Ulus-millet inşası terimi, bir devletin ulusal kimliğinin oluşturulması sürecini ifade etmektedir. Ulus inşası, devletin uzun vadede istikrarlı ve baki kalmasını temin etmek üzere fert ile devletin özdeşleştirilmesini amaçlar. Özellikle 18. yy. ve 19. yy. aralığında imparatorlukların ve hanedanlıkların parçalanması ulus-devletleri ortaya çıkartmıştır. Tarihte köklü bir devlet geleneği ve geçmişi olan ulus devletler ve toplumlar var olduğu gibi yalnızca devlet olabilmek adına yapay bir kimlik ve sunî bir ulus inşa eden toplumlar da vardır. Latin kimliği veya Latin Amerika ulusu köklü bir tarihi geçmişe sahiptir. Devletlerin ulus inşasını ve kimliğini geçmişte yaşadığı savaşlar, zaferler, atlattığı zorluklar ve tecrübeler belirlemektedir. Bugün Ortadoğu’da oluşan kimlik ve uluslar, kuşkusuz ki oryantalist ve oksidentalist bakış ve ideolojilerin etkisinde şekillenmiştir. Bu bağlamda Latin Amerika’da da kimlik oluşumu bir takım olay ve olguların etkisi etrafında şekillenmiştir. İspanya’nın, ABD’nin, İngiltere’nin, Portekiz’in ve Fransa’nın arka bahçesi gibi olan Latin Amerika’da neredeyse tüm ülkeler ve bölge halkları İspanyolca, İngilizce ve Fransızca bilmektedir. Bu bölgede ulus inşası ve kimlik oluşumuna, karşılıklı kültürel etkileşim ile değil emperyalizm ve sömürgecilik ile yön verilmiştir. Çünkü zengin yer altı ve yer üstü kaynakları dolayısıyla bu bölge emperyalist Batı devletlerinin her dâim hedefinde oldu. Onlar, mandalaştırarak sömürdüğü her toplumu kendi ürettikleri bir kimlikle yaftalayarak parçalara ayırdı. Bugün Latin Amerika başta olmak üzere dünyada birçok devlet ve toplum kendilerine emperyalistler tarafından bahşedilmiş kimlikleri benliği oymuşçasına kullanmakta.

Latin Amerika’da asırlardır, kimlik meselesinin temeli olan “biz kimiz” ve “hangi kültürün parçasıyız” soruları kıtanın ulusal tartışmalarının merkezinde yer almıştır. Latin Amerika’nın kimliğine ilişkin tartışmalar, ülkelerin iç ve dış politikalarının hangi çıkarlar çerçevesinde belirlenebileceği üzerine yoğunlaşmış bulunmaktadır. (Masis Kürkçügil, Latin Amerika’nın Kaynayan Damarları, İthaki Yayınevi, 2004, s. 10.)

Simon Bolivar 1815’te “Biz ne Avrupalıyız, ne de yerli. Yerliler ve İspanyollar arasında melez bir türüz.” ifadesini kullanmıştı. Latin Amerika tarihinde “ulus-millet” her şeyden önce yerli halklara ilişkin kullanılmaktaydı. Coğrafi olarak bir fert ister Şili’de ister Meksika’da olsun yerli ve ötekiler kavramı vardı. Yeni Dünya’da doğmuş bir beyazsa, Latin Amerikalı bir İspanyoldu. (Kürkçügil, a.g.e., s. 8.)

Latin Amerika kıtasında ulus kelimesine farklı bir anlam kazandıran ise 1810-1825 yıllarında kıtanın büyük bir kısmında gerçekleşen bağımsızlık savaşları olmuştur. 1864-1866 İspanya-Peru savaşında Şili, Ekvator ve Bolivya gibi eski İspanyol sömürgeleri, İspanyol Amerika’sı dayanışması adı altında Peru’nun yanında yer almıştır. Kıtada emperyalizme karşı bir birlik her dönemde ortaya çıkmıştır. Bölge halkları birbirlerini sevmeselerde uluslararası sistem içerisinde bir dengeleme her zaman gerçekleşmiştir.

1860’larda 3. Napolyon tarafından Latin Amerika ve Panlatinizm kavramları kullanılmaya başlanmıştır. O dönemde “Saksonlara” karşı “Latinler” söylemleriyle evrensel bir çatışma ve küresel bloklar oluşturulmak istenmiştir. 19. yy. ile beraber ise Pan-Amerikanizm fikri gelişmeye başladı. Bu fikir Amerika Birleşik Devletleri’nin Latin Amerika ile birleşmesini, ancak Amerikan hegemonyasında bir oluşumun ortaya çıkmasından bahsetmektedir.

Ulus inşası bir geçiş dönemi ürünüdür. Devletlerin-cemiyetlerin kolektif hafızaları ve geçmişleri ile hesaplaşmaları neticesinde bir geçiş dönemi yaşanır ve ortaya yeni bir kimlik ve millet çıkar. Örneğin, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, millet kendi kültürel kodlarından arındırılarak Batılılaştırılmak istenmiş yeni bir ulus-devlet ve kimlik oluşturulmuştur.

Yeni kimlik oluşumunun ardından devletler geçmişe dönerek tarihte vuku bulan hadiseleri ele alır ve yeni çıkan bir soruna geçmişte nasıl çözüm üretildiğine dair malumat sahibi olur. Bu sık kullanılan tabirle devlet aklı olarak da ifade edilebilir. Devletler geçmişini hatırlamak ve kolektif bir hafızaya sahip olmak zorundadır. En azından köklü bir geçmişe sahip ulus-devletler böyle olmak durumundadır. Geçiş dönemi beraberinde ulus inşasını ve kimliği oluşturmaktadır. Örneğin, El Salvador ve Guatemala gibi Latin Amerika ülkelerinde bir rejim değişikliğinin ardından Eski yönetim zamanında yapılan ihlâller ile değil, uzun süren bir iç savaşta işlenen suçlarla uğraşmak söz konusudur. Gene aynı şekilde Arjantin ve Şili’de geçiş süreci üzerinden yirmi yıldan fazla geçmesine rağmen askeri diktatörlükler zamanında işlenen suçlar ile hala uğraşılıyor ve çözüme ulaşılamıyor. (Mithat Sancar, Geçmişle Hesaplaşma: Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne, İletişim Yayıncılık, 2007, s. 12.)

Emperyalizme karşı mücadele yolunda bölgesel anlaşmaların güçlendirilmesi ve Latin Amerika halklarını koruyacak bir sistemin var olması fikri bölgedeki ulus devlet ve kimlik meselesinin bir anlamda çözüldüğünü göstermektedir. (Kürkçügil, a.g.e., s. 13.)

Kanaatimce, Latin Amerika’da emperyalizmin gadrine uğramış irili-ufaklı tüm devletler, belli bir ortak tarih ve kültüre de sahip olmaları dolayısıyla kıta çapında yeni bir kimlik inşa sürecine adım atma imkânına sahiptir. Simon Bolivar’ın hayalini kurarak pratize ettiği Büyük Kolombiya gibi bir yapının ortaya çıkması, bölge halklarının menfaatine olacaktır. Bunun yolu ise Batı’nın dayattığı sunî millet ve kimlik anlayışından arınmaktan ve kendi aralarındaki husumetleri bir kenara bırakarak öncelikli düşmana karşı birlik olma şuuruna ermekten geçmektedir. Tabiî bu yolda en önemli şeylerden biri de emperyalistlere gönüllü ajanlık yapan hainlerden arınmaktır. Tıpkı biz Müslümanlar gibi…

Baran Dergisi 768.Sayı