Cumhurbaşkanlığı sistemi teşkilâtının yeni şeması tanıtıldı. Bugüne kadar eline hangi beste geçse onu kakafoniye çevirmeye mahir eski orkestra da bu vesileyle tarihin çöplüğüne atılmış oldu. Bu yeni sisteme geçilmesi sebebiyle orkestra değişti değişmesine ama acaba beste değişti mi?

Sistem tartışması başladığı günden beri, bizim açımızdan asıl ehemmiyetli hususun “değişim”in kendisi olduğunu müteaddit defa ifâde ettik. Çünkü menfi bir istikâmette bile olsa, bir asra yakın zamandır yerinde duran statükonun evvelâ değişim fikrini kabul etmesi gerekiyordu. Sonra da tabiî ki değişimin kendisini… İbda Hikemiyâtı’ndan öğrendiğimiz ölçüdür; “Bir bünyenin, kendi içinde, kendi öz nizamını sarsıcı ve yeni bir nizama yol arayıcı her hareket, ihtilâldir.” Şimdilerde yaşanan bu değişim süreci de bu bakımdan bir ihtilâl sürecidir. Türkiye’de devlet tarafından millete aşılanmaya çalışılan “şuur” tutmadı ve çürümeye başladı. Ve tabiî unutmadan, şuur seviyesindeki her değişim, gerçeklik seviyesinde/gerçekliği algılama biçiminde de bir değişim meydana getirir. Bu bakımdan 24 Haziran seçimlerini kazandıran müeyyideyi iyi anlamak gerek. Çapulcuların zannettiklerinin aksine, seçimleri eğer ki “şer ittifakı” kazanmış olsaydı, Türkiye’de gün be gün bozulan ekonominin, tıpkı Ak Parti iktidarının ilk yıllarında olduğu gibi, kısa süreliğine de olsa, Batı’dan Türkiye’ye akıtılacak para ile yeniden düze çıkartılacağını, kurların düşeceği ve alım gücünün artacağını Müslüman milletimiz pekâlâ biliyordu.

Türkiye’de hâlen müesses vasfını muhafaza eden rejim, milletimizi mide kancasından yakalamak üzere kurgulanmış olmasına rağmen, millet, ruh çengelinden bağlı olduğu Erdoğan’dan yana saf tutmakta tereddüt etmemiştir. Burada esas olan milletimizin kimi seçtiğinden ziyade, niçin seçtiğidir ki, bu da milletimizin ruh faktörüne dayanarak hüküm verdiğinin göstergesidir. Mide ve maddesinden feragat etmeyi bilen bir millet, kendisine gösterilecek ulvî bir hedef istikâmetinde her türlü fedakârlığı gösterecektir. Bunu iyi anlamak lâzım. Demek ki, Cumhurbaşkanının, bundan sonra girişeceği kavgalar ulvî cihete doğru yöneldikçe, milletten yana kaygılanmasını gerektiren bir durum yoktur. Müslüman milletimiz, ruh köklerine doğru atılacak her adımı, ne bahasına olursa olsun kayıtsız şartsız destekleyeceğini son yıllardaki tercihlerine bakıldığında zaten açıkça göstermektedir.

Evet, milletimizin şuur seviyesi değişiyor ve dolayısıyla algı seviyesi de yükseliyor. Bununla beraber tabiî olarak cemiyetin kurmuş olduğu en büyük müessese olan devlet de değişiyor, değişmek zorunda. 
15 Temmuz’dan sonra ikaz etmiş ve “şuurda meydana gelen her değişim statikleşme ve kabuklaşma süreciyle bir çürüme ifâdesi de olabilir.” demiştik. Aradan geçen zaman zarfında gerçekleştirilen “Fırat Kalkanı” ve “Zeytin Dalı” harekâtlarıyla Anadolu’nun bir asır sonra yeniden dışarıya doğru dal vermesi, pörsüme tehlikesini şimdilik bertaraf etmiş oldu. Tabiî bu arada gerçekleşen anayasa referandumu ve son seçim de şuur ve dolayısıyla gerçeklik seviyesindeki değişimi sürdürdü.

Peki, bu ihtilâl sürecinin bundan sonrasındaki devamlılığı nasıl sağlanacak? Her seferinde sırf bu ruh hâlini muhafaza edebilmek adına rastgele aksiyonlara mı başvurulacak, yoksa sistem çapında bir fikre nisbetle hareket ederek, Cumhurbaşkanlığı sistemiyle kurulan orkestranın, bu yeni besteyi en iyi şekilde terennüm ettirmesine mi bakılacak?

Madem ki sistem fikri dedik, öyleyse fikrî karşılığını bulmak üzere, şimdi şu suâle yanıt arayalım; biz kimiz?

Cumhurbaşkanlığı sistemi referandumu sürecinden başlayarak görüldü ki, Türkiye’de siyasetin meşruiyet dairesinin merkezi, Üstad Necib Fazılve onun Büyük Doğu ideolocyasına göre şekilleniyor. Şöyle ki, böylesi bir değişim gelip kapıyı çaldığı vakit, bir tarafta kendisini Üstad Necib Fazılve Büyük Doğu’ya istinad eden Erdoğanve ömrünün son demlerinde Üstad’ın elini uzattığı, içindeki kafatasçı çürük yumurtaları ayıkladığı MHP bir çizgide buluşuveriyor. Bu demektir ki, milletimiz, kendisini, fikir planında Üstad Necib Fazıl’ın ortaya koymuş olduğu Büyük Doğu dünya görüşüyle ifâde etmektedir. 

Büyük Doğu’nun ne olduğu ve ne olmadığına geçmeden evvel şu hususun altını çizmekte fayda olacağı kanaatindeyim. Cumhurbaşkanlığı sistemine geçilmesiyle doğan bu yeni teşkilât, milletimizin ruh köküne bağlılık arzusuna karşılık verebilmek adına, güya İslâm adına çarpıtılmış fikirlerden kurulu köpek kulübesi cinsinden uyduruk bir oluşum olarak mı, yoksa kelimenin gerçek anlamıyla, insan ve toplum meselelerini kuşatıcı İslâmî bir dünya görüşü ışığında, İslâm’ı eşya ve hadiselere tatbik etmek üzere kurgulanmış bir oluşum olarak mı faaliyet gösterecek? Milletimizin, şuur ve dolayısıyla gerçeklik seviyesindeki değişimin, Türkiye’de bir ihtilâl süreci başlattığını ifâde etmiştik. Yeni sistemle beraber, iktidar olacak muktedirlerin bu süreçte unutmaması gereken, eğer ki ihtilâl sürecine ayak diretecek statükocu bir çizgiye dönecek olurlarsa, bu sürecin tereddütsüz bir şekilde, kim olursa olsun bünyeden ayıklayacağıdır. Yani, artık Türkiye’de iktidar olmak, eskiden olduğu gibi bakanlıkları kurmak ve önüne çıkan meselelere, kimseyi rahatsız etmeyecek muvazaacı bir anlayışla, bir dahaki seçimi kazanacak tarzda yaklaşmak değil; bakanlıkların icraat sahalarını, milletimizin kendisini ifâde etmekte kullandığı anlayış, zihniyet ve dünya görüşünün hâkim rengine boyamakla mümkündür. 

Dikkat ediyorsanız, milletimizin kendini ifâde etmekte kullandığı fikir mihrakı, aynı zamanda “biz kimiz” sualine de bir cevab olarak beliriyor. Büyük Doğu, İslâm’ı, ölçülerinden zerre feda etmeksizin 15. İslâm asrında karşımıza çıkan eşya ve hadiselere, fert ve toplum meselelerine çözüm getirecek bir anlayış ışığında tatbikine dair bütüncül bir dünya görüşüdür. Büyük Doğu’nun “mutlak kaynak”ı İslâm’dır; dünyada son ikibin yıldır kurgulanmış bütün fikir sistemlerini, bütün beşerî cehd ürünü düşünceleri İslâm’ın mutlak miyarında hesaba çeken, mutlak kaynağa nisbeten yararlanılacak tali kaynaklar olarak gören ve bunları yerli yerine oturtan sistemdir. Demek ki Müslüman Anadolu İnsanı’nın kimliğini ortaya koyan birinci faktör de, zaten isminden de anlaşılacağı üzere İslâm’dır. O İslâm’dır ki, Kurtuluş Yolu’nun ta kendisidir.

Geçtiğimiz hafta Cumhurbaşkanlığı sistemini değerlendirdiğimiz yazının sonunda da ifâde etmiştik, Türkiye’de artık Müslümanlar ile dinsizler arasında değil, Müslümanlar ile münafıklar arasında bir mücadele başlayacak diye. İşte şimdi tam da bu bahsi açmanın yerine geldik. Çünkü, 1970’lerden beri bu işin kaba küfürle olmayacağını sezmiş olan Batı adamı tarafından, FETÖ dahil ne kadar sapık, çarpık ve salak itikat şekli varsa, hepsinin birden, şiddetle propagandasının yapıldığı ve işlerin İslâm’ı güncellemeye kalkma ahmaklığına dek vardığı bir süreçten geçtik. Üstad Necib Fazıl’ın ifâdelendirişiyle; “küfürden buz dağı erimesine eridi ama şimdi ortalık bataklıktan geçilmiyor.” Neresinden bakarsak bakalım, kaba küfür ile mücadele de saflar net bir şekilde birbirinden ayrıştığı için, bedeli ağır olsa da bugünküne nisbetle daha kolaydı. Mücadelenin bu yeni safhası, koyun postuna bürünmüş kurtlarla yapılacak ve muhtemeldir ki, bu sürecin kara propagandasında kullanılacak anahtar kelime, “fitne” olacak. Hani İbda, FETÖ’yü, 1980’lerden beri münafık/hain diye deşifre edip duyurmaya çalışırken, bugünün en cevval FETÖ düşmanlarının o günlerde bize “fitneci” damgası vurmaya kalktıkları gibi. 

Mutlak kaynağımız İslâm ve Türkiye başta olmak üzere İslâm âleminde verilecek mücadelenin merkezinde de Müslümanlar ile münafıkların olacağı bir sürece giriyoruz. Demek ki hak ile bâtılın, Hazret-i Ömer’e “faruk” ismini kazandıran incelik ve şiddetle birbirinden tefrik edilmesi gereken bir süreç bu. Yine Üstad Necib Fazıl’ın ifâdelendirmesiyle, “Zifirî karanlıkta, ak sütün içindeki ak kılı fark edecek kadar” keskin gözlere muhtaç olduğumuz bir dönem... Büyük Doğu-İbda hikemiyâtına aşina olanlar şimdi söyleyeceğim hususu rahatlıkla kavrayacaklardır; bizim külliyâtımızı sathından bile olsa okuyan biri, İslâm’a uygun olan ile olmayanı birbirinden tefrik edecek bir meleke kesb eder. Çünkü doğru yolun sapık kollarına açılan tüm kapılar külliyâtımızda önce işaret edilmiş ve sonrasında sımsıkı kapatılmıştır.

“Herkes istediği gibi inanabilir, camilerin kapıları ardında kadar açık ve devlet herkesin dinine eşit mesafededir.” gibi söylemlerin de çöpe atılacağı bir döneme giriyoruz. Çünkü artık insanımız da biliyor ki, bir inanç düzeni/din, bütün müesseseleriyle beraber tesis edilmediği ve hâkim kılınmadığı sürece, orada o dinin eşya ve hadiselere yön vermesinden ve tam da bu sebeble orada tam mânâsıyla inanan bir cemiyetten bahsedilemez. Ancak kimi ferdî, müstakil inanışlardan bahsedilebilir ki, dağda bayırda münzevi hayatı yaşamadığımıza göre, hayatın her veçhesinde birbirimizle olan münasebetlerimizi de belirleyecek kuralların da İslâm tarafından belirlenmesi gerekir ki, ancak o zaman inanan bir toplumdan bahsedebiliriz. Hem zaten son günlerde gerçekleşen çocuk istismar ve cinayetleri ile meydanları doldurmaya kalkan sapıkların cüreti bile, inanç meselesinin ferdî değil de içtimâî olduğunu anlatmaya yeter de artar bile. 

“Kurtuluş Yolu”nun Büyük Doğu olduğuna ve İslâmî bir dünya görüşü, ölçülendirme ve tahassüsü hâlinde bütün insanî verim şubelerinin, hepsinin, kendi öz hüviyetlerinin beyanı hâlinde ancak burada “topluluk hakikatine” kavuşacağına inanıyoruz.” Topluluk hakikati: “Sünnet ve Cemaat Ehli” diye ifade edilen ve bütün sapık, çarpık ve salak itikâdî oluşumları dışta bırakan yol.” Kurtuluş Yolu.
 “Vazife taksimini bugünün umumî anlayışına tercüme ettirirsek, ortaya akortsuz sesler toplamından başka bir şey çıkmaz. Oysa bir besteyi seslendiren, orkestrada her çalgı âletinden çıkan ses,  üzerinde bütünün tecelli ettiği parçadır ki, bu parça bütündür.” 

Yeniden teşkilâtlandırılan Cumhurbaşkanlığı sistemine dönecek olursak… Bu yeni teşkilât, eskiden olduğu gibi rastgeleliğin ve ahmaklığın zemini olmak üzere bir asırlık kakafoniyi sürdürsün diye kurgulanmadı herhâlde. Yani dikkat ediyorsanız, Türkiye’deki düzenin neresine el atarsak atalım, bir ahenksizlik, dağınıklık, çözümsüzlükle karşılaşıyoruz ve çözüm olarak, her seferinde, artık bir alternatif olmaktan ziyade kendisini dayatan bir zaruret hâlini almış Büyük Doğu-İbda’yı karşımızda buluyoruz. Türkiye ve İslâm Âleminin özlemini duyduğu nizamın idare ruh ve keyfiyetinin kaynağını da bu vesileyle işaretlemiş olduk.

Türkiye’de, Cumhurbaşkanlığı sistemine geçilmesiyle beraber başlayan değişim sürecinin, kesintisiz bir devrim hâlini alması ve tarih muhasebemizde dikkat çekilen 1566’dan beri beklenen inkılâbın, Büyük Doğu-İbda tarafından fert ve toplum meselelerine çözüm getirmek üzere en ince ayrıntı ve bütün yönleriyle hazırlanmış yol haritasına uygun bir şekilde işletilmesiyle ilerlenmeli. Herkesi kapsayıcı, herkese yer gösterici, birleştirici bir değişime gitmek şart. 

Son seçimlerle beraber içeride ve dışarıda bir araya gelmiş karşı tarafın da artık ne yapacağını bilemediği bu süreci fırsat bilip, bir ân evvel hızlı ve kararlı adımlar atılmalı. En başta da, Cumhurbaşkanı Erdoğan, karşı tarafın bütün korkularını haklı çıkartmak zorunda. 

Ayrıca unutulmamalı ki, bugünkü Cumhurbaşkanlığı sistemi bizim bahsettiğimiz gibi bütün bir sisteme değil şahsa dayanıyor ve yarın olası bir değişiklikte, bu kurgunun zaafiyeti dolayısıyla yapılan her şeyin bir ânda akamete uğraması mümkün olduğu gibi, tüm yetkileri eline almış bu âletin bir şekilde karşı tarafın eline geçme riski de doğmuş oluyor. Ki bu risk payı kabul edilmez. Bunun için şimdiden uzun vadeli politikaları belirleyecek yahut hiç olmazsa takib edecek, Amerika’daki Senato, İngiltere’deki Lordlar Kamarası gibi bir denge unsurunun, Meclis ile Cumhurbaşkanlığı arasına yerleştirilmesi hayatî. Cumhurbaşkanlığı Sistemi teşkilâtındaki “Strateji ve Politika Kurulları” muhtemelen bu amaca hizmet etmek üzere kurgulanmış; fakat beş sene sonunda Cumhurbaşkanı ile beraber bu kurulların da görevinin sona erdiği mâlum. Başyücelik Devlet’i modelindeki “Yüceler Kurultayı”nın ne kadar ehemmiyetli bir vazife ifâ ettiği de bu manzaraya bakarak daha iyi anlaşılıyor.

Bu yeni orkestra, ya kurtuluş bestesinin icrasına soyunup kendisiyle beraber bütün İslâm âleminin umudu olacak yahut kakafoniye devam edip, siyaset planında kendi cenaze marşını seslendirecek. Millet kararını verdi ve niyetini seçimlerde ve sayım sürecinde açıktan deklare etti. Şimdi karar verme sırası, milletin ruh çengeliyle ümidini kendisine bağladığı Cumhurbaşkanı ve teşkilâtında…


Baran dergisi 599. Sayı