Türkiye, anayasal düzene geçtiğinden beri, yani yaklaşık doksan yıldır toplum olarak, Tek Parti Diktatörlüğü’nün sultası altında yaşıyoruz. Ve o gün bu gündür, her destursuz bağa girenin diyetini tüm toplum ödemek zorunda kaldı. Tek Parti Diktatörlüğü’nün dayandığı siyasî -iktisadî elitin kendi dünya tasavvuruna göre, toplumu hep yeniden şekillendirmesine dayalı devlet anlayışı, iktidarlar değişse de özünde pek değişmiyor. 1945’lerde uluslararası siyasî konjonktür gereği diktatörlükler devrilirken, görev dağılımında bizim payımıza da çok partili sisteme geçmek düştü. Lâkin değişen hiçbir şey olmadı. Her on yılda bir tekrarlanan darbe ve muhtıralarla rejim tekrar tekrar revize edilirken, halk da Kemalist devrimi sürdürmek - kazanımlarını korumak adına, hor görülmenin, katledilmenin, zihnen ve bedenen sakat bırakılmanın zulmü altında yaşamak zorunda kaldı. Ne zaman anayasada, devrim yasalarında bir değişiklik söz konusu olsa, değiştirtmeyiz, deldirtmeyiz diye hezeyan hâlinde ortaya dökülen, “cumhuriyetin yılmaz bekçileri”nden ibaret koro, tek parti diktatörlüğünün katı merkeziyetçi yapısının devamına yönelik dayatmalara girişti. Zira pozitivist-laik-din düşmanı Kemalist blok, varlığının bekasını hep bu vesayet sisteminin devamında buldu. Halkın kahir ekseriyetinin desteğiyle iktidara gelmiş olsa dahi, her partiden CHP vari refleksler göstermesi istendi. Aksi davranışlar laiklik, cumhuriyetin kazanımları elden gidiyor yaygarasıyla, şiddetle cezalandırıldı. İktidar şayet CHP anlayışıyla davranmıyorsa, baskı grupları (sermaye kesimi-asker-yargı-medya…) bu gün olduğu gibi hemen harekete geçirilip, tek parti diktatörlüğünün yeniden tesisine ilişkin meşruiyet zemini üretildi. Ne yazık ki, bu güne kadar iktidara gelen sağcı-muhafazakâr partiler, ya iktidar olmanın sarhoşluğu ya da siyasî körlükleri sebebiyle, tek parti diktatörlüğünün kendini koruyan refleksler ürettiğini göremediler, bunun bedelini de ağır ödediler. Oysa kendilerini sistemin esas sahibi olarak gören ayrıcalıklı kesim, bu durumun gayet iyi farkındaydı.
Ancak, Türkiye’yi Tanzimat’tan bu güne bağlayan devamlılık çizgisinde, iktidar ilk defa  Kemalist blokun elinden kayıyor. Bu güne kadar gelip giden bunca iktidara rağmen, Anadolu insanı “kim” olduğunu ilk defa Ak Parti iktidarıyla birlikte idrak ediyor desek sezâdır. Zira bunca yılın hor görülmüşlüğünden, hırpalanmışlığından sonra yeni yeni kendine geliyor. Beğenirsiniz beğenmezsiniz, oy verirsiniz vermezsiniz ayrı konu ama, Ak Parti hareketi bu güne kadar Türkiye tarihinin gördüğü en büyük siyasal harekettir. Demokrat Parti - Adalet Partisi - Anavatan Partisi iktidarlarına da halkın büyük teveccühü oldu. Lâkin hiç biri toplumun zihin dünyasında hissedilir, gerçek bir dönüşüm gerçekleştiremedi. İlk defa bir parti bunun idrakinde, toplumun zihnî yapısında bir dönüşüm gerçekleştirmenin arayışı ve kaygısı içinde.
 
Kemalist kültürün en zayıf halkası estetikti. Aydınla seçkini müsavi - müradif gören Kemalist kültür, hiçbir zaman kendine has bir estetik üretemedi. Bu sebeple toplumun hafızasında kalıcı bir iz de bırakamadı. Dillerde pelesenk olan; herkes Beyoğlu’na kravatlı, ayakkabıları pırıl pırıl boyalı, takım elbiseli çıkar, rakısını âdabıyla içerdi teranesinden başka, şehirlerde bir kent kültürü de oluşturamadı.
 
Ak Parti bunun idrakinde; bir taraftan İslâmî cemaatleri sisteme dahil edip dönüştürürken (kentlileştirme - modernleştirme), diğer yandan kendine has bir estetik ve onunla bütünleşmiş bir moda arayışında. Zira toplumsallaştırılan estetik, iktidarı toplum nezdinde meşrulaştıracak ve kalıcı kılacaktır. Tesettür üzerinden moda üretme arzusu, şehir merkezlerinde mekân düzenleme çalışmaları bu kalıcı olma isteğinin göstergesi. Artık günümüzde tesettür, sadece dinî bir kisve, siyasî bir simge değil, aynı zamanda kentlileşme - modernleşmeyle de ilgili bir husus. Nitekim son zamanlarda gerek yazılı gerek görsel medyada, kendine İslâm’ı referans alan moda ve modacıların sık sık boy gösteriyor olmasının sebebi bu olsa gerek.
 
Doğrusu ne Amerika’nın, ne Avrupa Birliği’nin, ne İsrail’in, ne de bunların destekçisi Yahudi lobisinin İslâmcı olarak gördükleri bir partinin Türkiye’de iktidar olmasına, uzun yıllar iktidarda kalmasına tahammül edebileceklerine hiç mi hiç inanmadım. Nitekim 2009 yılında Davos’ta, Başbakanın Şimon Peres’e haddini bildirmesiyle tezgâhlanmaya başlandığını düşündüğüm oyun, belediyenin Taksim “Gezi Parkı”nda yaptığı düzenlemeler bahane edilerek vizyona sokuldu. Hedeflerinde Ak Parti falan değil, Başbakan var. Buyruklarına boyun eğmediği için diz çöktürmek, kolunu bükerek hizaya getirmek istiyorlar. Cumhuriyet tarihinde ilk defa iktidar Kemalist blokun elinden kayma eğilimi gösterirken, İslâm düşmanlığı dışında hiçbir sebeple bir araya gelmeyecek kadar farklı gruplar (hayatında, kendi hayat tarzından başka hiçbir kaygısı olmamış endişeli modernler- umutsuzluk ve inkârın girdabında dönüp duran “kazma sol” - Kemalist teyzeler/amcalar – eşcinseller- aleviler – saf değiştirmekten adı fırıldağa çıkmış Doğu Perinçek’in ulusalcıları…) ittifak kurup, “Bizler Ata’mızın dinine dönmek istiyoruz!” meâlinde bir retorikle, Taksim Meydanı’nda geniş çaplı bir kalkışma başlattılar. Eğer bu kadar farklı grup bir araya gelip ittifak kurabiliyorsa, ortada ya hainlik vardır ya da ahmaklık. Bu iş için Taksim’in seçilmesi boşuna değil. Zira Taksim, Tanzimat’la birlikte tebarüz eden Batılılaşmanın, kendi değerlerine, kültürüne yabancılaşmanın-yozlaşmışlığın sembolü olan bir mekân.
 
Her ne kadar protestoların sebebi olarak ağaç sevgisi, çevre hassasiyeti; protestocuları da saf - masum, “gözü açılmadık sığırcık yavrusu” gibi pazarlama gayreti varsa da, asıl sebep, laiklik algısı-kıyafet-alkol-cinsel özgürlük serbestisi merkezli, modern hayat tarzını benimseyen kesimin, PKK’nın ve sol örgütlerin içine çöreklenmiş alevi milliyetçiliğiyle birleşerek, İslâm düşmanlığı ortak paydasında buluşmasıydı. Ancak burada gözlerden kaçan önemli bir hususa dikkat çekmek istiyorum: Halk kültürüyle popüler kültür karıştırılıyor,uzmanlarımız yanlış önermelerden doğru hüküm çıkarma peşinde. Oysa bu protestolara katılan- destek veren kitle, halk olmasına halk da, bunlar halk kültürünün değil, popüler kültürün yetiştirmesi ve bu kitlenin gerçeklikle tendon bağları kopuk. Hayatında hiç “mühim olmamış” bu insanlar, mühim görünmek için; ölmekten öldürmeye, sosyologların “ucuz mesaj”  (duran adam…) verme dedikleri eylem tarzından, sadece zevk için yakıp yıkmaya kadar her türlü soytarılığa- vandalizme teşne. “Tersinden hârika” diyebileceğimiz, “teflon tarzı” bir yapıları var. Kişiliklerinde yozlaşmışlığın farklı biçimlerini yansıtan, zincirlerinden boşanmış bu kitleye hiç hak etmedikleri bir önem atfediliyor. Hele bunların arasında, okeye dördüncü kabilinden, aklî ve ahlâkî pejmürdeliğin timsâli, “Anti Kapitalist Müslüman Gençlik” diye bir grup varki, evlere şenlik. Camiye ayakkabıyla girip, içki içen o….u ç….klarıyla saf tutmayı, emperyalizme karşı mevzilenmiş güçlerin seferberlik ilânı gibi algılıyorlar.
Ancak bu geniş çaplı ve tezgâhlandığı belli olan protestolar bir şeyi gösterdi: Böyle “ kullanışlı”, her türlü manipülâsyona açık, harekete geçirilebilir potansiyel bir kitle var. Bundan sonra da bu “maden” işlenecek, bu yara her fırsatta kaşınacak ve değişik bahanelerle bu protestolar sürdürülecektir. Başbakan, “bu operasyon tutmamıştır” derken, bu durumu göz ardı eder, tedbir almayıp kulağının üstüne yatarsa yanlış yapar. Zira demokrasilerde seçmen sayısı kadar, muhalifler üzerinde baskı unsuru olacak aktörlere de her zaman ihtiyaç var. Nitekim rahmetli “Üstad”ın defalarca uyarmaya çalışmasına rağmen, bu uyarılara kulak asmamanın bedelini rahmetli Menderes çok ağır ödedi. Eğer, Malatya hâdiselerini bahane ederek, mütedeyyin kesimleri tamamen tasfiye etmeseydi, 27 Mayıs’ta hâdiseler farklı gelişebilirdi.
 
Protestocuların bahanelerinden biride, Başbakan’ın üslûbunu; ölçüsüz, sert ve dışlayıcı buluyor, her biri ayrı telden çalan farklı gruplara duyarlılık göstermesini bekliyorlar. Peki, bu nasıl mümkün olacak?  Tabii ki maksat başka. Yoksa Başbakan’ın üslûbu öyle toplumun alışık olmadığı, yadırganacak bir üslûp falan değil. Ama bunlar, hava bulutlu desen, “Vay! Sen bana ördek mi diyorsun?” şeklinde algılayacak kadar gerçeklikten kopuk. Rahmetli Menderes çok nazik bir insandı, ama onun bu nezaketi asılmasını önlemedi. Başbakan madem bunların restini gördü ve “Millî İradeye Saygı” mitingleriyle karşı taarruza geçti, tavrını değiştirmemeli, taviz de vermemeli. Zira bu şavalaklar başka dilden anlamaz. Bunlar “öğrenimli cahil” denilen taifeden, son derece kof ve ahmak insanlar. Ama derler ya; “dünya arsızla yüzsüzün”, bunlarda öyle, “mart kedisi” gibiler. Yüz yıldır İslâmcıların, Kürtlerin dayak yemesine, asılıp kesilmesine alkış tuttular, ilk defa devlet şiddetiyle karşılaşınca yaygaralarından geçilmiyor.
 
Bu arada, protestoların en kızıştığı günlerde hâdiseye bizzat şahit olan bir arkadaşımdan dinlediğim anekdotu anlatmadan ve yorumlamadan geçemeyeceğim. 
 
Sevindirik olmuş, kendini “şiddetin şehveti”ne kaptırmış iki yelloz canlı yayında paslaşıyor: Biri, “ayy! Bunlar devrimin ayak sesleri, değil mi?” diye kankasına soruyor. Diğeri hızını alamamış, “şehvetin şiddeti”yle orgazm hâlde; “yok yok, bunlar devrimin ta kendisi” diye karşılıyor soruyu. Neyse sonunda, “bu maçı alıcaz buradan çıkış yok” kıvamında bir noktada anlaşıyorlar: “Bu kalkışma mutlaka bir devrimle sonuçlanmalı, devrim gerçekleşinceye kadar gezi parkını terk etmeyeceğiz!” Parodi (anlık- kısa komedi) burada bitiyor.
 
Ne demeli:
—“Yok yavrucuğum, bunlar ne devrimin ayak sesleri ne de devrim, ama sen kendini aç tavuk misâli galiba darı ambarında görüyorsun!”mu, veya“bak kızım, sen devrimi bilmediğin gibi, anarşiyle kaosu da birbirine karıştırıyorsun, bu kafayla gidersen sana semer vuran çok olur, korkarım bu alıklıkla binip ineni de karıştırır, orta malına dönersin”, mi? 
 
Siz karar verin.
Son söz: 
 
Ak Parti ve Başbakan hakkında yazdıklarım, ne Ak Parti yandaşlığı ne de Tayyip Erdoğan muhipliğidir. Sadece, her fırsatta İslâm’a olan kinini kusan, İslâm düşmanlığından deli divâneye dönmüş küfür yobazlarına duyduğum nefretin ifadesidir. “Dünyanın öbür ucunda bir Müslüman kardeşinin burnu kanasa bunun hıncıyla bilenmelisin!”( S. Mirzabeyoğlu- Gölge Dergisi) düsturunun hissiyatı içinde yazılmıştır. “ İslâm’ın hâkimiyeti, ümmetin topyekûn kurtuluşu davası söz konusu olduğunda, garazsız ve ivâzsız bütün mü’minler kardeştir.” ( S. Mirzabeyoğlu – Baran Dergisi)