Helenistik dönemde İskenderiye Kütübhânesi, devrinin en prestijli kütübhânesiydi. Antik dünyada, kütübhâneler bir güç ve kudret işareti sayılıyordu. Bu sebeble, neredeyse bir savaş sürüyordu kütübhânelere sahib olan krallar arasında. En iyi Yunan kütübhânesine sahib olmak, en iyi ve en güçlü krallık anlamına geliyordu. Mısır’daki İskenderiye kütübhânesinin en büyük rakibi ise Bergama’daki Bergama kütübhânesiydi. Ve bu iki kütübhâneye sahib krallar arasında müthiş bir gizli savaş sürüyor, birbirlerine karşı acımasız komplolar kuruyorlardı.
Sofokles ve Homer’e ait yaklaşık 500.000 yazılı metnin bulunduğu İskenderiye Kütübhânesi, Büyük İskender tarafından kurulmuş olsa da, ilk olarak Kral I. Ptolemaios tarafından canlandırıldı. Ptoleme Hanedanlığı zenginliğin getirdiği güçle, dört bir yandan en önemli yazma kitabları toplamış, diğer kütübhânelere hatırı sayılır bir üstünlük sağlamıştı. Bergama kütübhânesi ise 200.000 yazılı metinle, İskenderiye kütübhânesini takib ediyordu.

Öyle ki yarış, en eski Homeros yazmalarının kimin elinde olduğuna dair araştırmalara kadar varmış, her iki kütübhânenin sahibi krallar, zorbalıkla, hile ve komplo ile “kitab avına” çıkmışlardı. Kitab için kan dökmeye hazırlardı. Kütübhânelerde çalışan ilim adamlarını ellerinde tutabilmek için oldukça yüksek ücretler ödeyen krallar, birbirlerinden ilim adamı transfer etmeye bile başlamışlar, hattâ ellerindeki ilim adamlarını başkasına kaptırmamak için hapsettikleri de rivayet edilmiştir.

New York Üniversitesi’nde Eski Klasikler profesörü olan Lionel Casson, “V. Ptolemy’nin, dilbilgisi uzmanı ve eleştirmen olan Byzantionlu Aristophanes’i, Bergama’daki akademiye katılmak üzere İskenderiye’den ayrılabileceği dedikodularını duyduktan sonra hapsettiği söylenir” diye yazar.

Hattâ Ptolemaioslular, Bergama Kütübhânesi’ni zor durumda bırakmak için Bergama ile yaptığı papirüs ticaretini durdurur. Ki papirüs kitabın ana maddesidir. Bu durum, Bergamalıları elbette durdurmaz, neticede Bergamalılar parşömeni icad eder.  Her ne kadar, parşömen denilen, derilerin gerilerek yazılacak hâle getirilmesi işlemi, Doğuda uygulanagelen bir teknik olsa da, Bergamalılar bu tekniği geliştirerek, “parşömen” ismini vermişlerdir. Ki, parşömenin Latince karşılığı, “Bergama kağıtları” demektir.

Tüm bu politik çekişmeler elbette Eski Yunan medeniyetinde kütübhânelerin gelişmesine sebeb olsa da, onların yok olmasına engel olamamıştır. İskenderiye kütübhânesi tek nüsha eseri kalmamacasına yok edilmiştir ama kimin yok ettiği tartışmalıdır. En güçlü iddia şudur: M.S 391 yılında Roma’nın Mısır valisi olan Theophilos, İmparator I. Theodosius’un emriyle, kütübhânede bulunan eserlerin eski pagan inançlarının devam etmesine sebebiyet verdiği için kütübhânedeki eserleri yaktırmıştır. Bergama kütübhânesinin akıbeti de, İskenderiye’ninkinden farklı olmamıştır.

Şimdi tarihin derinliklerinde yaşanmış bu “kütübhâneler savaşı”ndan elimizde kalan nedir? Kütübhâneye ve kitaba, güç ve kudret için verilen bu “aşırı değer”, neticede, başka bir kral tarafından hiç de öyle değerlendirilmemiş, “pagan kültür eserleri” olarak görülüp imha edilmiştir. Öyleyse, “aşırı değer”den bize kalan bir “yokluk” olmuş oluyor. Çünkü, ilim adamlarının gözünde çalışma alanı olan “kütübhâneler” politik bir güç hâline gelince, sadece “daha eski kitab bende” fetişizmine dönüşmüş, kitabın içindeki değerle, onu elinde tutanın elde ettiği güç arasında herhangi bir bağ kalmamıştır. Öyleyse, İskenderiye kütübhânesi, Romalılar onu yakmadan evvel zaten kendi kendini imha etmişti diyebiliriz kolayca…
Aradan yüzyıllar geçtikten sonra, yakılma sırasını bekleyen kütübhâne Endülüs’tedir. Endülüs Emevileri’nin bir ilim ve irfan yuvası hâline getirdikleri Endülüs, her dinden, her kültürden eserleri bünyesinde barındıran kütübhânesi ve ilim adamları ile tarihe damgasını vurmuştu.

Endülüs şehirlerinde, zamanın en büyük kütübhâneleri kurulmuştur. Meselâ II. Hakem tarafından yaptırılan 400.000 kitab kapasitesine sahib saray kütübhânesi bunlardan birisiydi. II. Hakem Kayrevan, Dımaşk, İskenderiye, Bağdat gibi ilim merkezlerine memurlar yollar, oralarda yayınlanan kitabların ilk orijinal nüshalarını temin ettirirdi. 400.000 cildi aşan el yazmalarından oluşan bu kitablığın kataloğu ise her biri 50 yapraktan oluşan 44 cilt tutmaktaydı.

Ayrıca hemen her şehirde kütübhâneler olduğu gibi, kendi hânelerinde değerli kitabları toplayan ilim adamlarının da kütübhâneleri mevcuttu. Antik Yunan filozoflarının pek çok eserinin de bu kütübhânelerde nüshaları bulunmaktaydı. Dünyanın dört bir yanından gelen ilim ve fikir adamlarının buradaki eserleri kendi ülkelerine götürerek tercüme etmeleriyle, Batı’da Rönesans hareketlerinin temeli atılmış oldu.

Ancak Endülüs’ün bilge hükümdarları, Ortaçağ’ın dipsiz kuyularında boğulan Batılı ilim ve fikir adamlarına da kucağını açmış; kütübhânelerini, ilim irfan yuvalarını herkesin kullanımına açmıştır. Ne kitabı, ne de kütübhâneyi bir güç ve kudret aracı olarak “fetişizme” kurban etmemiştir. Neticede Endülüs kütübhânelerindeki binlerce kitab, İspanyol istilaları sırasında yakılmış, yağmalanmış, satılmış, dağıtılmış olsa da, (Babü’r-Remle Meydanı’nda 1 milyon cilt kitab yakılmıştır), Endülüslü hükümdarlar, kitabın verdiği güç ve kudrete değil de, içindeki bilgiye verdiği değerle anılmışlardır. Bugün dünyanın dört bir yanında Endülüs kütübhânelerinden kurtarılmış kitablar vardır. Afrika’dan İngiltere’ye, Hindistan’dan Fransa’ya kadar…
Pierre Curie’ye atfedilen bir söz vardır ki, hakikati andırır bir yönü var. Şöyle diyor: “Onlardan (Endülüslü Müslümanlardan) bize otuz kadar kitab kaldı ve bu sayede ancak atomu parçalayabildik. Eğer yakılan milyonlarca el yazması kitabın yarısı kalsaydı çoktan galaksiler arasında geziyor olacaktık.” (*)

İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu, “Büyük Muztaribler” eserinin birinci cildinde, İngiliz yazar Marmaduke Pickthall’in özellikle Endülüs’ün ilim merkezlerinin, Hristiyan ülkelerdeki düşünce ve ilim adamlarına tesirlerinden, Batı’daki Rönesans hareketinin başlamasına bu ilim ve düşünce alışverişinin temel olduğundan bahsettiği sözlerine yer verir. Pickthall, Felsefe, Tıb, Astronomi, Kimya alanında Batı’da görülen fışkırışın, eser eser, isim isim, hangi Müslüman âlimden “çalındığını” anlatır. “Atıf” olarak dahi Müslüman âlimlerin isimlerini anmayan, çaldığı her şeyi kendi buluşu ve malı olarak takdim eden Batı’nın bu ikiyüzlülüğüne dikkat çeker. Şöyle der İbda Mimarı:

- “Ortaçağ karanlığı içinde domuz hayatı yaşayan Avrupa’nın İslâm’dan aldıklarıyla ihya oluşu ve kendine temel edindiği eski Yunan’ı da Müslümanlardan tanıması hakikati… “Amerika’nın keşfi” misâlinden başlayarak söylediklerimizi, kronolojik tarih devrelerinin de –en azından imaj olarak- Avrupa’nın “ben” merkezli tekâmül anlayışına uygun hâle getirilmiş olması ikazıyla bitirelim… “İlkçağ filozofları”… Kime göre İlkçağ?.. Bu sorunun ardından, -Doğu ve Batı ayırımı hakkında söylediklerimiz baki kalmak üzere-, İlk İnsan’dan başlayan İslâm’la var olan ve İslâm hükmüyle nihayete erecek bir “insanlık keyfiyeti”nin macerası hâlinde, Hind ve Çin’den Amerikan yerlilerine ve Afrika düşüncesine kadar açılacağımızı belirtelim… “İslâm merkezli” olarak!..” (s. 145)

Velhasıl, kütübhâneler savaşı, her ne kadar bugün kütübhâneler “fetişizm” kurbanı olarak “nesneleşmiş” mekânlar hâline gelmişse de, tefekkür alanında sürüyor diyebiliriz. Ama şöyle bir problem var; bu savaşı bugün İslâm adına tek başına veren “mihrak şahsiyet” Salih Mirzabeyoğlu’dur. Yıllarca “Batı’nın iyi yönlerini alalım” edebiyatı yapan fakat bunun nidüğünü ve nasılını ortaya koyamayan gevezeliklere karşı, Büyük Doğu-İbda kütübhânesinin “şuur süzgeci”, “tenkid şuuru”, tek başına destansı bir mücadele veriyor. Bu mücadele, yangın yerine dönmüş İslâm dünyasının ayakta kalan tek kalesidir. O kaleye sığınmak yetmez, o kaleyi her türlü silahıyla, düşüncesiyle, kalemiyle, fırçasıyla, eseriyle tahkim etmek, hayata katmak, güç vermek, savunmak gerekir…

*  Erol Toy, Cumhuriyet Gazetesi, 30 Temmuz 1979

Baran Dergisi 518. Sayı