistematiğinin kurucu iradesi Rene Descartes vardır. Doğuyu temsil eden İslâm medeniyetinin temelinde ise Kur’ân, Sünnet, İcma ve Kıyas var ve bunun da ruh ve fikir olarak günümüze yansıyan yönü, 2. bin yılının yenileyicisi misyonu üzerinden kabul gören İmam-ı Rabbanî Hazretleri’dir. Batı medeniyetini temsil noktasında merkezi bir konumda olan Rene Descartes ile Doğu medeniyetini temsil noktasında merkezi bir konumda olan İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nden günümüze 5 asır geçmiş olması, Üstad’ın zikrettiği 500 yılı izah eder sanırım; bu 500 yılın başlangıç noktasını…

Yazımızın birinci bölümünün başlangıç kısmında İBDA Mimarı’nın şu sözüne yer vermiştik: “Hadiselerin sırrı en az mantığındadır.” Bu çerçeveden olarak; günümüz dünyasını her veçhesiyle meşgul ve de mağdur eden Korona mevzuunun “görünen yüzünü” değil de, meselâ “sevgiliye bakan yüzünü” okumaya çalışacağız. Söyleyeceklerimiz tamamen şahsî kanaatimizdir ve ziyadesiyle komplo teorisi çerçevesinde spekülatif bir mahiyet taşımaktadır. Spekülatif felsefe içerisinde kendisine ne derece yer bulur, onu da bilemem. Takdir okuyucunun ve elbette ehlinindir.

Korona, İtalyanca bir kelime olup, genelde “Taç”, özelde ise “Güneş tacı” mânâsınadır. İştikakları arasında ise korna kelimesi var ve biz bu yazıda Koronayı daha ziyade “güneş tacı” mânâsı ve “korna” kelimesi üzerinden mânâlandırmaya çalışacağız. Tedailer üzerinden gidersek, korna kelimesinden tüten mânâ ilkin gonk, sonrasında ise Güney Afrika yerlileri tarafından kullanılan “ses canavarı” mânâsına vuvuzela(2) ve bir benzerinin de Yahudiler tarafından kullanılan şofar örneğinde olduğu gibi, ‘Sur’a üflenmesine bir işaret olarak okunması mümkün gözükmektedir. Sur’a üflemek?! Hem soru hem de ünlem işareti koymaktan maksadımız, Kıyametin kopması esnasında Sur’a üflenmesini tedai ettirmesinden ziyade, “ilahî nefes” mânâsı üzerinden “bedene ruh üflenmesi”ne bir atıf olarak kullanmak eğiliminde olduğumuz içindir. Yeri geldikçe ne demek istediğimiz daha net anlaşılacaktır. Şimdilik şu kadarını söyleyelim ki, “bütün bir kâinatın özü ve hülasası olan insan”a beden olarak şöyle bakarsan dünyaya, böyle bakarsan devlete remzdir. Topyekûn dünyaya, dolayısıyla da dünyaya hükümran olmak mânâsına bir devlete “ilahî nefes” mânâsına bir “ruh üflenmesi”nin arefesinde olduğumuzu söylersek kulaklara kar suyu mu kaçırmış oluruz? Keşke; muradımız da bu zaten!

Korona’nın Latince/İtalyanca bir kelime olmasından hareketle bir mevzuya dikkat çekmekte fayda vardır. Bilindiği üzere Vatikan (Katolik) Kilisesi’nin Papa’sı, “Tanrı ile aranızdan çıktık doğrudan kendisinden af dileyin” dedi ve resmen final yaptı! Bu söz, Papa’nın şahsında Hıristiyanlığın havlu atması mânâsını da mündemiçtir. Ama biz yine de farklı bir okuma yapmaktan yanayız. Meselâ Papa’nın da içinde olduğu bir şey mi oldu ki, Korona İtalya’yı kasıp kavuruyor. “Koronamayacağını” anlayan Papa, ne halt yediğini anladı da bütün bir Vatikan’ı yele mi veriyor? Rivayet o dur ki Korona tüm dünyaya Çin’den değil, İtalya’dan yayıldı. Korona’nın piyasaya yayılması veya salınmasının arkasındaki ilâhî bir sebeb olmalı diye düşündüğümüzde, bunun sebebinin ne olabileceğine dair şu şekil bir “komplo teorisine” yol bulmak mümkün hâle geliyor: Meselâ vakti zamanında İtalya’da, -kimbilir o toplantı’da Papa da hazır ve nazırdı-, Microsoft’un sahibi Bill Gates ve Rothshildlerden bir tilmizin de içinde olduğu bir toplantı yapılmıştı. Bu toplantıda ne tür kararlar alındı ki Allah bir tür bela olarak, bir ateş topu gibi bütün bir dünyayı, -ziyadesiyle de İtalya’yı!-, Korona belâsı ile imtihan ediyor.  Bu hadise bize şunu da tedai ettirdi: Malum olduğu üzere, 28 Şubat Darbesi sonrası Türkiye’deki Müslümanlar üzerinden topyekûn İslâm dünyasını dize getireceklerini düşünen ve bundan dolayı da zafer naraları atan Yahudi dölü Ahbes taifesi Kemalist güruh, İstanbul Tuzla’da bir toplantı yaptıkları esnada, -ki sözkonusu toplantıda Kur’ân’a dil uzatıldığı ve hakaret edildiği de rivayetler arasındadır-, 1999 yılının Ağustos ayında gerçekleşen “Gölcük Depremi”ni hatırlatmak isteriz. Söz konusu deprem üzerinden bin yıl sürecek denilen 28 Şubat Darbe Sürecinin bir yıl dahi sürmeyeceği, sürdürülemeyeceği anlaşıldı. Nitekim o günden bugüne yaşananlardır ki, yine o günden tohumu atılanların bugünkü meyveleridir. Tohumun ağaca yol bulduğu yegâne oluş ve irade, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”dan başkası değildir. O günkü şartlarda Türkiye özelinde söylenen, “1999: Ümmetin kurtuluş yılı… Müslümanlar dik durun, karşınızda leşler var!” sözü, daha doğrusu meydan okuması bügün için tüm dünya Müslümanlarına söylenmiş kadar tazedir. Allah’a adeta dil çıkarıp meydan okuyanlar, Allah’ın gücü ve kuvveti karşısında bir leş olduklarını pek yakında (meselâ Korona vesilesiyle) görmek mümkün olacaktır, inşallah! Allah, madde ve mânâda, diğer bir ifadeyle de psiko-sosyal mikroluk üzerinden insanlığın iki dünyasını yele verenlere “Kısasta hayat var!” mutlak ölçüsü üzerinden mukabelede bulunuyor ve göze görünmez bir mikropla cevap veriyor. Elbette insanın aklına gelmiyor da değil: Korona, yoksa, çok geniş bir mânâya şamil Dabbet-ül arzın tezahürlerinden biri mi?
 
 
Dipnotlar

1-http://www.barandergisi.net/olum-odasi-b-yedi/olum-odasi-byedi-tavsiye-gonk-u-cal-353-h3123.html
2-Vuvuzela bazen lepatata bazen de Güney Afrika Zurnası olarak adlandırılan, Güney Afrika yöresine ait üflemeli bir çalgı olup, şekil itibariyle 61 cm boyunda ve 100 gr. ağırlığındadır. Herhangi bir tuş veya tonlama deliği fonksiyonuna sahip olmayıp, sadece üfleyen kişinin ritmine bağlı olarak ses çıkarmaktadır. Vuvuzela, adını Zulu dilindeki Vuvu kelimesinden almaktadır. Vuvu kelimesi ise, Türkçe’de gürültü mânâsınadır. Güney Afrikalıların anlattıklarına göre, vuvuzela Kudu adı verilen bir antilop çeşidinden yapılmakta olup (günümüzdeki modelleri plastikten üretiliyor) yüzyıllardır Afrika kabilelerin haberleşmesinde kullanılmıştır. İbadet kasdıyla Yahudilerin kullandığı şofar da antilop boynuzundan yapılmaktadır. Süleyman Peygamber zamanında, yâni günümüzden yaklaşık 4.000 yıl kadar önce, Yahudi tapınaklarında ibadete çağırmak için çalınan bir boru (veya zurna) vardı ve bunun adı “halil”di. Günümüz dünyası Yahudileri de yine ibadet kasdıyla, Roşaşana ve Yom Kipur gibi özel günlerde şofar adında bir boru çalmaktadırlar. Bu boru, tıpkı vuvuzelada olduğu gibi koç, keçi ve antilop boynuzundan yapılmaktadır. Hemen belirtelim ki, Yahudileri ibadete çağıran boru (şofar) ile vuvuzela arasında çok büyük bir ses benzerliği bulunmaktadır. Her iki alet de, uzun ve kesintisiz sesler çıkarmaktadır. Bu sesler daha ziyade “tuuuuuuuu…”, “vuah vuah vuah…” ve “tu tu tu…” şeklindedir.(www.Vikipedi-Şofar). Uluslararası spor kurum ve kuruluşlarında Yahudilerin etkinliği dikkate alındığında, 2010 Dünya Kupası maçlarında vuvuzelanın niçin yasaklanmadığı şimdi daha iyi anlaşılmaktadır.



Baran Dergisi 691.Sayı