Aylık Dergisi'nin 133. sayısı için Enver Gülşen ile sinema üzerine yaptığımız mülâkatı ehemmiyetine binaen iktibas ettik.

Sinemanın ne olduğunu izah etmeye çalışırken hangi hususları göz önünde bulundurmak gerekiyor?

Öncelikle, sinemanın dünyada sanat ve düşünce alanındaki büyük bir krizin bağrından doğduğunu unutmamak lazım. Modern düşüncenin ortaya çıkardığı bütün ürünleri bir yanıyla sürdüren, öte yanıyla modern krizin her veçhesine bir ilaç olma potansiyeli taşıyan bir sanattır sinema. Bu yüzden belki de "unutulan şiiri" yeniden hatırlatmaya yönelik bir çağrının adı...
 

Şiirin unutulması, insanın hakikatle bağ kurabilme kapasitelerini de iğdiş etti. İnsan, kendine hayat diye sunulanın da, gerçeklik diye gözüne sokulanın da, aslında hayat ve gerçeklikle ilgisi olmayan göz boyayıcılar olduğunu fark etme kapasitesini dahi yitirdi. Sinema, tam bu noktada hem "unutturan" bütün o afyonları, hem de unutulan birçok şeyi yeniden insanın düşünce ve sanatına getirecek ilaçları bünyesinde taşımasıyla önemli. Yani film sanatı, unutturma ile hatırlatma; hakikat peşinde olmakla, hakikatin yitirilmesine hizmet etmek arasında bir savaşın da meydanı aynı zamanda. Sinemanın hakikaten ne olduğu meselesi tam da bu noktada durduğumuz yer ve takındığımız tutumla yakından ilgilidir.

Film sanatı neden ortaya çıkmıştır ve tam olarak ne yapabilir? "Mevcudu" ile, "imkânlarını" iyi tespit etmek, film sanatının hakikaten ne olduğunu anlamanın ilk yolu.

Film sanatı, bir yanıyla diğer bütün düşünce sanat biçimlerini devralır, öte yanıyla da onların hepsini parantez içerisine alarak, tecrübenin ve zamanın seyr u süluk'una açılır. Ama bu ikinciyi yapabilen / yapabilecek yönetmen sayısının, diğer kanattakilere göre oldukça az olduğunun da tespit edilmesi gerekir. Film sanatını bir hazine sandığına benzetebiliriz. Ama o hazine sandığının nerede olduğunu bulmak için kat etmeniz gereken çok uzun yollar vardır.

Sinema, ne felsefedir, ne edebiyat, müzik... Ama onların hepsini yüreğinde barındırma ve oradan da "hikmet"in bağrına yolculuk etme kapasitesiyle, bu alanların hepsini aşarak "hayat"ın hakikatine dalma potansiyeliyle önemlidir film sanatı. İnsana, "neyi kaybettiğini" hatırlatma potansiyeliyle...

Andrey Tarkowski’nin sizi çok etkilediğinden bahsediyorsunuz. Bu tesir ne yönde olmuştur?

Tarkovsky, film yapan yönetmenlerin kahir ekseriyetinin "dünyevi" ve "profan" yollardan gitmesine inat, film yapma amacını "dua etmek" olarak tanımlayan birisi. Bu yüzden derinlemesine bir hikmet arayışı vardır onun sinemasında. Üstelik bu arayış, "sekülerleşmiş" Müslümanları dahi, kendi dinine "itecek" kadar da kıymetli bir bakışı görünür kılar.

Tarkovsky, film sanatının hakiki yönünün, yani manevi alana açılmadaki diğer hiçbir sanat ve düşünce biçimine nasip olmamış gücünün farkında olan bir yönetmendir. Bu farkındalık, onun yazdıklarında ve yaptığı filmlerde çok net ifade bulur. Onun filmleri, yazıları ve söyleşileri, film sanatını manevi bir yürüyüş, bir tür manevi seyr u süluk olarak gören pek çok kişiye ilham vermiştir. Nasıl "manevi film" yapılabilir sorusuna cevap arayan her düşünür, yönetmen mutlaka onun rahle-i tedrisatından geçmek zorundadır. En azından film maneviyatının zirvesinin nerede ve nasıl bir şey olduğunu anlamak için bunu yapmak zorundadır.

Tarkovsky'nin bana tesiri de bu yönde olmuştur. Bir Müslüman sinema, sinemayı manevi bir enstrüman olarak kullanabilmenin yöntem ve imkânlarını aradığım her aşamada yolum mutlaka Tarkovsky ve Ayşe Şasa'ya çıktı. Hâlâ, her ikisi yazdıkları ve yaptıklarıyla öncümüzdür. Başucumuzda ve başımızın üzerindedir...

Sinema ile alâkadar olan hemen herkes Tarkovski’den bahsediyor. Gerçekten de ondan beri yetişen kaliteli kişiler yok mu?

Elbette var olmaz mı hiç. Bakın burnumuzun dibinde Semih Kaplanoğlu var. Filmlerini manevi yürüyüşünün bir enstrümanı olarak kullanan ve Müslüman bir sinemanın imkânlarını araştıran. Ancak Semih Kaplanoğlu dâhil hepimizin yolu mutlaka Tarkovsky'den geçmiş ve onu bir zirve olarak baş tacı etmişizdir. Ancak o aynı zamanda yönetmenlere, çok ciddi bir kaynak olması açısından önemlidir.

Bir de şunu tespit etmemiz gerekiyor bana kalırsa: Tarkovsky'den bahseden insanlar arasında da çeşit çeşit olanlar mevcut. Bazıları barlardaki sohbetlerine entelektüel meze yapmak için Tarkovsky'den bahsederler ki onların Tarkovsky'yi mezarında ters döndürdüğünden zerre şüphem yok. Onun manevi arayışının zerresini dahi yüreğinde hissetmemiş, dünyaya maddiyatın göbeğinden bakan hiç kimse Tarkovsky'yi hakkıyla anlayamaz zira. Bu tip bar entelleri için Tarkovsky, çevrelerindeki karşı cinslere ne kadar "kültürlü" olduklarını göstermenin bir aracıdır sadece... Doğru düzgün hiçbir şey anlamadıkları bir yönetmenin adını ve hatırasını ucuz şarap bardaklarına kurban etmenin...

Tarkovsky

Tarkovsky'den bahsetmek, film sanatının manevi alana açılma konusundaki imkânlarını dert eden insanların harcı olmalıdır sadece... Zira Tarkovsky, ancak öyle yaparsanız size bir şey söyleyebilir. Öteki türlü, hiçbir şey anlamadığınız, anlamak için bir zemine de sahip olmadığınız birisini "adının prestijini kendi prestijinize pelesenk ederek" yersiniz ancak. Bu tür oburlarla işimiz yoktur bizim.

Film sanatında, Tarkovsky'nin öncesinde de sonrasında da manevi alana açılmaya niyet etmiş (başarmış ya da başaramamış) pek çok önemli isim olmuştur. Ancak bizim için önemi, bana kalırsa manevi sinemada çitayı koyduğu yerdir. O çitanın sadece Müslüman yönetmenler tarafından aşılabileceğine inancım büyüktür. Mesela Semih Kaplanoğlu'nun... Zira Tarkovsky, zaten kendi geleneğindeki "hikmet"in tüm unsurlarını film sanatının "diliyle" ifade etmek konusunda zirvedir. Artık o gelenekte onun üzerine kimse çıkamaz. Ancak vahyin sonuncu ve kâmil olanını "yüklenen" Müslümanların o çitayı daha yukarıya taşıma potansiyelleri vardır.

Devletlerin sinemayı algı yönetiminde etkin bir şekilde kullandığını görüyoruz. Sinemanın siyasî, iktisadî ve içtimaî sahalarda ne gibi tesirleri olmaktadır?

Algı yönetiminde kullanılan filmler, Hollywood örnekliğinde yürüyen ve Hollywood'un biçim, yöntem ve içeriklerini çok benzer şekilde propaganda amaçlı kullanan filmlerdir.

Hollywood'un neo-liberal diktanın ve o diktanın şu anki lideri ABD'nin öncü kuvveti olduğu düşünülürse sinemanın gücü daha net anlaşılır. ABD askerinin ve / veya ekonomisinin gireceği yere, önce Hollywood girer. Oradaki insanları global neo-liberal soysuzluğun kıvamına getirmek için.

Hollywood, diğer ülkelerin (ama özellikle Batılı ülkelerin) propaganda biçimleri için bir şablon görevi görür adeta. Hem Batı dünyasını "yitik cennet" gibi tanımlayarak "öteki" insanlara çarpıtarak anlatır, hem de "öteki dünyaları" üstelik "ötekilere" anlatırken bildik yöntemler kullanır. Bu yöntemler, önce içi ve aklı boşaltılan "global bireye" kendi ülkesini, geleneğini, medeniyetini, kültürünü Batı'nın prizmasından geçirerek anlatmayı amaçlarlar. Bir nevi oryantalizm, ama çok çok daha "etkinleştirilmiş" ve güçlü versiyonuyla... Bize, bizi anlatmak bile propagandanın göbeği Hollywood'a kalmıştır artık! Bu yüzden Hollywood'da çok pahalı filmler yapılır. Zira bütçelerinin bir kalemi CIA ise diğeri Pentagon, FBI ya da Batı dünyasında, "öteki dünyayı" yönlendirme amaçlı kurulan kuruluşlardır. Bir milyon doları dahi bulmak için inanılmaz zorluklar çeken önemli yönetmenlerle kıyaslanınca, Hollywood yönetmenleri zengin, azgın veletlere benzerler. Ellerinde harcayacak çok paraları vardır. Yeter ki patronlarına ve patronlarının işaret ettiği dünya düzeninin suyuna gitsinler!

V For Vendetta ile beraber başlayan bir isyan film serileri izledik. Bunun akabinde başta “Arap Baharı” olmak üzere isyan hareketleri gördük. Bu filmler ile isyan dalgaları arasında bir ilişki kurulabilir mi?

V for Vendetta, Batı'da tam da Hollywood şablonlarıyla yapılan, ama ana amacı, dünyanın "geri kalanını" Batılı değerlerin öncüllüğünde "ehlileştirmek için ayaklandırmak" olan film serilerinden birisidir sadece. Üstelik en aşağılık olanlarından birisi. Arap Baharı mevzuunda elbette söylenecek çok şeyler var, ama mesela Gezi olaylarında gördüğümüz maskelerin Vendetta maskeleri olması bile bize çok şeyler söyleyebilir. O film çıktığı zamanlarda da yazmıştım, şimdi de tekrarlayayım: Batı'da "özgürlük için isyan" temalı Hollywood biçimli filmlerin ana işareti "kızıma söyleyeyim gelinim sen anla"dır. Yani Batı içinde bir şeylere işaret ediyormuş gibi yaparak, aslında Batı'nın yüzlerce yıldır ötekileştirdiği kesimlerdeki "Batılılaştırdıklarımızı" "Batılılaştıramadıklarımıza" karşı ayaklandırmanın yöntemlerini kurmaktır. Liberal soysuzluğun değer diye biçtiği şeylerin hepsi, kendi toplumlarını yönetebilecekleri yönünde bir emare gösteren her tür Doğu (ama özellikle Müslümanlara) karşı toplumuna bir sopa olarak vurulur. Gezi'de, bu ülkede bir gram dahi zorluk ya da özgürlük sorunu denebilecek bir şey çekmemiş insan ve grupların "özgürlük için" ayaklanmış olmasının sebebi de budur. Batılının bu ülkedeki soysuz temsilcilerin "gittiğini söyledikleri özgürlük" Müslüman dövme, ezme özgürlüğüydü. V for Vendetta gibi filmler, tam da bu şablonla, aslında Müslüman ya da Üçüncü Dünya ülkelerindeki (Brezilya, Meksika, Ukrayna vs. gibi) "Batıcı elitleri" ayaklandırmanın kodlarını ifşa eder. Bu yüzden ilk günden beri, üstelik Müslüman camiada bile o filmi bayıla bayıla izleyenlerin kafasına vura söylüyorum: V for Vendetta, asla masum, iyiliksever, "haksızlığa karşı ses vermenin" filmi olmadı. Olamaz da zaten. Batı propaganda makinesinin özellikle sinemada nasıl işlediğini bilmeyen, ya da bildiği hâlde işine böylesi gelen (ki çoğu da bu ülkenin ya Gezici kültür mafyasına, ya da onlara kökünden bağlı Müslüman versiyon kültür mafyalarına dahildirler) aklı kıt, vicdanı kıt, irfanı kıt yazar, çizer, köşecinin övgülerine bakıp hiçbir filme "değer" vermeyin derim naçizane...

Batı ile Türk sinemasını mukayese edersek, Türk sineması hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

Çok kapsamlı bir cevap isteyen bir soru... Zira ortada Batı sineması diye tek bir kefeye atılacak bir sinema yok. Pek çok Batılı ülkede, Hollywood tipi film yapanlar da var, modern hastalıkları deşifre eden çok önemli "tasvirciler" de... Ama ülke sinema gelenekleri olan ülkeler var elbette. Ben, henüz Türkiye için en azından manevi yürüyüşü hedefi yapan bir "Türk Sineması geleneği"nden bahsedilebileceğini düşünmüyorum. Ancak, seküler kesimden de Müslümanlar arasından da Kaplanoğlu hem manevi film yapma geleneği içinde Müslüman kesimin gururu olması açısından hem de dünya sineması diye bir şey varsa oraya yapabileceği / yaptığı muhtemel katkılarla önemli. Yine Nuri Bilge Ceylan gibi isimler, her ne kadar "yerli" olamadıklarını düşünsem de önemli işler yaptılar. Geçmişte de önemli yönetmenleri vardı bu ülkenin. Lütfi Akad, Metin Erksan'dan Yücel Çakmaklı'ya birçok isimden bahsedebiliriz elbette. Yani Türkiye'nin, büyük sinema ülkelerini saymazsak (İtalya, Fransa, SSCB / Rusya, Çek-o-Slovakya, Polonya, Macaristan, endüstrisiyle ABD, kısmen Almanya, Japonya hatta İran gibi...) diğer her ülke ile "yarışabilir" bir film yapma tecrübesi olduğunu da ifade etmemiz gerekiyor. Hatta bugünkü duruma bakılırsa çoğu Doğu Avrupa ülkesinden daha iyi durumda olduğumuz kanaatini de taşıyorum doğrusu. Ama bir "geleneğimiz", kendimize has bir "Müslüman sinemamız" var mı diye sorarsanız, henüz tek tük isimlerin taşıdıkları yük dışında öyle bir geleneğimizin henüz olmadığını da ifade etmemiz gerekir.

Sizi en çok hangi filmler etkilemiştir? Okurlarımıza önerebileceğiniz filmler hangileridir?

Film çok. Etkileyen de çok, ama ben size basitçe birkaç yönetmen ve filmden bahsedebilirim.

Tarkovsky'nin tüm filmleri (ki 7 uzun metrajlı filmi vardır) izlenmeli manevi sinemanın imkânlarını görmek için.

Ingmar Bergman'ın da hemen tüm filmlerini tavsiye ederim. Bergman, Batı'daki manevi yoksullaşmanın kökenlerine kazmayı vuran gerçek bir sanatçıdır. O yüzden onu belki de "ruhsuz bir Dostoyevski" gibi okumak lazım, ya da Kafka gibi... Bir tasvir sanatçısı. Tasvir ettiği şey ise "Tanrı'yı öldüren Batı'da insana ne olduğu sorusu"

Robert Bresson'u Tarkovsky ile Bergman arasında bir yerde herkese tavsiye ederim. Her filmini aynı ayrı...

Japon sinemasından Ozu, Mizoguchi ve Kurosawa'yı izleyin derim...

"Sürgünlüğün hüznünün" şairi Angelopoulos'u asla unutmayın...

İzlemesi inanılmaz zor da olsa Sergei Paradjanov'un Sayat Nova ve Shadows of Forgotten Ancestors filmleri yine mutlaka izlenmeli...

Günümüzden Haneke'yi post-modern çağın insanının "çukuruna" attığı korkusuz, bazen soğuk bazen set ama çoğu zaman da vicdan bakışıyla tavsiye ederim. Son filmi Amour epey iyi filmdi bence. Beyaz Kurdele ve önceki pek çok filmi de...

İran'dan Mecid Mecidi'yi, bizden Semih Kaplanoğlu'nu mutlaka izleyin derim...

Bu liste bitmez yüzlerce filme çıkar. Ama mutlaka "hakiki film" ile "sahtesi" arasındaki ayrımları görmek için her gün gözümüze sokula piyasa filmlerinin yanında bu sözünü ettiğim yönetmenler gibileri de izleyin derim...

Aylık Dergisi (Ekim 2015) 133. sayı