İnsan çoğu zaman sezgilerini, düşüncelerini veya hissettiklerini tam manasıyla dile getiremez. Bu anlamda yetersiz kaldığını veya diğer insanlar tarafından anlaşılamadığını düşünür. Bu durum insanda müthiş bir sıkışmışlık içerisinde hal diliyle kendini gösterir. Bilerek veya bilmeyerek hisler ve hayaller, sancılı da olsa kişinin bütün eylemlerini çepeçevre kuşatmıştır. Dışarıdan bakıldığında, bu sancının tezahürleri, kişinin duygusundan hiç eser kalmadığı gibi kötü bir görüntü oluşturabilir. Düşünceler kendi içinde yakıcı bir sır halinde gezinirken, mutlak bir sonuca varma isteği ve çırpınışları ile bu acıya kesin bir son vermek için kendi kendisiyle çetrefilli bir harp hali başlar.

İster ruhi olsun ister nefsi, insan acziyetinin en büyük ispatı kendini akıl dairesi içine hapsetmesidir. Öyle ki insan aklı, ruhun en ufak kıvılcımlarına karşı bile kesin bir zafer kazanma arzusundadır. Ruhuna karşı sonu gelmeyen galibiyetler elde etmek ister. Kendi akıl dairesi içinde olamamak ve ölememek arasında bir yerde sıkışıp kalan bir insan, hayatın gerçekleri karşısında takındığı tavrın geri dönüşlerini aynı ölçü ve kesinlik içinde görmek ister. Nihayetinde ruhîlikten kopan düşünce aklın intiharını da beraberinde getirir, getirmiştir de. İnsan, acıları ve arayışlarına olmak ve ölmek gibi zamanın akışını durdurarak mutlak bir cevap vermek ister. Kumardaki ya hep, ya hiç hissinin kaynağı da tam olarak buralarda bir yerlerde bulunabilir. Bunu da çeşitli biçim ve davranışlarla ortaya koyar. Ruhiliği çekilmiş ve doğru düşünce sistemi çökmüş bir aklın, nefsî planda zirveyi yaşama cazibesiyle zamanı dondurduğunu, kendisini o müthiş esrara kaptırdığını söyleyebiliriz. Bu artık sadece kumar masasında değil, hayatın her alanında etkin bir arayış halini almıştır. Gerçek bir kumarbazın da aklını kemiren ve acı veren belirsiz düşüncelerini ortadan kaldırmak için başvuracağı seçenek eğer ölüm ise bundan asla kaçınmaz, olmak ise ondan da kaçınmaz!

İnsanın dünyaya gelmeden evvel Allah’a vermiş olduğu bir söz vardır. Bu sözü dünyaya geldiğinde unutmuş, hatırlaması için ise tabir-i caizse bazı ipuçları verilmiştir. Böylece insan kulluk görevini kabul etmiştir. Ruhi ve nefsi kumar ne kadar iç içe geçmiş bir vaziyette değil mi? Hakikate mutlak zıt söz söylemek mümkün değildir.

İnsan aynı anda ve her an bir yönüyle Allah’a ve bir yönüyle de nefsine-şeytana meyyaldir. Kumarbazın nefsine yaşatmak istediği zirve ve zan işini nihayete erdirme uğruna neler verebileceği malumdur. Bu uğurda üzerindeki son giysisini, haysiyetini ve şerefini dahi masada bırakabilir. Burası çok önemli; kumarbazın bu meselesinin ve ruh halinin bize tersinden misal teşkil etmesi gerekir. Acaba bir kumarbaz, bütün acılarına son vermek için ölümü arzularken yanılıyor mudur? Ya da kapasitesini zorlamaktan ve varlığını kemiren düşüncelerden kaçmak için kesin çözüm gördüğü ölümü sadece merak mı ediyordur? İnsan bilerek veya bilmeyerek neyi ister? Hadiseler ve düşünce biçimi tam tersi kutuplarda seyretse de neyi arar? Zıttından arayan bir düşünce şekliyle soracak olursak, ünlü filozof Kierkegaard “Tanrı bizimle neyi kastetti?” diyerek neyi kastetti? Bunu net bir şekilde cevaplayabilmek için olmak veya ölmek gerekir. Peki, ama nasıl olmak veya nasıl ölmek? Bu soruyu tutkusunun ve bağlılığının zirvesini görmüş bir kumarbaza da sormak lazım. Aklını ruhunun emrine vererek iman etmiş olsa, bu istidadıyla ortaya nasıl bir iş ve nasıl bir eser koyar?

Üstad Necip Fazıl’ın Hikayelerim isimli eserinden, “Bir veliden birkaç satır: – Ben varlığının her zerresiyle, sağa ve sola kıpırdayamayacak şekilde bir gayeye perçinli olmanın hakikatini bir kumarbazdan öğrendim. Malını, mülkünü, ruhunu ve haysiyetini kumarda tükettikten sonra, ayağındaki eski pantolona ve kalbindeki son şeref zerresine kadar kendisini kumara adamakta devam eden bu kimseye sordum: (Niçin bu açık felaket yolundan dönmüyorsun?) Ne cevap verse beğenirsiniz? (Ben bu yoldan dönemem! Kayıplarımı bana her defa misilleriyle geri verseler, yine ona iade etmeye mecburum! Felaket dediğin şeyin cazibesinden daha çekici bir saadet tanımıyorum! Hiçbir kuvvet beni ondan ayıramaz.) Kumarbazın bu sözlerini dinledikten sonra düşündüm. İşte bağlılığın bu şekli kumardan çözülüp Allaha iliştirilecek olsa, gayelerin gayesi gerçekleşmiş olur. Velinin bu sözüne bayıldım ama onun yakıcı gerçeğine doğru hiçbir adım atamadım.

Allah beni kendi nefsine bağlamak için yarattı. Ama, ben, içimde bu bağlanışın sermayesi olarak ne varsa hepsini Allah’tan uzaklaşmaya harcadım! Ben bir emanet hainiyim! Ben de nefsin ne demek olduğunu kumardan öğrendim. Nefsim, eli yanan bir çocuk gibi irademi kavurdu. Nasıl eli yanan çocuk, acısı dinsin diye elini soğuk suya daldırır da sudan çekince onun daha fazla ağrıdığını duyarsa, ben de kumarın soğuk suyunda ruh yanığımı bir an için dindirmekten ve neticede büsbütün kıvranmaktan başka hiçbir şey yapamadım. Bu hareketim, susuzluğunu gidermek için gaz içen bir adamın işinden farksız oldu. İçtikçe su ihtiyacım arttı; arttıkça da gazdan başka içecek bir şey bulamadım.” 

Kumarbazın kumarda bulduğu şeye karşı beslediği hayret verici sadakatine şahit olduğumuzda vehmettirdiği acınası hali sebebiyle ona karşı şiddetli bir nefret duyarız. Oysa kendi hayatımız içerisinde bize bahşedilen zaman ve zamanın adeta durma noktasına geldiği o mutlu anlarımızda bile bulduğumuz ve elde ettiğimizi zannettiğimiz kazançların nefret duyulmayacak şeyler olduğuna emin miyiz? Kazanmak bir şey bulmak, bir şeyi bulduğunu zannetmek değil midir? Zannedilen şey ile kesinlik arasındaki mesafeyi insan olarak mutlak manada tayin edebileceğimizi hiç sanmıyorum. Gerçekte neye inandığımızı bazı hadiseler üzerinden mi yoksa bu hadiselere yüklediğimiz manalardan mı bilmeliyiz? İnsan içinde bulunduğu zaman ve üzerinde durduğu iş içerisinde, o iş ve zamana kendince yüklediği gaye ve mana nispetince yaşar, bu noktada gerçek bir kumarbazın gayesinin sadece para kazanmak olduğundan hiç de emin değilim. Bu sebeple de bir kumarbazın bütün haysiyetini para üzerinden değerlendirmek ona karşı yapılmış en büyük haksızlık olur. Biz meselelere kendimizin ve karşımızdakinin şahsiyetini buldurucu bir noktadan bakmak zorundayız. Kumarda aradığı ve kumara kaçtığı sebepleri, ona yüklediği manayı ve onda ne arayıp ne bulduğunu anlamaya çalışmalıyız. Hatta bu fanatik bir futbol taraftarı için bile geçerli bir durum. Nefsin karşı koyamadığı veya aradığı şeyler var da peki ya ruh ne ister? İşte bu konuda hangimiz kumarbaz değiliz tartışılır. Gerçek bir kumarbazda aslında para hırsı olmadığını, onu hiçbir zaman elinde tutamamasından ve her defasında dibi görmesinden fark edebiliriz. Buradan kumarı meşrulaştırma gayretinde olduğum anlaşılmasın. Sadece durumu nefsi olarak değil fikri bir zemine oturtarak anlamaya ve anladığımı aktarmaya çalışıyorum. Gerçekten bu farklı ruh halleri ilgimizi çekmiyor mu? Biz ruhumuzu veya bilhassa nefsimizi hangi hadiseler üzerinden tanıyacağız? Zaten bunu gözardı eder ve onu kendi nefsi üzerinden değerlendirirsem kumara olan meylini artırmaktan başka bir şey yapmış olmam. Çünkü nefsi üzerinde oluşturulan baskılar ve varoluş sancıları onu düşünmekten kaçmaya zorladığı için yaptığım bunu besleyici bir yanlış olur. Ben kumarı ve kumarbazı içerisine düştüğü bu durumdan çıkarabilmem için önce onu samimi bir şekilde anlamaya çalışmalıyım. Onu ve halini ademe mahkûm etmek, birini ölüme götürmekle eş değer bir mevzudur. Hepimizin birer kumarbaz olduğunu, inandığımız şeylere yüklediğimiz değerler üzerindeki yanlış seçim ve ısrarcı tavrımızla göz önüne seriyor ve kumarbazı burada bütün insanlık için bir metafor olarak kullanıyorum. Bu kimsenin kumara olan meylini ve kaçış sebeplerini artırdığımızda veya bunu ona hatırlattığımızda onu son kumarına yani kumarın son raddesine sürükleme gayesine hizmet etmiş oluruz…

İnsanın hayatta kalma isteği yani yaşama tutunma gücü, ruhidir. Halihazırda kabul görmüş olan modern psikoloji, insanı tamamen manasından sıyırıp kendi kendinden ibaret somut bir vasat olarak kabul etmiştir. Buna göre insan, toplumun bu genel kabul görmüş haline aykırılık gösterirse yani hususi olarak kendine has bir düşünce yetisiyle kendi manasını arayışa koyulduğunda hasta olarak nitelendirilir. Toplum da bu konuda o ferde karşı aynı tavrı takınarak büyük bir hataya düşmüş olur. Bu durumun anlayışına ve yaşamına tümüyle hâkim olduğu insan bir hiçten ibaret olduğuna kanaat getirmekten kendini alamaz. İçinden çıkılamaz bu duruma düşen kimse için artık aklı kemiren varlık sancısının en mutlak çözümü ölüm olarak görünmeye başlar. Öyle ya neden yaşasın, niçin bunca acıya katlansın, bu hâkim anlayışın ve vasat toplumun kendisini hasta olarak görmesine ve dışlanmasına ne münasebetle müsaade etsin ki? Aynı zamanda ölüm, içinde yaşattığı ve izah edemediği arayışın, yaşadığı ıstırabın ve yakıcı belirsizliğinin nihayete ulaşacağı cezbedici bir kumardır artık. İnsan düşünmeyi unutamayan ve kendini her şeyden sorumlu hisseden bir varlık. Ne kadar kötü ve çirkin de olsa bir yönüyle Allah’a bağlı olarak iyi, doğru ve güzele dair belirti ve hislere sahiptir. İyinin hakimiyeti konusunda idealleri vardır, olmalıdır. Peki kendi ve kendi dışındakilere karşı sorumluluğundan kaçması nasıl mümkün olabilir? Kendisine fiziki olarak tanıması dışında hiçbir anlam ve gaye yükleyemeyen birinin arayışı ne kadar öteye geçebilir veya kendisine göre nerede sonuçlanır? Mevcut psikoloji ve insan tanımının ortaya koymuş olduğu hâkim anlayış, insana her an ve her saniye “peki ya sonra” sorusunu sordurmuştur. Kendini manadan sıyırmış ve idealleri olmayan insan, ötelerin ötesine uzanan ruhi arayışın dışında kalmış olarak “ölüm” hakikatini nasıl değerlendirir? Bütün bu anlamsızlık içerisinde en anlamsız olan seçeneği bulmuş olabilir mi? Ona göre, ya en anlamlısı artık buysa yani ölümse. Manasından koparılmış ve maddeye indirgenmiş ölüm. Git gide azalarak küçülen ve manasızlık boyutuyla tersinden hiçliğe ulaşmış bir psikoloji düşünün… Yaşamanın ne anlamı var? Bu insan profilinin yaşanmaya değer hayatın ipuçlarını taşıyan “ben kimim” ve “ölüm nedir” sorularına verebileceği cevap tam olarak nedir: Zamanı durdurmak, kumar ve intihar…

Bir de şöyle bir durum var; hangimiz o masada değiliz yahut hangimiz hâlâ hayatta?   

Baran Dergisi 782. Sayı