“Dünya Devleti” veya “Devletlerin Devleti” Olmaya Namzet İki Devlet Modeli:Leviathan ve Başyücelik Devleti (4) - Arz-ı Mev’ud

Büyük Şahid İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, “hayatın hakikati ruhî hayatta ve ruhî hayat da ferdî hayatta sözkonusu olduğuna göre, insan kendi varlığını mütemadiyen kendi oluşturan bir varlık keyfiyetiyle, fert fert ruhun tırmanış çilesini yaşamakta; bütün insan faaliyetlerinin çıkış ve nihaî gayesi burada düğümlü…” der ve şu hükmü başa alır: 

 “İnsan, Kur’ân’ın bildirdiği üzere, “ruh” ve “nefs” kutuplarından birinden birini gerçekleştirmek üzere, “sefillerin en sefili” olan âleme indirildi. Bütün sır şu ölçüde: “Allah, âlemi insan, insanı da kendi marifetine ulaşması için yarattı.”(1)

Evet; ruhî hayat ekseninde, her an değişen ve gelişen eşya ve hadiseler çerçevesinde, bütün insan faaliyetlerinin temelinde fert vardır. İlk insan ve ilk Peygamber Hazret-i Adem Aleyhisselâm’dan günümüze “sosyal varlık” olma keyfiyetini haiz insanoğlu, fertlerin demetinden müteşekkil toplum olma özelliğine kavuştuktan hemen sonra, topluluk keyfiyeti ile birlikte müesseseleşmeyi de beraberinde getirmiştir. Fert ve toplum döngüsü çerçevesinde tezahür eden müesseseleşmenin hemen ardından da, müesseseleşmenin en üst kuruluşu hâlinde devlet denilen aygıt/yapı oluşturuldu. Buradan anlaşılan odur ki, devlet denilen müessese, ferdin çoklukta birlik hâlidir. Diğer bir ifadeyle de topluluktaki birlik refleksidir. Tedaisi, İslâm Tasavvufu’nda yerini, değerini ve izahını bulan bir terkibi hüküm hâlinde, “Halvet Der-Encümen: Halk içinde Hakk ile beraber olmak.”(2)Bundan dolayıdır ki bütün bir toplum veya topluluğu kuşatan devlet, her bir ferdin temsilcisi olarak anlam kazanır. İbn-i Abbas (r.a)’dan rivâyet edilen bir hadîs meâli: “Allâh’ın rahmet ve kudret eli cemaat üzerinedir.” (Tirmizî, Fiten, 7)… Allah ve Resûlü: Vâhid ve Vahîd!.. Allah Resûlü ve O’na veraset edenler olarak Halife-İnsan-Velî!.. Tedaisi, “Üç Işık” ve Başyücelik Devleti! 

Evet; bütün bir toplum veya devlet, çekirdek veya tohum mahiyetindeki tek bir fertte topludur. Zaman ve mekân hususiyeti bakımından düşünüldüğünde, toplum veya devleti temsil eden fert, meselâ dinî literatürde Peygamber veya Nebî, beşerî sistemlerde ise Kral, Diktatör, Monark, Şah, Padişah, Han, Kaan, Kut, Emir, Yüce, Hükümdar, Başkan, Halife veya Başyüce vs. şeklinde isimlendirilmiştir. 

Yukarıda belirtildiği üzere, insan, kalb hakikatinde bitişik ruh ve nefs kutuplarından birinden birini gerçekleştirmek üzere sefillerin en sefili olan âleme, yani dünyaya sürgün edildi. “Hayat tercihlerden ibarettir” ve insan, en genel mânâda, “ya herro, ya merro” çerçevesinde bir karar vermek zorundadır. Verilen bu kararda aile, okul ve çevre çok büyük rol oynar. Nitekim kişinin şahsiyet oluşumunda da en etkin ve yetkin olan unsurlar okul, aile ve çevredir. Peki; bu durum neye göre ve neye nisbetle anlam kazanacaktır?

İstisnasız bir şekilde, her insanda iki zıt kutup hâlinde ruh ve nefs kutupları mevcuttur, dedik. Diğer bir ifadeyle de her bir insan, ruh ve beden düalitesi üzerine bina edilmiştir.  Ruh insanın ilâhî ve beşerî yönünü, nefs ise şeytanî ve hayvanî yönünü temsil eder. Üstad Necip Fazıl, “Sakarya Türküsü” isimli şiirinde, “Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.” derken aslında bu duruma da işaret eder. 

Ruh ve nefs zıtlığı veya bitişikliği, Allah’ın mutlak tasarrufunda olan kalb hakikatinde düğümlenmektedir. Malumdur ki, hayvanî hayatın idamesi için her bir insan bedeninde merkezi bir konuma sahib bir kalb vardır. Bedende etten müteşekkil olan kalbe daha ziyade “yürek” tabir edilir. Ruhî hayatın idamesi için de yine insan bedeninde merkezi bir konuma sahib bir kalb vardır ve bu kalb daha ziyade “vicdan” veya “gönül” olarak bilinir. “Vicdan” veya “gönül”, ulvî hayata sıçrama tahtası olarak da değerlendirilmektedir. Hemen belirtelim ki, ulvî hayata sıçratmak keyfiyetini haiz her bir kalb veya gönlün en derin noktasında “nokta-i süveyda” denilen siyah bir “nokta” vardır ki bunun mahiyeti, İBDA külliyatında sıkça tekrar edilen “nokta” metaforu veya mecazı üzerinden daha bir anlamlı olmaktadır. “Nokta”nın “yuvarlak”, “delik”, “halka”, “bilezik”, “hemze”, “He harfi”, “boşluk”, “sıfır” vs. gibi kavramlarla ifade ediliyor olması, kalb mevzuunun şerh edilmesinde önemli bir yere sahibdir. İster bu dünya ister öteki dünya-ahirete bakan yönüyle olsun, fark etmez, her halükârda yürek veya kalbin tatmini ancak Allah -zikir!- iledir. Çünkü bütün kalbler, Allah’ın tasarrufundadır ve kalblerdeki beka sorunu, hiç şüphesiz ki Allah’ın takdirine bağlıdır. Meselâ yürek olarak tavsif edilen etten müteşekkil kalb, insan iradesine bağlı olmayıp, gayr-i iradî olarak çalışır. Yani yürek olarak zikredilen kalbin çalışmasında insan iradesinin hiçbir dahli yoktur. Fakat ulvî hayata sıçrama tahtası olarak görülen kalb veya gönlün insan iradesine bağlı bir tarafı vardır ve bu, ancak “zikir” ile mutmain olur! Diğer taraftan, istisnasız bir şekilde bütün kalbler Allah’ın nazarına muhatabdır. Hadîs ile sabit olduğu üzere, “Kalbler, Allah’ın iki parmağı arasındadır. Onları dilediği gibi çevirir.” (Hadîs No: 3484-Buhari).

Peygamberler tarihi aynı zamanda bütün bir insanlık tarihidir. Ta ki ilk insan ve ilk Peygamber olan Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’dan bu yana topyekûn insanlık ruh ve nefs kavgası üzerinden Hak ve Batıl kavgası vermektedir. Yine ta ki Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’dan bu yana topyekûn insanlık, belirli zaman dilimlerinde tecelli eden hakikatler veya ilâhî ölçüler çerçevesinde veya ışığında insan hayatına nizam vermektedir. Bu durum, İslâmî literatürde “İlâhî Kelimetullah” olarak da nitelendirilmektedir. İlâhî Kelimetullah, İlâhî Nizamın kemâl noktasına işaret eder. Bu, kalblerdeki “nokta-i süveyda” misalinde olduğu gibi, Allah Resûlü’nde tecelli eden “Muhammedî Hakikat”in tafsiline de işaret eder. Mutlak Ölçü” meâli: “Ey Mü’minler, bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, din olarak da size İslâm’ı seçtim.” (El-Mâide, 5/3). 
Büyük Doğu-İBDA külliyatında sıkça tekrar edildiği üzere, Allah Resûlü’nde tecelli eden hakikat “Hakikat-i Ferdiyye-Ferdin Hakikati”, dolayısıyla da “Muhammedî Hakikat” olarak belirtilmiştir. Demek ki, Allah Resûlü’nde tecelli eden hakikat, fertte toplu topluluk hakikati çerçevesinde düşünüldüğünde, sadece müstakil olarak varlık gösteren devletleri değil, aynı zamanda “devletlerin devleti” mânâsına “dünya devleti”ni de kuşatmaktadır. İslâm’ın niçin cemiyet nizamı olarak belirdiğini ve yine niçin “dünya devleti” mânâsını mündemiç “devletlerin devleti”ne oynadığını şimdi daha iyi anlıyoruz. Büyük Doğu ve İBDA Mimarları’nın da niçin devleti gözleyici bir noktada bir cemiyet nizamı örgüleştirdiklerini, (İdeolocya Örgüsü ve İhtilâl), dahası, “devletlerin devleti” mânâsına bir “dünya devleti” olmaya namzet bir plan, program ve proje (Başyücelik Devleti!) üzerinden hareket ettiklerini yine bu çerçevede daha iyi anlıyoruz.

Allah Resûlü, Veda Haccı’nda, (meâlen): “İşte zaman yaratıldı yaratılalı devrini yapa yapa nihayet noktasına erişti!” buyurmuşlardır. 
Hadîs meâli: “Zaman ve mekân emrime verilmiştir ve siz bu sırra riayetiniz nisbetinde mekânı döşeyecek ve zamanı işleteceksiniz! Resûl olduğuma inanıyor, fakat memuriyetimi anlayabiliyor musunuz?”(3)
Allah Azze ve Celle, Peygamberler tarihi, dolayısıyla da insanlık tarihi boyunca kullarına iki büyük “Vaad-Müjde” ihsan etmişlerdir. Bunlardan biri Hazret-i Musa Aleyhisselâm üzerinden Musevîlere, diğeri ise Son Peygamber olarak gönderilen Fahr-i Kâinat Efendimiz Allah Resûlü üzerinden Müslümanlara ihsan edilmiştir. Musevîlere “vaad edilmiş topraklar” mânâsına “Arz-ı Mev’ud”, Müslümanlara ise “vaad edilmiş zaman” mânâsına “İstikbâl İslâmındır” müjdesi verilmiştir. Hemen belirtelim ki, “Arz-ı Mevud” müjdesi dönemin Musevîlerine verilmiştir, Allah’ın lanetlediği Yahudilere değil. Yahudiler, Musevî olmayı reddettiği içindir ki, söz konusu müjde ile de hiçbir alakaları kalmamıştır. Allah’ın lanetine yataklık eden Yahudilerin “Arz-ı Mev’ud” kavgası daha ziyade mekr-i ilâhî çerçevesinde, meselâ “Melheme-i Kübra” üzerinden mânâlandırılabilir gözükmektedir. Lanetli Yuda nesebi Yahudilerin “Arz-ı Mev’ud” kavgası hak ve hakikat kavgası değildir. “Din bizden gitti!” derin psikolojisinin bir yansıması olarak, bildik mânâda kötü ahlâka mebni nefsaniyet kavgasıdır. Bu çerçeveden olarak;  

Dönemin Satanist ve de Paganistleri olarak ortaya çıkan Şeytanın dölü mânâsına Yuda nesebi Yahudileri, yine aynı dönemin Musevîlerine vaad edilen “Arz-ı Mev’ud: Vaad edilmiş topraklar” müjdesine dört elle sarılmışlar ve bunu da, nesh edilmiş Musevîliğe rağmen, diğer bir ifadeyle de Allah’a rağmen sahiblenmişlerdir. Yahudilerin bu tutumu, zamanın mekâna hapsedilmek istenmesi mânâsına, aslında bir nevi plastisite çerçevesinde zamanın kristalize edilerek dondurulması mânâsına da gelmektedir. “Kristal Krallık” esprisini bu çerçevede değerlendirmek sanırım uygundur. Putlaştırma da böyle bir şey olsa gerek. Lanetli Yahudilerin bu tutumunda ilâhî bir hikmet olduğuna hiç şüphe yoktur. Bana soracak olursanız, Yahudilerin “Arz-ı Mev’ud”u sahiblenme iştiyakları ancak ve ancak mukadderata taalluk eden bir noktada değerlendirilebilir. Çünkü mecrâından saptırılarak sahiblenilen böyle bir “vaad edilmiş topraklar” mevzuu, nefsanîleştirilmiş olduğundan, yer, arazî, araz, mekân dünya, nefs, beden iştikak bağlantıları üzerinden, kalb hakikatinde bitişik ruh ve nefs kutublarından birinden biri olan nefs kutbunun temsilciliğine de işaret eder. Allah tarafından Yahudilerin niçin tıpkı huzurdan kovulan Şeytan misâli lanetlendiklerine ve Deccaliyyeti temsil ettiklerine de ayrıca delil! İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin ifadesiyle, (meâlen), “Nefs kâfirdir. Kâfir olduğu şuradan bellidir ki, Şeriat’ın tekliflerinden hiç hoşlanmaz.” Satanist-Paganist bir inanç üzerinden, meselâ Allah’ın haram kıldığı faiz illeti üzerinden kurdukları “dünya düzeni” bir yana, Deccaliyyetin mücessem hâli olan Putperest İsrail’in Kudüs Müslümanlarına yaptıkları bu mevzuda yeteri kadar açıklayıcıdır. Allah’a itaat mevzuunda nefsin, “Sen sensin, ben de benim!” duruşunu da unutmayalım. Hâl böyle olunca, ruh kutbunun temsilcileri bunun tam zıddı olarak belirir ki bu da İslâm üzerinden Müslümanlardan başkası değildir. Şeytanın dölü Satanist-Paganist Yuda nesebinin besleyip büyüttüğü Deccal Komitesi “vaad edilmiş topraklar” yalanı üzerinden kâfir nefsin temsilciliğine soyunurlarken, aynı zamanda mekâna oynadıklarını da göstermektedirler. Topyekûn zaman ve mekânın emrine verildiği Allah Resûlü’nün varisleri de, “İstikbâl İslâmındır” mânâsı üzerinden mü’min ruhun temsilciliğine soyunurlarken, aynı zamanda zamana oynadıklarını da göstermiş olmaktadırlar. Nitekim Deccal Komitesinin karşısında Hakkı temsil edecek olan Hazret-i Mehdî Aleyhisselâm, “vaad edilmiş istikbâl” veya “mühürlenmiş zaman” üzerinden “İstikbâl İslâmındır” müjdesine yataklık etmektedir. Bu mânâdan olarak, Hazret-i Mehdî Aleyhisselâm’ın şahsında tüm Müslümanlar zamana, ahirete, ölümsüzlüğe talib mü’minler olarak, kalb hakikatinde bitişik olan ruh ve nefs kutublarından birinden biri olan ruh kutbunun da temsilcisi olmaktadırlar.
Evet; “Arz-ı Mev’ud: Vaad edilmiş topraklar” mânâsı üzerinden Satanist-Paganist Yuda nesebi Yahudiler “nefs” mânâsını mündemiç mekâna, “İstikbâl İslâmındır: Vaad edilmiş istikbâl” mânâsı üzerinden de Müslümanlar, “ruh” mânâsını mündemiç zamana oynamaktadırlar. Bu çerçeveden bakıldığında, “Arz-ı Mev’ud” ve “İstikbâl İslâmındır” vaadleri üzerinden Leviathan ve Başyücelik Devleti mevzuu daha bir anlamlı olmaktadır. “Dünya Devleti” veya “Devletlerin Devleti” mânâsını mündemiç Kristal Krallık veya Leviathan mı, yoksa Başyücelik Devleti veya Hilafet mi muktedir olacak, hep birlikte göreceğiz, Allah’ın izniyle! 
 
Dipnotlar
1*Salih Mirzabeyoğlu, Necip Fazıl’la Başbaşa, “İntiba ve İlhâm”, İBDA Yayınları, İstanbul, sh. 16.
2*BugünNakşibendî Tarikatı’nın on bir temel esasından biri olarak kabul edilen “Halvet der Encümen” terkibi, ilkin Abdühalik Gücdevanî Hazretleri tarafından zikredilmiştir.  Bu terkibin ifade ettiği mânâ, “Kalbe gelip onu meşgul eden her şeyi çıkarıp atmak ve kalbi daima Allah ile meşgul hale getirmek” şeklinde dile getirilmiştir.
3*Salih Mirzabeyoğlu, İBDA Diyalektiği “Kurtuluş Yolu”, İBDA Yayınları, İstanbul, 1995, 3. Basım, sh. 33.

Baran Dergisi 638. Sayı