Tarihçi Ahmet Refik, Ulu Hâkan'ın cenaze törenini anlatıyor ve ölüsünün bile güzelliğini itiraftan kendisini alamıyor. Esasta aleyhinde olduğu Padişahı, göklere çıkardığının farkında değildir.

“Hakan-ı sabık irtihal etmiş (dünyadan göçmüş)... Bu havâdis ilk defa gazetelerden öğrenildi. Boğaz, güneşin parlak ziyaları altında gülüyordu. Beylerbeyi sarayı, uzaktan, mavilikler içinde görünüyordu. Otuz dört sene müddetle Osmanlı tahtını işgal eden Sultan Abdülhamid'i Sâni birkaç saat sonra, güzel İstanbul’un toprakları altına gömülecekti. Sultan Abdülhamîd'in cenazesi Beylerbeyi Sarayından Topkapı Sarayına getirilecekti. Orada yıkanacak ve saat dokuzda, Sultan Mahmud Türbesine gömülecekti. Topkapı Sarayına gittim. Orta Kapı önünde, başında kalabalık, elinde tüfek, tek bir nöbetçi bekliyor. Babüssaade önündeki ak ağalar, kemal-i nezaketle gelenleri karşılıyordu. Kubbe altı, harap ve metruk (terkedilmiş) ihtişamlı devirlerin hâtırasiyle meşhun (dolu), asırların vakayiine (olaylarına) acı acı gülüyor gibiydi. Güneşin ziyası servilerinden süzülüyor, çimenler üzerine dökülüyordu. Bir iki hademe, ellerinde tırmıklar şubatın feyizli güneşi altında yeşeren çimenler üzerinden sararmış yaprakları topluyorlardı. Sultan Ahmed-i Salis (üçüncü) kütüphânesinin önünden geçtim. Siyah esvaplı bir hademe Lale bahçesi tarafından hızla koştu: Cenaze geliyordu. Sarayburnu'na doğru ilerledim. Ufak bir kafile park kumlu yokuşunu ağır ağır çıkıyorlardı. Rıhtıma büyük bir istimbot yanaşmış, sarı bacasından dumanlar yükseliyordu. Bu manzara sahiller, tepeler, güneş içinde idi. Uzakta, Hamidiye Caminin narin ve beyaz binası, Yıldız'ın ağaçlık caddesi, sarayın çıplak ağaçlar arasında görünen müselsel damları (sıra sıra damları) mephut (hayran) ve sâkitti.”

“Beyaz bir vücut, yıkandıkça güzelleşen bir naaş, yeni bir teneşir üzerinde, yıkayanların ellerine tâbi, uzanmış yatıyordu. Nâşın karşısında, ellerinde gümüş buhurdanlar, ağalar duruyordu. Herkes huşû içinde idi. Bütün simalarda tevekkül alâmetleri görülüyordu. Hırka-i Saadet dairesi tarihî bir gün yaşıyordu. O gün, vakayi (vakalar) ile dolu uzun bir saltanat devresinin son sahifesi kapanacaktı. Bütün nazarlar Sultan Abdülhamîd’in teneşir üzerinde yatan kapalı gözlerine dikilmişti. Nâşa sıcak sular döküldükçe beyaz bir duman yükseliyordu, buharlardan çıkan öd ve amber kokularına karışıyordu. Etrafta hâşiane (hürmet ve korkulu) bir sükûn hüküm sürüyordu. Hizmet için girip çıkanların, hasırlar üzerinde, ayak seslerinden başka bir ses işitilmiyordu. Ayak ucunda, direğin yanında, damatlarından iki zat ellerini kavuşturmuşlar, gözleri nâşa matuf, müteessirâne ağlıyorlardı.

Dışarıda, tabiatın bütün güzellikleri hissediliyordu: Haliç’in suları umulmaz bir Şubat güneşinin revnakları (ışıkları) altında parlıyordu. Şimşirliğin ağaçları çıplak baharın fevzine muntazırdı.

Yıkama el’an bitmemişti. Sultan Abdülhamîd’in teneşir üzerinde, kapanmış gözleri, ağarmış saçları, çıplak vücudu ile bitabâne yatışı (cansız yatışı) kalplerde melâl ve intibah hisleri peyda ediyordu. Bazen başı birdenbire kayıyor, yanlarına doğru düşen kollariyle mâsum biçâre bir insan vaziyeti alıyor, ak ve perişân sakaliyle boynu garibane bükülüyordu. Sultan Abdülhamîd-i Sâni’nin bu pek tabii âkibeti hiçbir istibdatın, hiçbir zulmün, hiçbir kuvvetin pâyidar olamayacağına kat’i bir delildi.

Nihayet naşın yıkanması bitti. Sarı ipek işlemeli havlularla kurulandı; tabut yere indirildi, teneşir tabutun yanına getirildi, içine kefenleri serildi, Sultan Abdülhamîd’in naaşı hürmetle tabutuna indirildi.

Sultan Abdülhamîd, son dakikalarına kadar, kendini kaybetmemişti. Hattâ vasiyet etmişti. Göğsüne ahidnâme duası konacak, yüzüne Hırka-i Saadet destimali (bezi) siyah Kâbe örtüsü örtülecekti. Bu vasiyet harfiyen icra edildi. Sultan Abdülhamîd’in tabut içinde, beyaz kefenler arasında, kemikleri sayılan çıplak göğsünde ahidnâme duası, yüzünde siyah bir Kâbe örtüsü, ak sakalı, ebediyete doğru kapanmış gözleriyle uryan ve perişan, Hırka-i Saadet dairesinde yatışı cidden elimdi. Sultan Abdülhamîd bütün günahlarını tarihe bırakmış hâşiâne bir vaziyette Huzur-u İlâhiye gidiyordu.

Kefen bağlandı, tabut kapandı, sedef kakmalı, asırlar görmüş bir saatin ağır tanînleri (çınlayan vuruşları) Hırka-i Saadet dairesinin ulvîyeti içinde aksetti. Tabutun teçhizine başlanmıştı.Üzerine evvelâ bir yatak çarşafı, daha üstüne sırma işlemeli al bir örtü konuldu. Ayak ucuna lâciverde yakın çiçekli bir kumaş sarıldı. En üste Kabe örtüleri, kıymettar taşlarla müzeyyen kemerler konuldu. Başına ve kollarına şallar sarıldı. Baş tarafına sarılan yeşil atlas üzerine kırmızı bir fes konuldu. Naaş yıkanırken, çıplak bir tabut, tahta bir teneşir, Hırka-i Saadet dairesinin gözleri kamaştıran renkleri ve yıldızlariyle tezad teşkil ediyordu. Şimdi Sultan Abdülhamîd’in ipekler, şallar, sırmalar, kıymettar taşlarla müzeyyen tabutu, dairesinin ihtişam ve ulviyetine de tevafuk etmişti (uymuştu).

Herkes çekildi. Yalnız, müzeyyen sütunlar, mülevven (renkli) duvarlar, parlak levhalar arasında, başı harem dairesine müteveccih bir tabut, solda daire-i aliyyenin penceresinden altunlar ve sırmalarla müzeyyen yeşil perdeler, ağır sırma püsküller, altun şebekler (parmaklıklar) kıymettar ve tarihî levhalar, Kelâm-ı Kadimler görülüyordu. Arzhâne önünde bir ayak sesi işitildi. Damat paşalardan muhterem bir zat, müessirâne adımlarla ilerledi. Hırka-i Saadet duvarının köşesinde melûl ve mahzun durdu. Ellerini açtı, gözleri tabuta müteveccih kısa bir dua etti, samimi bir hıçkırık müzeyyen kubbelerde akisler bıraktı.”

“Tabut, Babüssaadeden Orta kapıya kadar, serviler arasında yavaş yavaş ilerledi. Orta kapıdan vakar ve ihtişamla çıkarken hazin bir tevhid (Lâ ilâhe illallah) ruha huşu ve tevekkül veren tatlı bir sedâ, Orta kapının taş duvarlarına bir zamanlar vüzeraye mahbes (vezirlerin hapsedildiği yer) teşkil eden kapı arasında, aksetti. Bu sedâ Selim-i Sâlis’in (3. Selim’in) hassas, necip ruhunun tercümanı idi. Enderûndan yükselen bir terane, hassas padişahın pâk ve nübarek ruhunu, yâdettirmemek kabil miydi?

Enderûn-u Hûmayun ağaları, sâlât (dua) okuyorlardı. Kubbe altının harap duvarlarına akseden bu sesler, Osmanlı ruhunun hazin feryadlarıydı. Herkes tabutun arkasında hürmetle yürüyordu. Bu tarihi kapı, ne padişah cenazelerinin çıktığını görmüş, etrafında ne acı gözyaşlarının döküldüğüne şahit olmuştu. Önde, dedegânın fâsıladar (aralıklı) hazin nevaları (nağmeleri) işitiliyor. Şazelî dergahı şeyhlerinin hüzünlü bir arap lahni (nağmesi) ile okudukları Kelime-i Tevhid, tekbirler ve na’atlar arasında âhesti bir nakarat gibi yükseliyordu. Orta kapı ile Bab-ı Hümayun arası Alman zabitlerinin otomobilleri, mükellef konak arabalariyle dolmuştu. İki zarif hanım, arabada ayağa kalkmışlar, yüzlerinde ince peçeler, alayı seyrediyorlardı. Biraz ötede Bizans’ın İrini Kilisesi ve son devrin Askeri müzesi önünde mehterhane takımı cesim (cüsseli) kavukları, kırmızı şalvarları, sırma cepkenli, sarılı ve kırmızılı bayraklariyle durmuşlardı. Canlı bir tarih, hürmet ve tevkir (vakar) ile tabutu selâmlıyordu.

Cenaze Bab-ı Hümayundan çıktı. Sokaklar insandan görülmüyordu. Ayasofya önünde Sultan Mahmud Türbesine kadar caddeye iki sıra asker dizilmişti. Ağaçlar, evler, pencereler, damlar kadınla, çokluk çocukla dolmuştu. Tramvaylar durmuştu. Tabut, acıklı ve müessir dualarla, tekbirler ve tehlillerle ilerliyordu. Cenazeyi görenler, mütessir oluyorlardı. Evlerin pencereleri kadınlarla dolu idi. Bir hanım, hıçkırıklarını zaptedemiyor, mendil gözlerinde başını duvara dayamış ağlıyordu.

Cenazeyi takip edenlerden Sadrâzam Talât Paşa, tabut Sultan Mahmut türbesinden içeriye girerken gözyaşlarını tutamayıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyor…”

TÜRK TARİHİ VE SAHTE İNKILÂPLAR BİLMECESİNİN ANAHTAR ŞAHSİYETİ, YAHUDİ VE (JÖN TÜRK) ELİNDE ASLİYETSİZLİK VE KÖKSÜZLÜK HAREKETİNİN KURBANI ULU HÂKAN İKİNCİ ABDÜLHAMÎD HÂN, DEDESİ İKİNCİ MAHMUD’UN YANINDA, BİR GÜN BU BİLMECEYİ ÇÖZECEK NESİLLERİ BEKLEMEKTEDİR.

ABDÜLHAMÎD’İ ANLAMAK HER ŞEYİ ANLAMAK OLACAKTIR.

Necip Fazıl Kısakürek, Ulu Hakan “İkinci Abdülhamid Han”, Büyük Doğu Yayınları, 26. Basım, s. 638-643.