“İnsanlık insana emanet!” diye bir afişe rastlamıştım, galiba Diyanet’e ait idi. Doğru bir söz. Hele bu çağdaki zulüm, işgal ve sömürüye bakarsan tersinden ispatlanmış. İlâhî memuriyete muhatap insanoğlu bu vazifeyi yerine getirmediğinde, tersinden bunu göstermekte “vahşi kapitalizm”e misal olmaktadır. İnsanı yol açtığı badirelerden kurtaracak ise yine insanoğlu. Ancak, nasıl ve kim? Önce “niçin”i üzerinde duralım ve antitezimizden tezimizi (nasıl) gösterelim ve “kim” olduğu da böylece açığa çıksın.

Kendi sömürgecilik düzenleri gereği insana en büyük haksızlığı yapan Batı, “insan hakları” söyleminin de sahibidir. Yangını çıkaran kendisi, yangının sonunda itfaiyeciliğe soyunan da kendisi. II. Dünya Savaşı’ndan sonra galip devletlerin kurdukları ekonomik düzenle ülkeleri sömürü çarkı içine alırken, IMF gibi kuruluşlarla da yardıma giden (yardıma gittikleri ülkeleri de soyan) yine kendileri olmaktadır. Borç batağına düşürdükleri ülkelere faiz sarmalıyla yardım etmeleri gibi…

Meselenin iktisadî boyutu çokça konuşuluyor ama temelde mesele insan keyfiyeti meselesidir, insana bakış, yani bir ahlâk meselesidir. Ne gariptir ki, kendi felsefesini tek örnek olarak dayatan Batı, kendileri gibi sömürgeci pozisyonda olunmasını istememektedir.

Batının materyalist temeldeki insan anlayışı, doymak bilmez iştahı ile hem kendini mutlu etmezken, hem de tüm insanlığı çıkar odaklı sığ bir anlayışa mahkûm etmek istemektedir. İnsanın yaratıcısı ile bağını koparmanın sonucu merhametsizlik girdabında, kendisi, ailesi, toplum ve tabiat ile de bağını koparmaktadır.
Dışımızdakileri çıkar odaklı değil, yaratılan odaklı görmek ve ona göre sevmek arasında çok büyük bir fark vardır. Birinde fırsatçılık ve sömürme varken, öbüründe dışımızdakinin hürriyet ve hakikatiyle yakınlık kurmak vardır. Hayvanları bile düşünen tarihimizdeki Vakıf Medeniyeti anlayışı bunun misalidir ve insanımızda parıldamaya hazır küllenmiş vaziyette beklemektedir. Fakat önce insan ruhunun esaretten kurtulması lâzım. Bu da ilişkileri ruhçu ahlâkî temelde düzenleyen sistem ve bu etkileşim içindeki insan kadrosu demektir. Gönülden seven ve paylaşan insan topluluğu “gönüldaşlık” demektir.

Batı’nın ve İslâm’ın insana bakış farkını vurgulamak için meseleyi hukuk planında misallendirmek istiyorum. İslâm’da hukuk, yazılı metin veya çarpılmaması gereken bir duvar olarak görülmez. Bilakis hukuk kuralları İslâmî menşeden olduğu için ibadet cümlesinden görülür ve gönülden bağlılık söz konusudur. Dolayısıyla bir hukukun yerine getirilmemesi dinî ve hukukî sorumluluğu doğurmaktadır.

İslâm toplumlarında hukuk, gücü olanın deldiği bir ağ gibi telakki olunmaz, arkasından dolanıp istismar yolları aranmaz. Çünkü hukuk, iktisat vs. insanî şubeler inanç bağlamında değerlendirilir ve uhrevî bir boyutu vardır. İnsanın ruhî ve vicdanî boyutuyla mütenasip olarak, insanî hakikate uygun olarak…

Batı’da ise hukuk, pagan Roma ve Cermen hukukundan gelme, kilise dogmatizmi-ceberrutluğu ile azmanlaşmakta ve sonra “hukuk devleti” ile yumuşatılmakta fakat hepsinde de insanî öz ve ruh eksik kalmakta, sadece şeklî mükemmellik aranmaktadır. Fakat birçok bunalım ve çatışmadan sonra kendi içinde bir hukukî standart tuttururken dışarıya karşı vahşî bir hukuk uygulanmakta, demokrasi ve insan hakları söylemi de üçüncü dünya ülkelerini sömürme vasıtası yapılmaktadır.

Gönülden ve titizlikle uyulan “İslâm hukuk ilkeleri” ile Batı’nın vazettiği “hukuk devleti”nin sonunu dikkatlerinize sunarım: Bunca gözyaşı ve kan ortada iken Batı yandaşlarının İslâm hukukunun caydırıcılık özelliği olan bazı had cezalarını aşırı ve gayriinsanî bulmasına ne demeli?

Bir de iktisad açısından mevzuya bakalım “Homo economicus-iktisadî birey” Batı’nın getirdiği bir anlayış iken, İslâm’da ise “komşusu açken tok yatan bizden değildir” anlayışı hâkimdir. Kapitalizmde para kutsanırken ve durduğu yerde faiz getirirken, İslâm’da ise paranın kiri zekâtla temizlenip atıl paranın cemiyete ve ticarete katılması teşvik edilir, tasarruf ve yardım zevki ile de faizin önüne geçilir, acımasız rekabet değil, kazanç ve paylaşım esas alınır. Bütün bu iktisadî davranışlar ibadet cümlesinden görülerek, doymak bilmez nefs ve ihtiras canavarı kontrol edilir, insanın paylaşım ve huzur tarafı geliştirilir. Para hırsı veya içine sokulduğu geçim derdi içinde kıvranan insan değil, yardımlaşmayı ve komşusunu düşünerek gece başını yastığa koyan huzurlu insan idealize edilir. Günümüz anlayışında ise köşe dönmecilik, bitmeyen arzu, ihtiraslar ve aç gözlülük hâkim. Gelir eşitsizliği ve işsizlik sebebiyle yarınından emin olamama, huzur ve sosyal barışı bozan önemli bir faktör oluyor.

Küresel kapitalist üretim sistemi, gelir eşitsizliği ve benzer adaletsizliklerle ilgilenmediği gibi kendileri sebep olduğu çevre tahribatı, küresel ısınma, çocuk işgücü suiistimali, sağlıksız ve tehlikeli çalışma ortamlarına da duyarsız kalmaktadır. Piyasaların serbest bırakılması sonucu ise rekabetten büyük firmalar kârlı çıkmakta, monopoller ya da oligopoller oluşmaktadır. Vatandaş ise kapitalist firmaların oyuncağı olarak birinden öbürünün kucağına düşmektedir. Ve vatandaşa nasıl mutlu olacağı da yine bu monopol-oligopol piyasaların reklâmlarıyla sunulmaktadır. Artık eğitim, sağlık, spor ve hatta dinî hizmetlerde bile kapitalist firmalar görülmektedir. Bu zihniyet esasen eğitimde de, idealsizlik, sadece ikbal ve kariyer amaçlamak şeklinde verilmektedir. Herkes birer kapitalist olma hayali kuradursun, bunun herkes için imkânsızlığı ve mutlu bir zümre yanında çoğunluğa sömürülen rolü düşeceği bilinmesine rağmen, “bu sistem neden yaşar, niye yaşar?” soruları ile muhatabız; bunları cevaplamak bizim sorumluluğumuzdur.

Uluslararası sistemin her yerde çatırdamış ve sonu gelmiş olduğu bir vakıa. Fakat bu sistem devam ettiği müddetçe biz ne kadar büyürsek büyüyelim “yoksullaştıran büyüme” çemberini aşamayız. Buna orta gelir tuzağı da deniyor. Çünkü ticaret hadleri teknoloji yoğun üretim yapan gelişmiş ülkeler lehinde yükselmekte, emek yoğun üretim yapan gelişmekte olan ülkeler ise ne kadar çabalarsa çabalasın makası kapatamamaktadır.

Türkiye ise dışarda bu çember içinde iken, içerde de ekonomik bütünleşmesini sağlayamamaktadır. Bir ekonominin kalkınması dünyadaki diğer ekonomilerle bütünleşmeden ziyade kendi içinde bütünleşmesine bağlıdır. Kendi içinde bütünleşme sağlayamayan ekonomilerin dışa açılması ise fayda yerine zarar getirebilir. Bunun için küreselleşmeden ekonomisi iyi olan devletler ve uluslararası şirketler faydalanmıştır. Gelir eşitsizliği, işsizlik ve yoksulluk artmıştır. Hâlbuki yapılan propagandalar tam aksi yönde idi.

Ayrıca ülkemizde kayıt dışı ekonominin büyüklüğü ve vergi kaçağı olması ile birlikte vergi gelirlerinin çoğunun dolaylı vergilerden sağlanması, gelir eşitsizliğine yol açmaktadır. Gerçek bir servet vergisinin yokluğu ve gelir vergisi ve kurumlar vergisi oranlarının düşüklüğünü de buna ilave edelim. Fakat sorun aslında sistem sorunudur ve hadiseye bütüncül bakılmalıdır. Sadece vergi olayı değildir.

Korsanlığı organize ettiler buna “uluslararası hukuk”, “evrensel değerler” dediler, “küresel sistem” dediler ve demokrasi, özgürlük, hukuk devleti, insan hakları gibi kavramlarla süslediler. Eşkıyanın insanlık dersi vermesine benzer sahnelerle sık sık karşılaşır olduk. “İnsanî değerler” Batı’dan gelir oldu. Bilimi de, kültürü de, sanatı da tekellerine aldılar. Tekil olmanın avantajıyla insanî hakikatleri ters yüz ettiler. Bunu organize hâlinde ve sistemli olarak yaptılar. Hatta karşıt örnekleri bile onlar verir oldular. Kendi üstünlüklerini göstermek, güya eleştirel metod ortaya koyuyorlar. Hâlbuki burada bir üçkâğıtçılık var. Batı’nın temel ilkeleri tartışma mevzuu olmaz. Bir kere Batı’nın insana, Yaratıcı’ya, tabiata bakışı sakattır. Bilim metodundan değer yargısı çıkarmak yanlıştır. Bilim ve teknolojide ileri mesafeler alması, insanî değerlerde de ileri olduğunu göstermeyeceği gibi, uygulamalar da meydandadır. Ayrıca ilim de kimsenin tekelinde değildir.

Her şeyden önce insan oluşumuz, insanî haslet ve değerlerimiz ve gönül hassasiyetimiz için Batı’nın insan ve toplum modeline karşı olmalıyız. Üstad’ın “Batılı olmama şerefi bize yeter” sözlerini burada hatırlayalım. İnsanî hislerimizle idrak ettiğimiz bu hususu fikirde, sanatta, siyasette de zenginleştirmek, sistemli ve örgütlü hâle getirmek zorundayız. İşte Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’nun mesajının kıymeti burada ortaya çıkıyor, onların davalarının davamız, dertlerinin bizim asıl derdimiz olduğu ortaya çıkıyor.

Bizi içine soktukları kısır döngüden ve şartlanmışlıktan kurtulup gerçek derdimizi idrak ettiğimiz an, çaresini de bulacağımız andır. 

Baran Dergisi 542. Sayı
01.06.2017