Başın başında ifade edelim ki; 1920 ve 30’lu yıllarda Anadolu insanının tümüne yaşatılan “kültürel soykırım” ve “emperyalizm uşaklığına insan devşirme” olarak adlandırdığımız ‘iğdiş ederek zihinleri dumura uğratma’ faaliyetinin benzeri bugün sadece Kuzey Kürdistan’da değil neredeyse bütün Kürt bölgelerinde Kürtlere yaşatılmaktadır. Kürt siyasî hareketi içerisinde yer alan -Marksist, ulusalcı, laik Batıcı, liberal Batıcı, sosyal demokrat – kim varsa ‘İslâm Düşmanlığı’ ortak paydasında birleşerek kendilerine göre ‘dost-düşman’ kutuplarını belirleyerek yeni bir strateji içerisine girmişlerdir. Silahlı mücadele bu stratejinin ana temalarından ise de asıl mevzu bu silahların kime yöneleceği konusuydu. Ulusalcı Kürt Siyasi önderleri yahud güdücüleri de silahlarını HALKLARIN GERÇEK KURTULUŞU SAVAŞINI vermek üzere emperyalizme, Siyonizm'e ve hakiki işgalci ve barbar Batı’ya DÖNDÜRECEĞİNE, tıpkı Kemalistler gibi kendi halkına, öz evlatlarına çevirmiştir. Bu ise Ulusalcı Kürtlerin yöneticilerinin nasıl bir kafa ve ahlâk sahibi olduklarına dair zihinlerde şüpheler bırakmaktadır. Hangi kavimden oldukları bir tarafa, kimlere ne şekilde hizmet edildiği, kimlerle hangi anlaşmalar karşılığı ne vaad edildiği vs. hep üst kademenin bilgisi dahilinde. Bu antlaşmaların pratikteki karşılığı birkaç yıldır iyiden iyiye hissedilmeye başlanmıştı. Son 6-7 Ekim ve geçen haftaki Cizre olayları bu hissedilişin ‘artık mızrak çuvala sığmıyor’ şekline dönüşerek facia çapında zuhur etmesidir. Evet, yazımız, tam da bu noktadan geriye doğru giderek hadiseleri anlamaya çalışma yönünde olacaktır.

Cizre olaylarında işin aslı ne? Oradan başlayalım.

İdeoloji karmaşası içerisinde bocalayan Ulusalcı Kürtler, her zamanki gibi İslâm’a, İslâmî olan ne varsa ona düşmanlık peşinde. Bu defa yer Silopi. Tesettürlü hale getirilmiş üç beş HDP’li kadın zincire vurulmuş köle şeklinde şehir meydanında kalabalık bir ortamda sergilenir. Bu ise bölgenin dindar insanlarını gönülden yaralar ve ertesi günlerde Cizre’de ‘Tesettürlüyüz, Çarşaflıyız, Kürdistanlıyız’ pankartı altında Hüda-Par Cizre teşkilatı öncülüğünde, Cizreli Müslüman Kürtler eylem düzenler. Ve hadiseler bundan sonra başlar. PKK açıktan açığa Hüda-Par’dan bu mitingi düzenleyenlerin özür dilemesini ister. Ancak Müslüman Kürtler İslâm olana sahip çıkar ve özür dilemez. Ve mitinge öncülük edenlerin evleri –daha önceden adresleri belirlenmiş zaten-  dağdan inmiş ve nerdeyse hazır kıta bekleyen PKK’lılar tarafından taranır. HDP’li belediye ise yollara hendek kazarak polisin müdahalesinin önünü keser, çatılara yerleşen bazı PKK’lı militanlar ise ‘keskin nişancı’lığını Müslüman Kürt halkının üstüne kurşun yağdırarak gösterir. Buradan hareketle mevzunun bu noktaya nasıl geldiğini tartışalım

Mesele hep İslâm, her dâim İslâm. Lozan Antlaşması’nda yaşananlar gibi, nasıl ki İslâm toprakları bir bir parçalandı ve İttihatçı artığı İngiliz işbirlikçisi birkaç Türk, Kürt, Arap bu parçalanış-yok oluşa imzasını atarak İslâm düşmanlığı ile meşhur 90 yıllık Kemalist rejimi doğurdu. Aynı derecede belki daha şiddetli olarak bugün Batıcı ulusalcı Kürtler ile Marksist Kürtler, İslâm’a ait ne varsa Kürt coğrafyasından silmeye kararlılar. Ve tıpkı Kemalistler ve atalarının yaptığı gibi Kürt ulusalcılar da Batılı dostlarının desteği ile Kürt'ü dinsizleştirerek, Kürt gençlerini Kürt Milli Şuuru ve ahlâkından yoksun yetiştirerek, Batı’nın kültür emperyalizmine çeşni haline getirmeye gayret etmektedir. Dünya genelinde değişen konjonktür ve ABD ve İsrail gibi ülkelerden gelen yıkılış, çöküş haberleri sadece İslâm coğrafyasını sevince boğmuş ve motivasyonunu artırmış değildir. Müslüman olsun yahud olmasın bir çok coğrafyada Batı artık süpürülen bir lâşe durumuna düşmüş ve bir çok yerde küçük çeteler, bölgesel etnik gruplar hariç güçlü destek noktalarını kaybetmiştir. Birçok devlet ABD ve İsrail politikalarına bırakınız karşı çıkmayı, artık onların politikası ile uluslararası arenada komiklik nevinden dalga geçmektedir. En basit misali; dünyanın önde gelen matbaalarından Harper Collins'in, Ortadoğu’daki okullar için özel olarak hazırladığı haritada işgal altındaki Gazze’nin adı mevcutken, İsrail’e yer verilmiyor. Şimdi buradan şuna varmak istiyorum; AB-D-İsrail koalisyonu batmakta ve çatırtılar 8 şiddetinde bir deprem gibi hissediliyor. Bölge devletleri artık eskisi gibi AB-D-İsrail koalisyonuna yüz vermiyor. Filistin’in Avrupa devletleri tarafından hızla tanınmaya, Hamas ve benzeri örgütlerin Batı’da resmi statüde kabul görmeye başlaması bu yüz vermeyiş ve yüz çevirişin en güzel misallerindendir. Ancak AB-D ve İsrail koalisyonu yine de Ortadoğu gibi 100 yıldır kanını emdiği bir coğrafyadan kolay kolay vazgeçecek değil. Bu sebeble daha önce uzak durduğu yahud kendileri açısından ‘küçük’ buldukları çetelerle bile şimdilerde üst düzey ilişkiler kurmakta, onlara olağanüstü şeyler vaad ederek kendi çıkarları istikametinde kullanmayı planlamaktadırlar. Türk’ü, Kürt’ü, Arab’ı ne kadar çok parçaya bölüp çatıştırırsa onlar için o kadar iyi. Malumdur ki; birbiriyle çatışmaktan asıl işgalciyi göremez hale gelen insan toplulukları her zaman en kolay yönetilen-sömürülen insanlar olmuştur Batı tarafından. Bugün PKK gibi ideolojik anlamda kafa karışıklığı yaşayan; Marksist bir dünya görüşüne sahip olduğunu iddia ederken Kürtçülük psikolocyası oldukça baskın çıkan ama Kürtlerin dindarına asla tahammül etmeyen faşist bir diktatörlük heveslisi olarak AB-D ve İsrail gibi devletlerden ilgi bekleyen ve meded uman Ulusalcı Kürtler peydahlanmıştır. İçlerinde Türk ve Kürtlerin de bulunduğu ama genel olarak Türk kisvesi giymiş dönmeler tarafından güdülen ve Türk’ü İslâm’dan koparmanın, Anadolu’yu Müslümanlıktan arındırmanın rejimi Kemalizm şimdiki ulusalcıların taklit ettiği rol modeldir. Batı ile girilen, Yahudi ile varılan mutabakatın tabii sonucudur; kendi kültür birikimini, tarih ve ahlâk anlayışını reddetmek ve kendi insanına düşmanının bile yapamayacağı soykırımı yapmak.

Çok uluslu emperyalist odaklar birbirlerinden farklı hareket ediyor görüntüsü altında Kürt bölgelerinin birçok noktasına çöreklenmiş ve planlarını tatbik etmekte oldukça mahir ve aceleci davranmaktadırlar. Nihayetinde gelişen ve değişen bir konjonktür söz konusu. Her şey -provokasyonlar bile- İslâm coğrafyasının yeniden dirilişine katkı sağlıyor ve artık çanlar Batı ve Batıcılığın çöküşü için çalıyor. Batı bu çöküşün önüne geçmek ya da yavaşlatmak derdinde. Bu sebeble canhıraş bir şekilde her tarafı kana bulama, nerede kavgalı küskün, ihtiras sahibi varsa hepsini en yakınındaki topluluğa düşman etme, çatıştırma, onları uzlaştıran ve aralarını bulan kim varsa da onu ortadan kaldırma ve itibarsızlaştırma peşine düşmektedir. Kürt Milletinin gözünde kıymeti olan fikir ve liderleri aşağılarken, hasetçi ve muhteris şahıs ve kalabalıkları yücelterek kendi sömürü ve derin işgal ağını sürdürmektedir.

Önümüzdeki aylarda seçim var. Bugün Hüda-Par’a yapılanların, sadece seçim atmosferinin getirmiş olduğu bir gerginlik yahut yüksek yoğunluklu bir savaş stratejisi olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Çünkü Belediye seçimlerinde neredeyse bölgenin birçok ilinde –baskı ve tehdit yolu ile tek parti döneminin seçim usulüne benzer bir anlayışla- BDP, şimdiki adı ile HDP, orijinal adıyla ise PKK hâkim olmuştu. Doğrudur, şimdi zihinlerde % 10 barajını geçmek var. Ama PKK’nın bu oranı yakalaması normal propaganda ile olacak şey değil. Bu nedenle sürgün, haraç, çocuğunu dağa kaçırma, tehdit, hayvanlarını otlatmama, tarlalarını ektirmeme, gözaltına alma – sorgulama – yargılama - tutuklama ve tutukluluk süresi karşılığında diyet alma, bedelli askerlik uygulaması, ticari kısıtlamalar vs. bildiğiniz devlet uygulamalarının tamamı Kürt halkının üzerine Şeyh Said Kıyamından bu yana gösterilen en yüksek baskı olarak yaşatılmaktadır. (Kısa bir not; burada DEVLET yok. Biri sen görme diyor, diğeri bana görünme diyor.) Doğu’da artık resmi olmasa bile gayri resmi olarak bir özerk Kürdistan var. Önceki haftalarda bölgenin AK Parti vekillerinin bu yöndeki isyanları genel kurula kadar yükselmiş ama geçiştirilmişti. 

Peki, dert sadece %10 barajı değilse ne? Bunu en son ‘Kobani’ vesilesiyle gördük. AB-D İsrail koalisyonu Müslüman'ın her çeşidine düşman ve küfrün her çeşidine dost. T.C’nin gözünün içine baka baka KCK-PYD ile ittifak oluşturdu ve ağır silahlar ve yardımlarla KCK-PYD-PPK ile birlikte Irak topraklarında Müslümanlara karşı savaşmaya başladı. Elbette hiç bir ABD-İsrail menşeili unsur, toprağa ayak basıp Müslüman mücahidlerle yüz yüze gelmedi, gelemedi. Ama bölge insanlarını birbirine kırdırmakta pek mahir davrandılar. Ölen de Kürd’dü öldüren de, ölen de Arab’dı öldüren de. Kılıfı hazırdı; IŞİD… Ve aynı kılıfla ABD-İsrail koalisyonuna dâhil olan Kürt ulusalcıları da Müslüman Kürtlere ‘IŞİD’ kara propagandası ile saldırmaya başladılar. Tıpkı ‘Kemalist’ ataları gibi, onlar da “mürteci” diyerek saldırmıştı Müslüman Kürt’e ve Türk’e.

Meseleyi özetleme babından Hüda-Par Genel Başkan Yardımcısı Said Şahin’in basına yansıyan beyanı oldukça dikkat çekici; “Kirli ilişkilerle bugüne kadar gelmiş olan terör örgütü, Türkiye’de yaşayan Kürtlere karşı CHP’nin 90 yılda yapamadığı kötülüğü 10 yılda gerçekleştirdi. PKK’nın kontrolünde olan Kürtlerin yeni nesli çok ciddi olarak din düşmanlığı üzerine, Marksist ideoloji üzerine yetiştiriliyor. Aile hayatı mahvedildi. Bunların etkisinde kalan gençlikte dindarlık sıfıra indi. Belli bir yaş üstü Kürtlerde ise dindarlık büyük yara aldı. Tavanda yer alan kesimde İslâm düşmanlığı yapılıyor, tabanda yer alan kesimde ise Kürtçülük sosyolojisi üzerinden siyaset yapılıyor. Maalesef Kürtler dindardır algısı yıkılıyor.(…) Kadın üzerinden, kadının özgürlüğü üzerinden yürütülen söylemler, kadın ve namus ilişkisini sıfırladı.”

Evet!.. Açık söyleyelim; bölge yanlış okunuyor, bölge yanlış değerlendiriliyor. Müslüman Kürtler Ulusalcı Kürtlerin insafına terk edilmiş durumda. Türk Solu ve Batıcı güçler Kürt Solu ve Batıcı laik Kürtleri medyasıyla, ekonomisiyle, sosyal kurumları ile topyekûn desteklerken Müslüman Kürtler –bilhassa İslâmcı kimliği üzerinden hareket edenlerce- kendi haline terk edilmiş durumda. PKK güdümünde bulunan BDP-HDP siyasî gruplarının elinde bulunan belediyelerce düzenlenen etkinlikler, kültürel ve sosyal faaliyetlerin neredeyse tamamı ya İslâm düşmanlığı üzerine kurulu ya da ‘kültürel kardeşlik-insanlık” başlığı altında Zerdüşti, Süryani, Yahudi ve Marksist laik anlayışa uygun yapılmakta ve yürütülmektedir. Kurumsal olarak verilen burslar, yardımlar ve belediye üzerinden gerçekleşen birçok ticarî ve resmî faaliyetlerde bırakın Müslüman Kürtler, Marksist Kürtçü olmayan ve yine BDP politikalarına destek sağlamayan hiç kimseye kapı aralanmıyor. Bu hem zaten maddî olarak zor durumda bulunan binlerce gencin “zaruret”e binaen PKK-BDP çizgisinde hareket etmesine sebebiyet veriyor, hem de resmî bir hüviyetle bölge insanı üzerinde sosyal baskı oluşturarak dışlanmalarını, sürgün edilmelerini, hizmet kesintilerine tâbi tutarak iflas etmelerini sağlıyorlar. 

Diğer taraftan bölge ABD-İsrail-İngiliz ve Alman ajanları ile kaynıyor. Onlarca haber gazetelere yansıdı, tekrara gerek yok. Ancak ABD Adana Konsolosu'nun bölgedeki faaliyetleri tam bir SKANDAL. Ne dur diyen var, ne bir şey söyleyen. Ülkenin başbakanı gibi her yere gidebiliyor, rahatça girip çıkabiliyor ve dilediği gibi talimatlar yağdırabiliyor. Bölgede ne zaman büyük olaylar vukû bulsa, bu konsolosun ya bir gün önce ya birkaç saat önce oraya gelmişliği ve olaylarda rolü olan örgüt ve dernek yetkilileri ile görüşmüşlüğü var. Devlet, Alman turist kılığında Diyarbakır’da, Batman’da ‘eylem’ yapan Alman ajanlarını yakalayıp sınır dışı ediyor. Ama iş İngiliz ve ABD kimliklerine gelince akan sular duruyor. 

Bu arada hatırlarsanız geçtiğimiz Ramazan ayında, Gazze saldırılarının sürdüğü bir dönemde BDP’li Diyarbakır Belediyesi izniyle ABD Adana Konsolosluğu Dağ Kapı Şeyh Said Meydanı’nda iftar çadırı kurmuştu da Diyarbakırlı 72 STK buna protesto etmiş ve Diyarbakırlı birkaç yüz genç de çadırı yıkarak buna tepki göstermişti. Bu bayağı dert olmuş konsolosluğa, ciğerinin dibine kadar oturmuş. Belli ki yememiş, içmemiş her fırsatta bunu dile getirmiş. Bunu şuradan rahatlıkla anlayabiliyoruz:

Cizre olayları sonrası Altan Tan HDP adına basına bir açıklama yaptı. “Siz gelip o iftar çadırlarını yakıp, yıkarsanız, yıkıp imha ederseniz, yani şiddet katarsanız, karşı tarafın şiddet kullanmasına ön ayak olursunuz.’ gibi ABD Adana Başkonsolosunun zihniyetiyle paralel düşen beyanda bulunması Altan Tan’ı tanıyanlarca şaşkınlıkla karşılandı. Ancak bu vesileyle aslında derinlerde nasıl bir yara olduğu, birilerinin aslında hangi yüreklerde nasıl bir çadır yıktığını da öğrenmiş oldu. Bu açıklamanın arkasında yatan mesaj şu; Yani siz ABD’nin çadırının yıkarsanız, 6-7 ekim olayları gibi gelir 40 kişi öldürür gideriz, Cizre olayları gibi gelir evlerinizi tarar, hamile kadınlarınızı ateşe atar, genç ihtiyar fark etmeden öldürür, gideriz.

Diğer taraftan önceki haftalarda dergimizde ele aldığımız bir mevzu vardı. O yazı bir nevî aylar öncesinden uyarı idi. Şimdi yine tekrar ediyoruz; bölge tıpkı ‘Çekiç Güç’ döneminde olduğu gibi Batılı ve Siyonist bir kuşatma altında, şehir tipi örgütlenmelerde, halk tipi ayaklanmalara kadar birçok dersler ‘uzmanlarınca çeşitli ‘STK’ ve ‘PARTİ’ bünyesinde oluşmuş salonlarda, merkezlerde veriliyor. Hüda-Par başta olmak üzere bölgede bu kalkışmaya engel olarak görülen bütün kurum ve kuruluşlar hedef haline getirilmiştir. Ve TC ile ‘açılım’ sebebi ile ‘ateşkes’ sürdüren PKK, Kürt halkı ile savaşmaya başlamıştır. Müslüman Kürtler üzerine Kemalist Sol’dan esinlenerek terör estirmektedir. Bir çok Ulusalcı Kürt haber sitesinde en basit bir Kur’an kursundaki Kur’an okuma faaliyeti bile ‘IŞİD’ bahane edilerek karalanmakta ve bir çok yerdeki Kur’an kursları, medreseler, cami ve şahıslar hedef gösterilerek mensuplarınca imhası istenmektedir. Tehlikeli olan kısmı şurası ki, Marksist ve laik bir kafayla yetiştirilen ve sanki 80 yıllık zulmün sebebi Müslümanlarmış gibi öfke, nefret ve kinle yetiştirilen gençler, MÜSLÜMAN KÜRTLERİ RAKİP OLARAK kabul etmekte ve onları gördüklerinde içlerindeki kin ve öfkeyi onlara kusmaktadır. Yasin Börü örneği henüz zihinlerimizde tazedir.

Hem Müslüman Kürtler hem de Müslüman Türkler açısından en sıkıntılı mevzu, Ümmet mevzuudur. Bugün her iki kesimde de düşülen çıkmaz bu ‘şuur’un yeterince yerine oturmayışıdır. Kürt Müslümanların bir kısmına baktığımızda, geçmişte ‘kerhen’ dahi olsa BDP çizgisine olumlu yaklaşmış olduklarını görmekteyiz; ama bunun bedelini şimdi, Kürt gençliğini onları dinsizleştiren bir merkezi üniteye kaptırmakla, evlerini yakan, secde eden annesini öldüren, Kur’an okunan mescid ve camileri ateşe veren, gözü dönmüş bir şekilde sırf kendinden farklı düşünüyor diye Müslüman gençlerin başını taşlarla ezip linç eden, ateşte yakan canilerin üremesine yol açmakla ödemektedirler. Aynı durum Türk için de geçerlidir ve 12 Eylül, 27 mayıs ve daha bir çok tarih bunun acı örnekleri ile doludur. Yeri gelmişken Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun her yerde dile getirilen o tarihî sözünü bir kez de biz tekrar edelim; 

“Bana gelince, beni 'Kürt'ün meselesi nedir?' suâlinden çok, 'Kürt'ün meselesi ne olmalıdır?' davası ilgilendiriyor... Meseleye bir dünya görüşüne nisbetle ve bir aksiyon mevzuu ve imkânı diye baktığım belli... Zaten böyle bir bakış, hem mahallî idrakın hakikatini murakabe edicidir, hem de 'Kürt'ün meselesi nedir?' suâli etrafındaki açılımlarda yürüyücüdür.” (...) “Fikre nisbetle fert, sosyal sınıflar ve kavimler, zamanın tecelli ettiği mekân zaruretini ifâde ederler... Bildiğiniz gibi, hikemiyat ve felsefede ruha 'zaman' ve maddeye de 'mekân' izâfe edilir; BÜYÜK DOĞU İDEOLOCYASI'nın Mimarı Necip Fazıl'ın belirttiği üzere, keyfiyet, 'zaman'ın ve kemmiyet de 'mekân'ın ressamı... Bu çerçevede bakılınca, Kürt'ün meselesi de, Türk'ün meselesi de, Arab'ın meselesi de, Azeri'nin meselesi de birdir: Derinliğine ve genişliğine insan ve toplum meselelerini 'İslâm'a muhatap anlayış'ın pırıldatıcısı olarak temsil etmek, İslâm'a nisbetle "zaman ölçüsü" tutturmak... ”

Yazımızı Büyük Doğu Mimarı’nın mevzuumuzla alakalı tablolaştırılması gereken tesbiti ile noktalayalım: 

“Bu dünya, şu ânda, yanlış olanlarla doğru olamayanlar arasındaki kavgada, bir ân için yanlışın tasfiyesi, fakat doğrunun tesviye edilemeyişi buhranını yaşamakta; ve ister bugüne kadar gelmiş içtimaî mezhepler arası, ister hepsinin dışında ve üstünde mücerret bir vâhid olarak kendisine yeni bir terkip ve nizam getirecek haberciyi bekliyor.

Doğan dünyayı, şimdiden, ruhçu, ahlâkçı, milliyetçi, cemiyetçi, şahsiyetçi, keyfiyetçi, nizamcı, müdahaleci, sermaye ve mülkiyette tedbirci gibi ana fârikalar altında, mücerret insan hürriyetine saygı mefkûresi altında toplanmaya namzet sayabiliriz.

Bir dünya doğuyor ve bu dünyanın doğuşunda hissedar olmayan milletlere artık içtimaî mânada ölüm ve yokluk düşüyor. Öyle bir dünya doğuyor ki, niçin yaşadıklarını ve ürediklerini izah edemeyen milletlere, yarın, üstünde süründükleri stepleri sulamak vazifesini verecektir.” (İdeolocya Örgüsü, Necip Fazıl Kısakürek)


Baran Dergisi417. Sayısı