Elimizi sıcak bir sobaya değdirsek yanar mı? Bu suâle “yanmaz!” diyecek kaç kişi çıkar acaba? Sayısını hesap edemem ama şahsen cevabım “muhtemelen yanar!” olur… Bu suâl ve ardından getirdiğim yaklaşım, basit mantık muhakemeleri üzerinden insanları şaşırtmaya dâir bir züppelik girişimi denemesi değil; böylesini her köşe başında ve birçok köşe yazısında Abdurrahman Çelebi karakterleri sadedinde görüyoruz zaten…

Varmak istediğim noktayı evvela iki şıkka, bu iki şıkkı da dört kategoriye bölüp anlatmaya çalışacağım:

a) “Elimizi sıcak bir sobaya değdirsek yanar” fikri sobayı bilenler ve bunu tecrübe edenlerce müşahede edildiği için, onlar için bu husus tecrübe edilmiş bir bilgi olarak var. İlk elden, şu anda bizim de edindiğimiz bir bilgi olarak, demek ki, tecrübe ile elde edilmiş bilgilerin doğruluğu, tecrübe ile elde edilmemiş bilgilerin doğruluğundan daha muteber… Ve bu bilgiyi tecrübe eden herkes, tecrübe etmeyen diğerlerine göre daha başka bir bilgi seviyesinde…

b) “Elimizi sıcak bir sobaya değdirsek yanar” bilgisi, bizatihi tecrübe etmeyenler zaviyesinden, doğruluğu başkalarınca söylenen, hakikatine kesin erilmemiş olsa da iddiacılarının iddialarından eminliği ve bu kadar insanın yalan söylemeyeceği tecrübesinden hareketle bir kanaat olarak var… Demek ki, “elimizi sıcak bir sobaya değdirsek yanar”ı tecrübe edenlerin elde ettiği ve kendilerinin doğruluğuna kânî oldukları bilgiye inanarak bu bilgiyi elde edenler, başkalarının doğru olduğuna kanaat getirdiği bir hükmün doğruluğuna, kendi kanaatlerinden yola çıkarak karar vermişlerdir.

Şimdi bu iki şıkkı asıl mevzumuz üzerinde kategorize edelim:

A şıkkındakilere yazarlar dersek eğer, bunların çoğu, bize, bir sobadan, sıcaktan ve elimiz değdiğinde yanacak yahut yanmayacak olmasından bahseden ansiklopedik malumat aktarıcılarıdır.

Aynı çoğunluğu yakalayacak derecede kalabalık bir gürûhu temsil eden yazarlar da vardır ki, bunlar, ansiklopedik malûmat sıralayıcıların azıcık üstüne çıkmış olarak sobanın sıcak olması, soğuk olması arasında kararsız kalmışlardır ve bu mevzuun etrafında az-çok bir şeyler sezmiş olsalar da hâdisenin özünü yakalayamamış tekrar ediciler…

Üst seviyede olan nice yazar vardır ki, bunlar mevzuun soba, sıcak, el yahut başka bir şey olmadığını anlamış, işin esas özü hakkında mevzulara değinmişlerdir; fakat bunlardan hiçbirisi işin lübbünü hakikate nisbetle izah edememiş, hakikate doğru giderlerken mecazen ifâde edersek talihsiz bir şekilde çarpışmalarda can vermişlerdir…

Bir de, en üst seviyede, daha elit tabaka olarak niteleyebileceğimiz, isimleri zikredilince dahî insanları tarif edemeyecekleri hislere büründüren yazarlar vardır ki, bunlar tarihin her devresinde mutlak bir inancın, sarsılmaz bir cesaretin ve üstün edebiyat, sanat ve fikrin adamı olmuşlardır…

B şıkkındakilere ise eskilerin tabiriyle kârîler/okurlar dersek eğer –ki sayısı pek fazla olduğundan en karışık kısım bunlardır - bunların çoğu ansiklopedik malumat aktarıcılarını bilenler olup bunların umûmisi hiç düşünme zahmetine girmeye gerek görmeyenlerden oluşuyor. Bunlar bilginin, fikrin kendisini umursamayan, bilgili, fikirli gibi görünmekten daha çok hoşlanan sıcak insanlar…

Birinci kategoriye göre neredeyse aynı derecede çoğunluğa sahip bir gürûh var ki, bunlar da ansiklopedik malûmat aktarıcılarını takip ettikleri gibi, aynı zamanda bazı vakitler kendilerinden hiç beklenmeyecek bir performans sergileyip hayretengiz bir şekilde üst seviyeden birkaç yazarla münasebette bulunabilirler. Fakat bu hâl geçici bir baş ağrısı gibidir ve geldiği gibi gider… Bunlar da sıcak insanlardır; hatta bazen kendilerine ait olmayan lafları şöyle azıcık kırpıp kendilerininmiş gibi bir aforizma savurup ortalığı neşeye boğarlar. Ve işin en naif tarafı, kırpıp aldıkları aforizmanın az-çok kendilerine ait olduğunu zannederler ki, bunu yaptıklarının farkında bile değillerdir… Dedik ya, naiftirler…

Üst seviyeden yazarları takip eden okuyucuların sayısı ise diğer ikisi kadar vardır ki en problemliler bunlardır; bunlar ansiklopedik malûmat aktarıcıları ile yetinmemiş, üst seviyedeki yazarlar tarafından da hevesleri kesilememiş olmalarından ötürü diğer tipleri tamamen küçümseyen, diğer okuyucu tiplerinin sıcaklığından zerre nasibi olmayan gıcıklardır; çünkü ilk iki kategorideki okurlar, bazı zamanlar bilir gibi yapsalar da, esasında mevzuların özünü bilmedikleri fikrine sahip olduklarından dünyaya hiç olmazsa tebessümleriyle katkıda bulunma yoluna giderler ve hadlerini bilirler. Heyhat, haddini bilmek ne mükemmel bir seviyedir! Fakat üst seviyede yazarları takip edenlerin umûmisi, takip ettikleri kişilerin meselenin esasına dair mevzuların etrafında döndüğünü hisseder de, bunlardan hiçbirisinin işin lübbüne varamadığını, mevzuları hakikate nisbetle izah edemediğini, hakikate doğru giderken çarpışmalarda can verdiğini bilmezler. Bu sebepten ötürü, yani bir şey bildiklerini zannedip hiçbir şey bilmediklerinden ötürü tehlikeli bir gürûhu temsil ederler…

Bir de, elit seviyedeki yazarları takip edenler vardır ki bunlar bilginin, tecrübenin en saf haliyle, yani işin iman tarafıyla –“tarafıyla” derken özünü kastediyoruz- karşı karşıya olduklarını sezmişlerdir. Mevzu edilen ne olursa olsun bilirler ki işin özünün sıcak, soba ve el olmaktan ziyade saf bir bağlılık, naif bir kabul ediş ve duâlarla yüklü bir teslimiyetten geçtiğini anlayanlardır; içlerinde yüksek seviyeden proflar olduğu gibi bildik anlamda herhangi bir eğitim kategorisine dâhil olmayanlar da pek çoktur…

Buraya kadar söylediklerimde az-çok doğruluk payı varsa eğer, işin netice kısmında şunu söylememiz gerekiyor o hâlde; kitap okumak demek, okumanın çok ötesinde, okurken seçtiğimiz yazarla birlikte karakterimize ait bir nitelemeyi de seçmek demektir. Eğer kişiliğimiz üzerinde etki bırakacak, onu değiştirme kudretine sahip bir eyleme geçeceksek, bu işin pazardan domates seçer gibi yapılması saçma olur! Kaldı ki, pazarda domates seçerken dünyanın en şaşmaz terazilerini kıskandıracak çeviklikle sağlam domatesleri bir dokunuşla ayırt edebilen teyzeleri bilenler, kitap okuma bahsinde bu işin ne kadar da büyük ehemmiyete sahip olduğunu kabul ederler…

Yazının girişindeki suâle niçin direkt “yanar” değil de “muhtemelen yanar” diye cevap vereceğimi merak eden dikkatli okuyucular olmuştur. Elbette, sıcak bir sobaya değdiğimizde elimiz yanar, bunu herkes bilir ve kabul de eder. Birisi böyle bir suâl ederse, ben de “yanar” derim; fakat bu yazı mevzuunun kitaplar ile alakalı olmasından yola çıkarak üst seviyedeki yazarlara atıf yapmak için böyle söyledim. Çünkü onlar ateşin tabiatı itibariyle yakıcı olduğunu bildikleri gibi, yakıcılığının mutlak bir varlık ona “yak” demeden yakamayacağını bilen ve bizlere bunu öğretmek için kendilerini ateşe atmaktan çekinmeyen fedakârlardır… 


Baran Dergisi 584. Sayı