Doğu ve Güneydoğu seyahatiyle, hem daha önceki gezimde göremediğim yerleri, hem de Üstadın şeyhi Abdülhakîm Arvasî’nin şeyhlerini (Vanda Seyyid Fehim ve Şemdinlide Seyyid Tâhâ) ziyaret etmeyi murad ettim. Daha önceki gezimde bana iştirak eden Gaziantep’ten gönüldaş Ahmet Cengiz’in ısrarlı davetleri üzerine bayram tatilini de fırsat bilip bismillah deyip yola koyuldum. 9 Ağustos-14 Ağustos 2013 tarihlerinde, 5 gece 6 gün süren seyahatimde sırasıyla gecelediğimiz yerler: Diyarbakır, Van, Yüksekova, Tatvan, Diyarbakır.
Ramazan Bayramı'nın ikinci günü Cuma sabahı (09.08.2013) Antep'e uçakla varıyorum. Orada gönüldaşlarla bayramlaştıktan sonra yol arkadaşlarım avukat Ahmet Cengiz ve kardeşi avukat Çağrı Bey ve onların özel otomobiliyle seyahatimize başlıyoruz. Önce bizi bekleyen Maraşlı gönüldaşlarla bayramlaşmamızı yapıyor, sonra gecelemek için Diyarbakır'a varıyoruz. Ertesi gün Diyarbakır'ı gezdikten sonra Van'a yol alıyoruz. Sabah kısa bir Van gezisinden sonra Pazar günü  (11.08.2013) yaklaşık 120 kilometre inişli çıkışlı bir yolla 2450 metre rakımlı Arvas Köyü'ne varıyoruz. Buralar kışın kapalı oluyor. Dağları tırmanıp bazen önümüze çıkan koyun sürülerine yol vererek yeşil köylerden geçerek ve Bahçesaray (Müküs)'ten 10 kilometre sonra, yeşil bir vadide ve dereboyunca bir yamaçta Seyyid Arvaslar diyarına varıyoruz. Esseyyid Abdülhâkim Arvasî hazretlerinin şeyhi Seyyid Fehim'in mübarek merkadini ziyaretten sonra, Seyyid Fehim'in şeyhi Seyyid Tâhâ'yı ziyaret için Şemdinli'ye geçiyoruz.
Seyyid Fehim ve Seyyid Tâhâ’yı Ziyaret
Tevafuk olarak kalabalık bir genç-öğrenci grubuyla Seyyid Fehim Hazretlerinin kabrini ziyaret ediyoruz. Bu tevafuku değerlendirerek ve gençlerin de heyecanını dikkate alarak büyüklerin himmetine sığınarak seyyidlerin mezarı başında kısa bir konuşma yapıyorum. Burada bizi birleştirenin Seyyid Fehim Hazretleri olduğunu ve bu birleştirmeyi ve kenetlenmeyi Anadolu’nun her yerinde temin etmemiz gerektiğini söylüyor ve bu gayenin adamı Necip Fazıl’ın muradı ve müridi Salih Mirzabeyoğlu’ndan ve 28 Şubat’tan dolayı cezaevinde oluşundan bahsediyorum. İslâm âleminde akan kandan ve buruk bayramlaşma yaşadığımızdan bahsediyorum. Gençler çok memnunlar. Talep üzerinde elimizdeki kitap ve dergileri onlara veriyoruz… Arvas'ta Seyyid evinin misafirperverliğini görmemiz, ikramlarını tatmamız, kerpiç evlerde konaklamamız ve hane sahibi Seyyid M. Necat Efendinin bize ilgisi ve Arvasîleri anlatması…
Arvas'ın kurucusu Seyyid Muhammed Kutub'u da ziyaret ediyoruz; hicri 676 yılında Bağdat'tan ayrılıp gelen Orhan Gazi'den tacını terkedecek kadar saygı gören ve dönüp Van'a yerleşen Kaasım Bağdadî Hazretlerinin oğlu olan...
İsminin değişmesine bir anlam veremediğim Arvas köyünde M. Necat Arvas, İBDA’nın Necip Fazıl ve Arvasîlere bağlılığını anladıktan sonra, “sizi aileden sayarız. Bize İBDA yayınları ve derginizi gönderin” dedi ve Kumandanın ve ümmetin kurtuluşu için dua etti. Bizlere altın değerinde manevi hediyeler verdi. Seyyid Arvasî ailesinin tarihinden kısaca bahsetti. Allah Sevgilisi'nin torunu Hazreti Hüseyin soyundan gelen Seyyid Kaasım Bağdatî yaklaşık 800 sene önce Bağdat'ta Moğol istilası üzerine ailesi evlat ve torunlarıyla irşad için Doğu Anadolu topraklarına göç etmişler ve bu topraklarda kök salmışlar. Musul, Urfa, Bitlis-Şirvan... Büyük oğlu Kutup Muhammed unvanını alan Mehmet Arvasî, dağ adından gelen ve Arapça bir kelimeden ismini alan Arvas köyünü kuruyor. Arvas, 600 sene din ölçü ve inceliklerinin çözüldüğü yer oluyor. 3000 kadar yazma kitap Birinci Dünya Savaşı'nda Ruslarca yakılıyor.
Van'dan Şemdinli'ye giderken Seyyid Abdülhâkîm Arvasî'nin doğduğu ve büyüdüğü 2800 metre yükseklikteki Başkale'de mola veriyoruz. Gece olmasına rağmen amcası Arvasî adına onarılan camiyi görüyoruz. Dönüşte Hoşap'tan geçerken ise gece Seyyid Abdurrahman Kutup'un kabrini ziyaret ediyoruz ve enteresan Hoşap Kalesi'ni görüyoruz.
Hakkâri-Şemdinli-Nehri'de ise şeyh Büzürk (Büyük Şeyh) ünvanlı Seyyid Tâhâ Hazretleri medfun. Seyyid Tâhâ, Üstadın şeyhi’nin şeyhi’nin şeyhi. Yüksekova'dan Şemdinli-Nehri köyü 70 kilometre kadar, rakım 2100... Coğrafi olarak en sınırda olması, Anadolu’nun ucundan İran-Irak’a bakması, seyrede seyrede doyamadığımız dağlarını aşarak oraya varmamız, gürül gürül akan sularında serinlememiz, Nehri’nin yeşil vadisinde sıcak insanlarla ve Seyyid Tâhâ’nın torunlarından Seyyid Yasin’le tanışmamız, bizi Şemdinli’den ve aileden kabul edip ısrarla davet etmesi, Şemdinli ilçesinde gençlerle tanışmam ve benim de ilgim üzerine bana Kürt yöresel kıyafeti giydirmeleri, fikrimle ve davranışlarımla beni kendilerinden görmeleri, Kürt yöresel kıyafetini severek uzun müddet üzerimde taşımam, Şemdinli Belediye başkan yardımcısı Abdülkerim Bey’in “Kürtçe bilmeyen bir mele” yakıştırması vs. ile benim gözümde Şemdinli unutulmaz oldu.
Seyyid Tâhâ’nın mübarek kabrine doğru yokuş çıkarken, onun da arzusu üzerine kendisini ziyarete gelenlerin önce uğramak zorunda olduğu amcası Seyyid Abdullah’ı ziyaret ediyoruz. Biraz heyecanım yatışıyor ve Seyyid Taha’nın cennet bahçesi kabirlerine çıkıyoruz. Üstadın tarifinde olduğu gibi  elenmiş kabir toprağını yüzüme gözüme sürüp hatıra olarak cebime koyuyorum. Orada yine ziyaretçiler var ve benden bir şey bekliyorlar gibi. Yasin okuyorum ve dua ediyorum. Allah’tan, tekerleme İmandan ve yavşamaktan kurtulmayı, dilimizdeki Müslümanlığın kalbimize ve fiilimize inmesini diliyorum. Başka şeyler de niyaz ettim ama her şeyi anlatmaya gerek yok. Sadece gönüldaşların bir köşede hicaptan büzüşmüş hallerini nakledeyim.Arvasta Seyyid Fehim ziyareti bir gruba denk gelmemizden dolayı cemiyet ağırlıklı iken, Şemdinlide Seyyid Tâhânın huzurunda sakinliğin de tesiriyle ferdiyet ağırlıklı oldu... Seyyid Tâhâ'nın ayakucundaki Muhammed Salih'e ve yanındaki çok sevdiği oğluna da Fatiha okuyoruz ve onların sıcaklığını da duyuyoruz. Bütün bu ziyaretlerin tadı damağımda kaldı ve İstanbula geldiğimde sarhoş gibi idim ve uzun müddet tesirinden kurtulamadım.Antepli gönüldaşlar da bana katılarak, Hacdan gelenlerin anlattıklarına benzer duygular yaşadıklarını, söylediler.
Şemdinli’de gençlerle konuşuyoruz. Benim Karadenizli olmamdan dolayı burada bulunmamı kendilerine izah edemiyorlar, bölgede hakim olan duygusal Kürtçü propagandadan dolayı. Onlara, BD-İBDA fikriyatına bağlı olduğumu ve Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri en büyük zulme Müslümanların maruz kaldığını ve bu fikriyata bağlı 1991-1995 yıllarında çıkan Taraf dergisi olarak TC’nin zulmüne isyan eden yayınlarımızdan ve bu açıdan Kürt halkını da savunduğumuzdan dolayı İşkence Şubesinde askıya alındığımı “hem lazsın hem de PKK’yı savunuyorsun” diye itham edildiğimi belirtiyorum. İlgi ile dinliyorlar. Mevzu daha iyi anlaşılsın diye ve sinemayı seveceklerini düşünerek direnişi ve şehadetiyle örnek olan ve zenci ırkçılığını hacca giderek aşan yine zenci ırkı için fakat ırkçılığa yol açmayacak ve adaletli bir bakışla mücadele veren Molcolm X'in filmini seyretmelerini tavsiye ediyorum. İBDA’ya bağlı Baran Dergisi'nin de aynı çizgide yayın hayatında olduğunu  söylüyorum.
Ergenekon çetesine suçüstü yapan ve önemli bir milat olan Şemdinli'deki Umut Kitabevi'ni ziyaret edip önünde hatıra fotoğrafı çektiriyoruz.
Şemdinli’de tanıştığımız bir Kürd’e soruyorum: “Ne iş yapıyorsun?” “Kaçakçıyım abi” diyor. Mesleğini açıkça söylemesi hoşuma gidiyor. Bitlis’te ismi Hacı Ömer olan bir vatandaşa sordum, “haliniz nasıl, ne istiyorsunuz?” “Allah huzur versin kardeşim” diyor. Doğu ve Güneydoğu’nun bir çok yerinde bu temenniyi gördüm-duydum ve ben de katıldım.
İstanbul'a göçeden bir Kürt anlatıyor: “Eskiden köyde aç kalmazdık. Şimdi bir apartmanım, bir arabam olsun diye kölece koşturuyoruz. Doyumsuzluk var, huzur yok.”
Bölgenin insanının hemen hepsi T.C.'den zulüm görmüş, bu nefret onlara yanlış genellemeler yaptırıyor. Türk ile Türkçü'yü karıştırıyorlar, Osmanlı'yı T.C. İle bir tutma yanlışına düşüyorlar. Kendi aralarında kalsalar belki de birbirlerine girecekler, birbirlerini satacaklar. Doğu insanının misafirperverliğini ve ekmeğini paylaşmasını unutamam. Herşeye rağmen kalan İslâm ahlâkı ile anlaşıyoruz. Aslında ülkenin heryerinde geçerli olan bu. Vahşi kapitalizme direnen de bu mayadır ve bunun ideolocya planında ifadesi de BD-İBDA'dır, idrakında olunsun veya olunmasın. Herkesin derdini dinledikten sonra bu ideolojinin son ve tek kıvılcım olduğunu telkinle alınanın tahkikle bulunması olarak hissediyorum. Allah hepimizin kurtuluşunu nasip etsin.
Diyarımız
Ve Diyarbakır: Doğu’nun gözcüsü. Orada iki gece kalıyorum. Güneydoğuda bitmiş olan Türkçülere inad ve nazire olarak güçlü bir Kürtçülük rüzgarı yakalanmış olsa bile, söz konusu hareketin çözüme dair köklü bir teklifi yok, bir ideoloji, tarih-hal ve istikbal olarak bölge kavimleriyle de birlik olacak projesi yok. İşi basit siyasî döğüşten çıkarınca ve halkla konuşunca şu görülüyor ki, “Kürt meselesi” artık “Kürt’ün meselesi ne olmalıdır”a dönmek üzeredir. Her ne kadar her iki siyasî taraf (AKP ve PKK) buna giremese bile, hem Batı’yı hem Doğu’yu hem de Ortadoğu’yu düşündüğümüzden BD-İBDA’nın tek çözüm olarak, hem tarihî, hem kültürel ve hem de istikbale yönelik anahtar değerinde olduğu anlaşılır. Bölgesel ve milliyetçi çözümlerle Anadolu ahalisi kurtuluşa eremez ve İslâm âlemine kurtuluş reçetesi sunamaz
Kavmiyetçilik mevzuunda Diyarbakır’lı bir Kürt Müslümanla konuşuyorum. “Biz Müslümanız. Sonra geldiler bizi ayırdılar; sen Türk’sün, sen Kürt’sün, sen Arap’sın” dediler diyerek Cumhuriyetle başlayan ayrımcılığı anlatıyor. Diyarbakır’da Baran dergisinin dağıtımını kontrol için başbayiye gidiyorum. Orada Kader Hanım beni karşılıyor ve Baran’ı dağıtıma verdikleri gün okuduğunu ve benim yazılarımı takip ettiğini söylüyor. “Kürtler ne istiyor?” diye soruyorum. Kendi de Diyarbakırlı olan Kader Hanım, “aslında Kürtler ne istediklerini kendileri de bilmiyor. Ayrıl desen ayrılmak istemiyorlar, beraber de olmak istemiyorlar” diyor. Yeğenleri de bizi ilgiyle dinliyorlar. Baran dergisinin sitesine girip “21 tane yazarınız var.” diyorlar bana. Bu kadar zengin olduğumuzu bilmiyordum doğrusu. Kader Hanım, “Diyarbakır’da bayiler biraz cins” diyerek, benim biraz önce sorup “Baran yok” diyen bayiye, yanıma adam katıp yolluyor ve beş adet Baran dergisi alıyorum, yolda dağıtmak üzere.
Kürtlerin karakteri hususunda sonu gelmez yorumlara girmeye de gerek görmüyorum. Doğu ve güneydoğuda yani Kürt bölgelerinde gördüğüm Anadolu insanından başka bir şey değildir. Kürtler de İslâm’ın milletidir ve İslâm’ın milleti olarak kalacaktır. Bazı olumsuzluklar için ise şunları söylerim. Emperyalizm Osmanlı’yı yıktıktan sonraki baskı ve sömürüsünden Müslüman Türkler gibi Müslüman Kürtler de nasibini almıştır, laikleşerek dinleri elinden alınmak istendiği gibi Osmanlı’nın karışmadığı dillerini, kültürlerini örf ve adetlerini yok etmek istemişlerdir. Aslında Türklerin ve Kürtlerin kaderi ortaktır.
Türk ile Türkçüyü, Kürt ile Kürtçüyü ayırmak gerekiyor. Her Türk Türkçü olmadığı gibi her Kürt de Kürtçü olmaz. Kısaca Müslüman, ırkçı olamaz ve kavimler üstünde ümmet inanışına sahiptir.
Diyarbakır, Peygamberler, Sahabîler ve Veliler şehri... Hz. Musa’dan kaldığı rivayet edilen Ulu Camiî yanında, Hazret-i Süleyman Camiî ve 27 şehid sahabî Diyarbakır’a damgasını vuran eserlerden. Diyarbakır’ın fethini kısaca anlatmakta fayda var:
Hz. Ömer devrinde İyaz bin Ganem komutasındaki İslâm orduları, Allah Resülû’nün vefatından 7 yıl sonra 8.000 kişi ile Diyarbakır önlerindeler. Hendek Gazvesinde Allah’ın Sevgilisinin kırdığı kayadan çıkan kıvılcımlardan biri Şam ve civarı yani Diyarbakır’a işaret idi.
Allah Sevgilisinin bu müjdesine koşan Sahabîler çok hızlı bir şekilde yeryüzünde Allah’ın ve Resûlü’nün adını yaydılar, adalet taşıyan kılıçlarıyla. Yani, Mekke ve Medine’de yatıp oyalanmadılar.
Gelelim Diyarbakır surlarının önlerine. Malum surlar çok kuvvetli, 27 Mayıs’ta başlayan kuşatma uzuyor. Halid bin Velid ise komutan yardımcısı. Oruç tuttuğu için kölesi her akşam yemeğini çadırına bırakıyor ama o yemeği bulamıyor. Sonra bir köpeğin yemeği yiyip kanalizasyondan şehre girdiğini görüyor. Ve Başkomutan İyaz bin Ganem'e durumu arz ediyor. 100 fedai eylemcisi ile kanalizasyondan şehre giriyorlar ve çatışa çatışa kapıları açıyorlar ve altı aylık kadar süren kuşatma neticesinde fetih müyesser oluyor. Dört kapıdan giriliyor. Fetih Kale Kapısı’nda komutan Halid bin Velid. Orada Halid bin Velid’in oğlu Süleyman dahil 27 Sahabi şehid düşüyor. Düşmanın anakarargâhı burada bulunuyor. Muaz bin Cebelin açtığı Babül Cebel (Dağ Kapı, Arapça Cebel, dağ demek) orada 2 şehid veriliyor. Urfa Kale Kapısı’nı ise aşere-i mübeşşereden Saîd bin Zeyd açıyor. Mardin kapısını ise Başkomutan İyaz bin Ganem açıyor. Toplam 40 Sahabî şehid düşüyor.
Bütün komutanlar, başkomutan dahil, fedai eyleminin başında. Bu durumu, Diyarbakır’ın fethini bize güzelce anlatan ve şehri de gezdiren, Halid bin Velid'in oğlu şehid sahabi Süleyman adına yapılan Hazreti Süleyman Camiî müezzini Mehmet Zahid Hoca’ya soruyorum. Cevap veriyor: “O zaman komutanlar en önde giderdi, askerini kırdırmazdı” diyor.
İslâm ordularının sayısı az iken çokluğa galip gelmeleri bahsi konuşulurken, Ahmet Cengiz gönüldaş, çok güzel bir film olan Kuruluş Filminde Osmanlı’nın mazlum olan azınlıktan yana tavır alarak ve her şeyini riske ederek savaşa girmesinin sebebini filmin senaryo yazarı rahmetli Tarık Buğra’nın ağzından naklediyor: “Yiğit olmayan bundan anlamaz.” Yiğitliği unutan bizler ise, Sahabî’lerin bu kadar çabuk buralara nasıl geldiğini ve hemen hepsinin niye şehid düştüğünü yeterli şuur ve aşk seviyesinde olmadığımız için anlayamıyoruz. Mutkili ve Bitlis’te lokantacı genç arkadaş Bîşar’ın isminin yiğit manasına gelişini bir tedai olarak nakledeyim. Yiğitliğimizi hatırlamazsak yiteriz.
İslâm ordularının karargahını kurduğu fakülte camiinden Diyarbakır surlarına bakar, Heysel bahçelerini seyrederken, Diyarbakır’ın koyu gri taşlarını, Hasanpaşa hanında kahvaltımızı, Nebi Cami’nin hikayesini, Kürt çocuklarının cıvıltısını, Müslümanların ıstırabını, batılılaşma ve modernleşme hastalığını hissediyorum, Diyarbakır’ı kendi diyarım olarak görüyorum.
Diyarbakır ve Meseleler
Hz. Süleyman Camiî müezzini Mehmet Zahid Hoca anlatıyor: “Diyarbakır’da korkunç bir durum var. Üçe, hatta dörde bölerek anlatayım: Eski Diyarbakır malum sur içi. Yenişehir ise yeni Diyarbakır. Bir de yepyeni Diyarbakır (Diclekent) var. Ve bir de Bağlar, varoşlar bölgesi var. Yepyeni Diyarbakır Türkiye’nin en zengin illerinden. Diyarbakır’ın zengini çok zengin, fakiri çok fakir. En büyük fakirliğimiz ve en acınacak durum ise, ilim ve irfandan uzak oluşumuz. Sizlerden Allah razı olsun. Allah sayılarınızı çoğaltsın.”
Nebi Camiîn haziresinde ve cadde üzerinde çevrili bir türbe var. Türbenin içine bakıyorum Türkçe Zübeyde Hanım yazıyor ama kocası yok. Hemen aklıma Kürtçülerin (dikkat edin Kürtlerin demiyorum) ucuzca bir tavırla Osmanlı Paşası olan ve burada eserleri olan Zübeyde Hanım’ın kocasının (Köprülü Abdullah Paşa) ismini kaldırdığı geliyor. Ve maalesef doğrulanıyor.
İttihat ve Terakkiyi taklid eden bir Kürtçülük hareketi var, güya yeni Kürt dili icat ediyorlar, İslâm damgasını silmeye kalkıyorlar. Zulme isyan doğru ama uydurma bir dil ve kültürü yanlış. Diyarbakır’ın ilk valisi ve fetihte aldığı yaralardan dolayı sonra Şehid düşen Sahabî Sa’sa’nın mezarını yıkan Cumhuriyetin ilk yıllarındaki belediye başkanı gibi davranmak, işi bitmiş Kemalist-ergenekoncu kafayı taklit etmek olur ki, Kürtçü hareketin bu hevesle varacağı bir nokta yoktur. Modası geçmiş ve işi bitmiş Türkçülüğün Kürtçü versiyonu ile meşgul olmak ne Kürde ne de Anadolu’ya fayda vermez. Türkçülükten ne hayır gördük ki, Kürtçülükten bir hayır görelim!
TC’nin “Kürt meselesine” bakışı ise kimliksizleştirme üzerinedir. TC’nin kendi kimliği de yoktur, çünkü Batıcılık kimlik değildir. Kürt illerine Batı tarzı modernizmi sokarak ve oraları para ile satın alarak yürütülen AKP politikalarını da yanlış buluyoruz. Bizler (BD-İBDA), emperyalizme karşıyız ve Türk-Kürt-Arap-Çerkez’i İslâm şemsiyesi altında, İslâm’ın paylaşımı ve adaleti altında birleşmeye çağırıyoruz. Yoksa emperyalizme küçük küçük lokmalar halinde yem oluruz.
Kutlu Doğum Haftası veya Karikatür Krizi dolayısıyla milyonların Diyarbakır’da toplanması, Batılıları da çok rahatsız etmiş olacak ki, kendi güdümünde görmek istedikleri Kürt hareketine sitem eder gibi, “İstanbul veya Erzurum’da yapılsaydı üzülmezdik, Diyarbakır bizi hayrete düşürdü” diyorlardı.
Aslında hayrete düşecek bir şey yoktur. Ne Türkçüler ne Kürtçüler, Kürdün İslâm’la yoğrulan mayasını yok edemezler.
Kürtlerin dinini-diyanetini değiştirmeyeceklerinin bir ispatı halinde (PKK da bunu gördüğü için İslâm’ı içine alıp absorbe etmek istiyor. Halbuki İslâm kavimlerin üstündedir.) Mehmet Zahid Hoca anlatıyor:
“Diyarbakır medyanın anlattığı gibi değil. Diyarbakır, Bağlar mevkiindeki olaylarla anılıyor, sadece o değil. Halk uzun zaman devlet-ergenekon, ağa-aşiretler ve sürgün bürokratların zulmüne maruz kalmış. Size şu çarpıcı misali vereyim ve Kürtleri tanıyın. Abdest zorluğuna karşılık Şafî Kürde Hanefiliğe geçebilirsin, diyoruz, “biz mezhep değiştirmeyiz” diyor.” Ve hoca ilave ediyor:
“Yeryüzünde 5 harem var. Mekke. Medine. Kudüs. Şam Emeviye Camiî. Diyarbakır Ulu Camiî. Şam Emeviye Camiî yapılmadan önce burada cami yapılmış (639) ve İslâm topraklarına katılarak, halk İslâmiyeti seçmiştir. Diğer iller Malazgirt’le Müslüman olmuş, Diyarbakır ise onlardan 500 sene önce İslâm’la tanışmıştır. Beşinci Harem-i Şerif Diyarbakır Ulu Camii’dir.”
Yepyeni Diyarbakır’la ilgili benim Batıcılık-Modernlik eleştirilerimi destekler mahiyette konuşuyor Mehmed Zahid Hoca:
“Sadece zenginlik, modern binalar uçsuz bucaksız gidiyor”. Burada derinden AKP eleştirisi de yapılıyor. Sıkışınca İslâmî motiflere başvurmak başka, Sahabîler gibi inancını içselleştirilerek adaletli ve güçlü bir şekilde hayat nizamı teklif etmek başka. Modernizmle Kürt meselesini çözmek, TRT Şeş’te eğlence-müzikten ibaret kalmak, ne derece doğru?
Bize tatlı ikram eden Mehmet Zahid Hoca ile salavati şerif getirerek kucaklaşıyoruz ve bizi dualarla yolcu ediyor.
Hazreti Süleyman Camiî’nden aldığım Prof. Dr. Yusuf Kenan Haspolat’ın “Peygamberler, Sahabiler ve Evliyalar Kenti Diyarbakır” kitabını tetkik ediyorum. Eğil’de Zülküf ve Elyesa peygamberlerin mezarı var. Peygamberlerler ve Sahabîler diyarı bu bölge.Diyarbakır şehrine sahabiler damgasını vurmuş. Şu hususu da hatırlatalım: Şeyh Said’in mezarı nerede belli değil. Diyarbakır Ulu Camiî önünde asılmış. Kanaat önderlerinin söylediği, Dağkapı arkasında olabilir. Sohbetimizi duyan gençler mezar yeri hakkında tahminlerini ve mevzuya ilgilerini paylaştılar bizimle. Şeyh Said’i devlet astı ama halk onu çok seviyor ve unutmadı.
Eskiden bir ihtilaf olsa âlime gidilir, barıştırır, öpüştürürdü şimdi bu yok. TC’nin İslâm ahlâkını yok etme politikası gereği. Fakat Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu çevreleyen Sahabîleri halk unutmadı. Nur dağındaki Şehid Sahabî Ukkaşe Hazretlerinden dolayı çocuklarına Ökkeş ismi koyuyor, Sahabî Sad bin Vakkas’ın kardeşinden dolayı çocuklarına Vakkas ismini koyuyor.
Müslümanlık gibi güzel bir din varken başka yollara sapmak akılsızlık, irfansızlık ve zevksizlik değil de nedir? Kürde Zerdüşt hiç uyar mı?
İBDA-C İRKM’nin faaliyetleri çerçevesinde Van’da şehid edilen Molla Muhammed Emin’i rahmetle anıyor ve güneydoğu dağlarında seyahat ederken şehit büyüğümüzün sözünü birbirimize hatırlatıyoruz:
“Kumandan gelsin buraya, o korkak Türkleri bıraksın, önümüze düşsün”
Kemalist güçler tarafından işkence ile öldürüldükten sonra PKK öldürdü diye cesedi kurşunlanarak bir çöp konteynırının yanına bırakılmış. Onu ve diğer İBDA-C şehidlerini rahmetle anıyoruz. Üstadın şahsiyete benzettiği dağlarda...
Kumandan Mirzabeyoğlu'nun “1999 Ümmetin Kurtuluş Yılı” çağrısına ve Metris isyanlarına cemaatler yeterli destek verseydi Türkiye bugün bu durumda olmaz ve İslâm aleminde akan kanlara seyirci kalınmaz ve demokrasi yalanıyla uyutulmazdık. Diyarbakır Dağkapı'da otel lobisinde televizyondan Mısır'da ordunun yaptığı halk katliamını (14.08.2013) hüzünle izliyoruz. İBDA'nın 1999 çıkışı ve İslâm inkılâbı o gün doğru olduğu gibi, bugün de zaruretini acı bir şekilde dayatmaktadır. İnşallah yakındır.
Şöyle bir tesbitte bulunmak istiyorum, yanılgısı varsa bana ait. “Kâlen-Nebi” diye başlayan Hadislerle çevrili olduğu için camiî’nin adını Nebi Camiî koymak Kürtler için zararsız ve hoş bir yanılgıya yol açarken, günümüzde ise onların bu samimiyeti batıl yolların istismarına yol açmaktadır. Onların safiyeti, siyasî emellere açık hale gelmektedir. Kürtlere ve Türklere ve diğer Müslüman kavimlere söylenecek olan Üstadın sözünde mündemiçtir: “Malik olduğumuzu sandığımız nice şey var ki, onları her an yeniden arayıp bulmadıkça sahiplik ne mümkün!..”
“Bizden boşalan yere İBDA-C ve Hizbullah gelir” diyen Batıcı Kürt ve Türkler, her ne kadar çatışsalar bile Batıya teslimiyette birdirler ve İslâmiyetin, Türkün ve Kürdün gerçek düşmanlarıdır. Üstadın da işaretlediği üzere, içimizdeki bu işbirlikçileri ayıklamadan bize kardeşlik de yoktur, kurtuluş da.
Hizbullah ve Hüda-Par ve Mustazaflar hakkında şunu söyleyebilirim: Ümmetin birliği söz konusu olduğu yerde beraberiz; Batıcı rejime karşı olarak ve kardeşlik temelinde... O bölgelerde faaliyeti ve Kutlu Doğum mitingleriyle bilinen Hizbullah’ın ancak Tatvan’da onlara bağlı İnzar kitabevine uğrayabildim. Üstadın bir kitabını almak istiyordum, orada yoktu ve İBDA ve Baran dergisini tanıttıktan sonra, bana kitabı bulacağım kitabevini tarif etti. 
Said Nursî’nin Köyüne Ziyaret
Doğuda büyümüş ve Doğu ve Batı’nın önderlerinden mücahit Said Nursî Hazretlerinin doğduğu Bitlis’teki Nurs köyünü ziyaret ediyoruz. Oradaki çocukların bize rehberliği ve o çocukların saf ve temizliğinde Said Nursî’nin çocukluğunu gördüğüm, doğduğu köy evini, ve köy camiini ziyaret ettiğimiz ve biraz uzakta olan babası Sofi Mirza ve annesi Nuriye Hanım ve ağabeyi Abdullah’ın mezarlarında fatiha okuduğumuz, toprak ve taş evler arasında kâh kayarak kâh atlayarak rampa çıkıp indiğimiz, Sofi Mirza’nın oğlu Said’e ders verme sesini ve bazen azarlamasını duyar gibi olduğumuz, tavuklar ve ahırlar arasında yürüdüğümüz ve bütün bunları oraların otantik havasıyla yaşadığımızı bilmem kalemimin sınırlarıyla size hissettirebildim mi?
Said Nursî Hazretleri, Kumandanın babası Muammer Bey doğduğunda kulağına ezan okuyup ve ismini de Muhammed koymuş. TC. Nüfus memuru ise Muhammed adını Muammer olarak değiştirmiş. Aslında büyükler her biri ayrı bir ırmak olmasına rağmen aynı denize akarlar ve bu birlikteliğin güzel misallerini de zaman zaman bize gösterirler. “Şeyh Birdir” hikmeti…
“İstikbalde en gür sada İslâm’ın olacaktır” diyen ve ömrünü buna vakfeden Said’i Nursî’nin gayesini sistemleştiren İBDA’nın kadrosu olduğunu söyleyebilirim. İşin özlü ifadesi Salih Mirzabeyoğlu’ndan: “Bugün İBDA, Said Nursî Hazretlerinin rüyasını gördüğü bir temsil plânındadır ve bu mânâda İBDA’nın kadrosudur.”
Menzil Şeyhini Ziyarete Gidiş
Oradan Adıyamanlı diye bilinen Abdülbakî Hazretlerine geçiyoruz. Menzil modern bir köy haline gelmiş ve “Hizmet AVM” gibi dikkat çeken hususlara nazaran, temiz insanların mekanı olarak önce Şeyh Muhammed Raşit ve Abdülhakim el-Hüseyni’nin mübarek kabirlerini ziyaret edip, camiye giriyoruz. Görevli Rahmetullah Bey, Seyda Hszretlerinin tedavi gördüğü, öğlen ve ikindi camiye geldiği, birebir görüşme yapamadığı, notunuz varsa iletebileceğini söylüyor. Yazılı olarak Kumandanın avukatları ve Baran dergisi yayın kurulu üyesi olarak selamlarımızı ve afiyette olmalarını iletip, Kumandan Mirzabeyoğlu’na dua istiyoruz. Kumandanın durumunu soruyorlar. Nisan ayında avukat Ahmed Cengiz gönüldaş bir taziye için buraya (Menzil Köyüne) geldiğinde Şeyh Abdülbaki Efendi ile görüşmüş, Kumandana dua istemiş ve hemen dua ile karşılık görmüştü. Allah hem o dergahta hem başka yerlerdeki Müslümanlara yardım etsin, muvaffak etsin.
“Ferman Sizin, Dağlar Bizimdir”
Necip Fazıl’ın Şeyhi’nin Şeyhi’nin Şeyhi olan Seyyid Tâhâ Hazretleri bütün tarikatlerin geçtiği-bağlandığı yoldur. Menzilden, Abdülkadir Geylanî bağlılarına kadar, Mevlana Halid Bağdati’nin koludur. Seyyid Taha Hazretleri İmam Şamil’e maddî ve manevi yardım etmiş. Şerif Mardin'in “bütün İslâm direnişlerinin kökünde Mevlana Halid geleneği vardır” dediğini de nakledelim. Bölge insanının Seyyid Taha’ya “Şehid Tâhâ” dediğini de nakledelim. Üstadın üçgen (müselles) dediği mekanlar, Seyyid Abdühakîm Arvasi’nin yattığı Ankara-Bağlum, Seyyid Fehim Arvasî’nin Van-Arvas ve müsellesin kaidesi Şemdinli-Nehri’de yatan Seyyid Tâhâ Hazretleridir. Onlar ölüler değil, dirilerdir. Üstad, Van ve Şemdinli ziyaretlerini “Vatanımı Buldum” ifadesiyle anlatır raporlarında. Kumandan da Kökler eserinde aynen ele almış. Üstadın yol boyunca dilimizden düşmeyen “Seyyid Tâhâ’yı Ziyaret” noktalaması:
Şemdinli dağlarının içtim nur çeşmesinden;
Kurtuldum akreplerin ruhumu deşmesinden…
Dağların cazibesine kapılıp Şemdinli-Nehri yolunda arabadan inip, tekbirler ve “Yaşasın Kumandan Mirzabeyoğlu” sloganları eşliğinde dağları çınlattık. Dağları görünce insan burada niçin gerilla oluyor, daha iyi anlıyorum. Tabiî bir de zulüm varsa, “ferman sizin, dağlar bizimdir”.
Şiir demişken Kürt edebiyatı şairlerinden, İslâm bilgini olan ve “kuşların hocası” lakaplı Feki Teyran’ın Arvas köyünün yakınındaki kabrini ziyaret ettiğimizi ve beyitleriyle süslenen Feki Teyran yolunda yürüdüğümüzü belirteyim. Kürtçe ve Türkçesiyle bir beyit:
Hal bêmecaz naête bal
Kamil dibî bi ulfiyetê
(Mecaz olmadan dile gelmez hiçbir hal
Ulfet kuşanarak kemale erer bu hal)
Feki Teyran’ın bir çok maksadı ifade ettiği fakat benim Diyarbakır’a ithaf etmek istediğim bir beytinin Türkçesi:
Ey dilber ki gerdanı billur misali
Vay nazik ki billuri misali
Tasavvufî Kürtçe Divanı olan Mele-i Cizirî’yi ve meşhur aşk destanı Mem u Zin’in yazarı Ahmed-i Hani’yi ve Mele-i Bate'yi de rahmetle analım.
Dağlarda gece durup gökyüzünü seyrediyoruz. Üstadın, Kehkeşan dediği, Antepli gönüldaşların Değirmen Yolu diye bildiği Samanyolu galaksisini hiç bu kadar net görmemiştim. Diske benzetilen samanyolunun  ucunda dünyamız. Antepli gönüldaşlar Büyükayı takım yıldızına 7 kardeş diyorlar, Batıdan doğan gezegene ise çoban yıldızı diyorlar. Gece damda yatarken yıldızlara isimler takarlarmış. Üstadın bir mısraı aklımıza geliyor: “Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!”
Malabadî köprüsünden geçer geçmez duruyoruz ve aslına uygun yapılan yeni köprüye karşı, birinin göğsünde Kürdistan tişörtü olan çocuklarla fotoğraf çektiriyoruz ve onların ağzından Mala ve Badi’nin hüzünle biten aşk hikayesini dinliyoruz ve Türkçe’sinden daha çok hoşuma giden (çünkü aslı Kürtçe imiş) Malabadi türküsünün Kürtçesini dinliyoruz. Çevremdekilerin çocuk sayısının 6 ila 16 arasında değişmesi üzerine, şehirde yaşayan bir kişi olarak hayretle sebebini soruyorum. Oranın köylüsü olup köprü şantiyesinde çalışan arkadaş sebebini izah ediyor: “Burada çocukların sayısı fazla olmasa topraklarına göz koyarlar, elinden alırlar. İkinci sebep, iş-güç yok ondandır.”
Antep ve Maraş’ta Gönüldaşlarla Bayramlaşma
Bayramın ikinci günü Gaziantep’e uçtuğumu belirtmiştim. Önce Antep’te aralarında Baran dergisi temsilcisi Kerim Aslan’ın da bulunduğu gönüldaşlarla bayramlaştım ve sonra Maraş’a geçtim. Yolda Maraş’lı Mevlüt Kayış gönüldaşa bayramlaşmaya gençlerin de gelmesini arzuladığımı belirttim. Bana kesin bir şey söylemedi. Fakat çay bahçesindeki bayramlaşmamızda gençler olduğu gibi, bir grup genç daha geldi, ben tekbir getirdim, sonra başka bir grup genç geldi ben yine tekbir getirdim. Mevlüt gönüldaşın mutluluğu yerinde idi. Gençleri ve arkadaşlardaki çoşkuyu görünce planımda olmamasına rağmen bir konuşma yaptım. Ne konuştuğumu şuan hatırlamıyorum ama içimden gelerek konuştuğumu, daha doğrusu gönüldaşların beni konuşturduğunu söylemeliyim. Sonun da, “yaşasın Kumandan Mirzabeyoğlu” sloganı ve tekbirlerle bayramlaşmamızı noktaladık ve Maraş’ı kısa bir ziyaretten ve rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu anısına yapılan geniş piknik alanında gönüldaşların ziyafetine muhatap olduktan sonra oradan bir moral ve motivasyonla Şemdinli dağlarına doğru yola çıktık.
Yüksekova’da bizi evinde misafir eden ve Şemdinli ziyaretimizin bereketli geçmesine vesile olan Abdülmetin gönüldaşı ayrı bir yerde ve perçinlenmiş bir şekilde anmalıyım. Allah böyle gönüldaşları eksik etmesin. Geç de olsa iyi ki gitmişim oralara.
Yine Şemdinli ve Seyyid Tâhâ
Şemdinli-Nehri’de Seyyid Taha’yı ziyaretten sonra ağaçların altında gürül gürül akan nehrin kenarında oturuyoruz, Seyyid Taha’nın torunu Seyyid Yasin’in daveti üzerinde. Masamızda, Fethullah Cemaatine mensup olup onlardan memnun olmayıp arayışa çıkan ve bizim de ziyaret ettiğimiz Hizan Gayda’da Seyyid Sıbgatullah Arvasî (Minah eserinin sahibi) ve Arvas köyünde Seyyid Fehim’i ziyaretten sonra buraya (Seyyid Taha’ya) gelen doçent karı koca vardı. Tanıştık ve konuştuk. Baktım konuşmalar uzuyor ve masamızda seyyid var, mevzuyu kapatıp kendisinin bir şeyler söylemesini talep ettim. Öyle tabiî ve güzel bir şekilde “bildiğim bir şey yok” dedi ki, bu hikmet üzerinde birkaç kelime etmeden kendimi alamadım. Tabiî bizde edep ne arar, ağzı olanın konuştuğu ve bunun adının da “muhabbet” olduğu günümüzde. Antep’ten ayrılırken arkadaşlarla aramızda boş muhabbet ve dervişlik mevzuunda bir bahis oldu. Daha doğrusu ben konuştum, onlar dinledi. Yazının sonunda bu mevzuya değineceğim.
Şemdinli’nin tütün, bal ve cevizi meşhur. Hatta Osmanlı Sarayına bile gönderiliyormuş. Yüksekova’da Milli Eğitim’den emekli Selahattin Arslan Şemdinli-Nehri’de bize soruyor:   
-   Siz buraya bilerek mi geldiniz?
-   Evet. Türkler Seyyid Taha’yı bilir.
-   Kimlerden siniz?
-   Necip Fazıl’ın başöğrencisi Salih Mirzabeyoğlu’nun öğrencileriyiz.
-   Baran, Kürtçe yağmur demek.
-   Aslında Baran kelimesi Farsça kökenli.
Fakat o Baran kelimesini Kürtçeye bağlamakla kararlı. Dillerin kökünün bir olduğunu söylüyoruz.
Kırgızca’da Boran, tipi demek. Barak Türklerinde de Boran, tipi ve fırtına demek. Cengiz Aymatov’un, “Gün Olur Asra Bedel” eserinde Barak boyların ozanlarının hikayesi var. Bu bilgileri yolda bana Ahmed Cengiz gönüldaş veriyor. Arkadaşlarımı doğru seçtiğimi düşünüyorum. Boş insanlarla arkadaşlık ve gevezelik yapmaktan uzak durmalı ve size bir şey katacak insanlarla olmalı diyorum. Velev ki karşı taraftan olsun!
Yine aynı arkadaşın bir tesbiti: “Seyahatin insanda taassubu kaldıran ve özgürlüğü kuran bir yönü var. İnsanlarla temas etmek bağnazlığı kaldırır. Nakşibendilikte prensip halk içinde olmaktır.”
Diyarbakır’dan çıkarken ve Baran ismini konuşurken gözüme bir ticari tabela ilişti. Tevafuk ve tabeladaki kelimelerin münasebeti beni not almaya itti. Baran Damla Sulama Sistemleri. Gönüldaş Ahmet Cengiz’in kardeşi ve yol arkadaşım avukat Çağrı Bey’in de hizmeti, dikkat ve ilgisini de belirtip her iki kardeşe de teşekkürlerimi buradan da aktarırım. Maddî ve manevî emekleri geçti bana. Beş gün boyunca Doğu ve Güneydoğu illerinde özel otomobilimizle 3000 km’ye yakın yol katettik.
Bitlis, Van ve Ahlat
Bitlis’e ikinci uğrayışımızda halkla birlikte çay içerken BDP Milletvekili Hüsamettin Zenderlioğlu geldi yanımıza. Ayaküstü görüşmemizde bizle tanıştıktan ve ziyaret amacımızı öğrendikten sonra Kumandanı sordu. Meclis İnsan Hakları komisyonu üyesi olarak Bolu F Tipi’ne gidip Salih Mirzabeyoğlu’nu ziyaret ettiklerini söyledi ve “Salih Mirzabeyoğlu benim dostumdur, ona selamlarımı söyleyin” dedi. Samimi bulduk. BDP’ye de önyargılı olmamalıyız. Neticede bölgenin bir gerçeği ve içlerindeki alevi-solcu çizgi ne BDP’yi ne de Kürtleri yansıtmaz.
Nizip AKP ilçe başkanlığı da yapan avukat Ahmet Cengiz gönüldaşın bir tesbiti.
“2002’de AKP’ye %35 oy verildi ve halkta bir sevgi vardı. Şimdi de oy veriyor, ama o sevgi yok. Gezi hadiseleri karizmasını çizdi.”
Bitlis, vadide ve dar bir alanda kurulu ve gelişmemiş görülüyor. Gelişme yerine göre menfi mânâsına geliyor, Diyarbakır’daki Diclekent'de olduğu gibi... Adıyaman’dan geçerken ise modern fakat vahşi kapitalizm değil, temiz bir şehir intibaını aldık. “Adıyaman’da aç ve açıkta adam yoktur, gelir dağılımı dengelidir” yorumunu yaptık. Aslında yeni ve modern tekniklerle  pekala İslâm şehri ve dokusu olabilir. Fakat her şeyden önce bir kültür ve dünya görüşünün estetiği olacak. Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’nun estetik ve dünya görüşü kaygıları boşuna değil. Bizler (BD-İBDA), kuru kuruya tarihi mekanları ziyaretle yetinmeyi ve cemiyeti maddî ve manevî imar çabalarını ihmal etmeyi kabul etmiyoruz. Modernizmin getirdiği bütün meseleleri çözerek İslâma göre bir nizam (Başyücelik Nizamı) kurmayı ve bunu adaletle tatbik etmeyi istiyoruz. Bağlıları da buna göre her sahada tecessüm edecek...
Van şehri ve kalesini ziyaret ettik ve hatta dönüşte Van gölünde yüzme fırsatı bulduk. Van’da bizi gönüldaşımız Ömer Faruk karşıladı, Van’ın meşhur kahvaltısını yaptırdı ve Van kalesini ve orada yapılmış örnek Van evini ziyaret ettirdi. O kültürel doku içinde evdeki sohbetimiz herkesin bir yerinden katıldığı nostaljik bir havada idi. Apartmanlar ve daireler ne kadar zevksiz ve kimliksiz! Ev değil, depo ve silo gibi!
Gelenekten bahsediyoruz diye tahta kaşıkla yiyelim demiyoruz. Kültürümüz ve zevkimizi yansıtacak bir hayat tarzı ve alet kullanımından bahsediyoruz. Ekonomik zorluklara ve ihtiyaçlara bile damgasını vuracak anlayıştan bahsediyoruz. Olmayan bu ve ne kadar iyi niyetli çabalar olsa bile başarılamaz; anlaşılması gereken İslâma Muhatap Anlayış davası. Eserleriyle ve çözümleriyle zuhur etmek zorundayız, yoksa daha çok zulüm görür ve ağlarız, dışımızdakilerin planlarına kerhen uyan oluruz.
Ömer Faruk gönüldaş, Van’da Arvasî soyadının üçkağıtçı mütahitler elinde istismar edildiğini ve halkın Arvasî soyadına bundan dolayı şüpheli baktığını belirtti. Dinin yolunu kesen sahte hoca takımı yanında böyle tüccar sınıfı da olabiliyor demek.
Van gölünün etrafında sodalı beyaz, turkuvaz ve mavi-lacivert renk senfonisini seyrede seyrede yolculuk yaptığımızı belirtmeliyim. Benim daha önceki “GAP Turu Vesilesiyle” yazımda vurguladığım güneydoğunun sarı rengini yol boyunca bana hatırlatan Ahmet Cengiz, Nazım Hikmet’in, “kehribar rengi başaklar” mısraı ile mevzuya zenginlik katıyor. Van Gogh’un sarı tarlalarını da andığımızı belirteyim fakat Güneydoğuda Van Gogh’un tablolarında olmayan bir gurbet kokuyor, sadelik var ama bir derinlik, bir gizem var; ne türküler bestelenmiş bu dağlara ve çayırlara.          
Bitlis Ahlat Selçuklu mezarlığında Anadoluyu İslâm yurdu yapan Alparslan’ın ve gazilerinin kokusunu almamak mümkün değil. Alparslan’la beraber Bizans’a karşı savaşan Kürtler. Yavuz Sultan Selim’le birlik olup safevî-şii’lere karşı savaşan Kürtler. Hz. Hüseyin’e Kerbelaya yardıma koşan fakat yetişemeyen Kürtler. Kavimlerin Allah ve Resûl aşkıyla nasıl birlik olduğu görülüyor. Ve Ahlat çıkışında sahabilerden Muaz bin Cebelin kardeşi Abdurrahman Gazi’nin türbesi, Mekke ve Medine’yi bırakıp buralara cihada gelmişler ve mirasyedi rahatlığı içinde bizlere ise onlar belki deli olarak görülüyor. Allah yolunun deli-divanesi onlar, dünyalığın akılcısı-nefsaniyetçisi ise bizleriz. Tabiî işi türbe ziyaretleriyle tatminden bırakmak yanlış bir şey, oradan alınan hızla cemiyet kavgacısı olmak doğru olanıdır.
Diyarbakır’dan Siverek’e giderken arkadaşlar Amerikan Pirinçlik üssünü gösteriyorlar bize. Anadolu, 100’ün üzerinde ABD ve NATO üssüyle işgal edilmiş vaziyette. Asıl düşman bu . Kürt, Türk, Arap, vs birleşip asıl düşman Amerika’yı kovmadan bize huzur yoktur. Yurtseverlik önce antiemperyalist tavırla tecelli etmelidir, aramızdaki meseleler ise sonra…
Güneydoğu sıcak olur, dediler ve açık tenli olduğum için beni uyardılar. Fakat sıcaklıklar mevsim normallerinin altında idi ve çıplak yerlerime güneş kremi sürdüm ve Allah da yardım etti sıcaklardan hiç rahatsız olmadım. Zaten oralar kuru sıcak, nemli değil. Yemeklere gelince... Dağlarda ve yaylalarda otlayan hayvanları gördükçe İstanbul’da et yemeyen ben, orada et yedim ve beğendim. Kolestrol sorunuma da aldırış etmeden o yörenin türlü peynirlerinden ve önüme gelenlerin hepsinden tattım. Kendimi de mutlu hissettim.
Güneydoğuya giderken polis-asker kontrolü pek olmadı, Yüksekova yol ayrımı hariç. Dönüşte ise, PKK’nın kuruluşu 15 Ağustos’un arefesine denk geldiği için kontrollerle karşılaştık.
Yüksek dağlar ve bol virajlar olsa da yollar yapılmış, ara ara çalışma olan yerler de var. Yüksekova’ya yapılacak büyük havalimanının emperyalizmin ticari hedefleri için olduğunu söyledi Abdülmetin gönüldaş.
“Şeyh Birdir”
Antep havalimanında gönüldaşlarla konuştuğumuz mevzuyu anlatacağımı söylemiştim. Birçok tarikat var ve müridler çok. Fakat bütün bu yolları toplayan BD-İBDA İslâma Muhatap Anlayışı, Müslümana tesbih çekmekten öte ne yapacağını ve günümüzün meselelerine karşı sistemli olarak mücadeleyi nasıl sürdüreceğini gösteren tek yoldur, istikamet yoludur. Tesbih çekmekten başka bir şey yapamayan tabiî ki tesbihini çeksin, ama hem tesbihini çekip hem İslâm’ı savunacak ve tatbikini isteyecek olanlar için BD-İBDA’dan başka sahih yol yoktur. Kısaca Şeyhimiz Salih Mirzabeyoğlu, zikrimiz BD-İBDA külliyatıdır. Şekilde kalan ve aslında geçmişteki şeyh-mürid  güçlü ilişkilerinden uzak olan günümüz tarikatları yanında çağımızın gereği ve aslında Tasavvufa da uygun kalbî oluş ve hali yaşamak iç oluş ve dış oluş birlikte İBDA’da mündemiçtir. Her an karşılaşılan meselelere İslâmı tatbik ve yorumlamak BD-İBDA demektir. Fikriyatın ve aksiyonun nefs terbiyesi ve eğiticiliği açıkça görülüyor. “Şeyhler Birdir, onları ayıran müridlerdir” ölçüsünce, BD-İBDA’nın bütünleyici ve birleştirici dil ve diyalektiği de görülüyor. İBDA’da müridliğin piyasada gördüklerimiz gibi öyle ucuz, rahata ermek ve nefs tatmini olmadığı da anlaşılıyor. Antepli gönüldaşlar “zikrimiz, fikrimiz (İBDA) dir” diyerek istikamet çizgilerini ifade ediyorlar.
BD-İBDA'nın üzerindeki tuğra isim, zamanın irşad kutbu ve başbuğ velilerden ve tesbihin son halkası (33. halka), Efendimiz Esseyyid Abdülhâkîm Arvasî'dir. İçinde bulunduğumuz zaman onun bölgesidir, ahir zamanda baş ve son noktanın birleşmesi... İBDA ise bu zaman içerisinde onun yürüyen elidir.
Arkadaşlara söylediğim son bir not, gönüldaşların birbirleriyle çene çalmasının “sohbet” olmadığı ve ideolojik geyik ve dedikodu olduğunu ve muhabbetin eserlerle yapılması ve dostlarımızla birbirimizi tatmin edeceğimize düşmanı sıçrama tahtası ve imha etmenin yollarını aramamız gerektiğidir. Bu sözlerim geneledir. Dedikodu ve biri bizi gözetliyor hastalığının modern yeri olan facebook gibi kullanım araçlarına dikkate dairdir..
Son söz, Ahmed Cengiz gönüldaşın ziyaretimizin son gecesi Diyarbakır’da gördüğü rüya olsun, ganemin koyun manasına geldiğini hatırlatarak ve yorumu da size bırakarak:
“Diyarbakır’ı fetheden sahabî Kumandan İyaz bin Ganem’i görüyorum ve o’nun hakkında, 'koyun kurttan korktuğu gibi düşman da ondan (İyaz bin Ganem) korkar' deniyor.”
Allah, İslâm serdarları’nın heybetini, İslâm büyüklerinin ruhaniyetini üzerimizden eksik etmesin. Amin.      

Baran Dergisi 345. Sayı