Cumhuriyetin geçmişle olan bağı kesip atmak üzere ele aldığı ama işin içinden de çıkamadığı en temel meselelerden biri dil meselesi… Bu mevzu her açıldığında ilk olarak Latin harfleri ile yapılan değişim akla geliyor.

Oysa bir milletin geçmiş ile bağını koparmak için yapılanlar, bundan çok daha öte ve daha gaddarca. Dili bizden önce olanı; kültür, tarih, ilim ve anlayışı bize taşıyan bir köprü olarak düşünürsek Cumhuriyet’in kurucuları bu köprüyü alfabede yaptıkları değişiklikle yıkmaya teşebbüs ettiler; fakat köprünün temeli duruyor, yeri biliniyor, izleri görülebiliyordu. Birileri bu köprüyü tekrar inşa etmek istese, tamamen aynısını yapamasalar bile, kurulacağı yeri izlerine bakarak bulabilir, başka bir yol tutarak bina edebilirdi. Fakat sadece harfleri değiştirmek ile kalınmadı, dilin ruhunu oluşturan kelimelerine, telaffuzuna, ahengine, edasına, sedasına her şeyine savaş açıldı. Adeta kasabın bıçağı altında lime lime edilen et gibi parçalara ayrıldı ve eski hâlin muhal olması için her şey denendi. Eski kalem erbabının ve şahsi hatıraların hepsinde görülebilir ki, on yıl içinde baba ile oğul dede ile torun arasında korkunç bir uçurum oluştu.

Cumhuriyet’in ana prensipleri olarak ifade edilen ve altı maddeye sığdırılan, buna mukabil içi bir türlü doldurulamayan ilkelerin yanında, dil meselesi de bir facia durumundadır. Alfabe değişiminden öte doğrudan kelimelere açılan savaşla çıkmaz sokakta bir kör dövüşü yapılmaktadır. Türkçe ağız şekline uymuyor denilerek dilden kelimeleri atmak suretiyle yerlerine kara-kuru ve telaffuzlarında ağızda çakıl taşı geveleniyormuş gibi bir his ve ses bırakan kelimeleri “ithal” (uydurmak demek daha uygundur, şuurlu olarak fosil olanı getirmek için ortaya koyulan çabayı bu şekilde tavsif etmek daha doğru olur) etmek… Yapılan tam olarak budur ve “dili dış tesirlerden arındırmak” gibi absürt bir iddia ile dilimiz Üstad Necip Fazıl’ın tabiriyle “kurbağa dili”ne çevrilmiştir.

Makale: Zeynel Abidin Danalıoğlu

Makalenin devamı için TIKLA