İstikbalin Şekillendirilmesinde “Devletlerin Devleti” Mânâsını Mündemiç “Dünya Devleti” Olmaya Namzet İki Devlet Modeli: Leviathan ve Başyücelik Devleti

İstikbalin şekillendirilmesinde “Devletlerin Devleti” mânâsını mündemiç “Dünya Devleti” olmaya namzet birbirine zıt iki devlet modeli olarak ele almayı düşündüğümüz Leviathan ve Başyücelik Devleti modelleri, “Mutlak Varlık” olan Allah’ın kıyamet öncesi vaadinin gerçekleştirilmesi mânâsına, “İstikbâl İslamındır” müjdeli haberi veya istikameti çerçevesinde kritik edilecektir. Bu çerçeveden olarak başın başında şu: Cennet ehli iken, Şeytanın vesvesesi üzerinden Hazret-i Havva Annemiz Hazret-i Âdem Babamızı yasak meyveden yemeye ikna etmiş ve hata yapmasına vesile olmuştur. Bu hata da hep birlikte Cennetten sürgün edilmelerine yol açmıştır. Hata neticesinde sürgün edilmişliğin hikmetlerinden biri, hatta başlıcası Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’ın şahsında veya onun vesilesiyle insanoğlunun halifeliğinin görünmesi için olduğu “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” külliyatında yeri geldikçe çok nezih bir şekilde anlatılmıştır.

Evet; “İnsanî hakikat” çerçevesinde ve Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’ın şahsında, hatası sebebiyle Cennetten dünyaya sürgün edilen insan, kalb hakikatinde bitişik ruh ve nefs kutuplarından birinden birini gerçekleştirmek üzere sefillerin en sefili olan âleme, yani dünyaya sürgün edildi. “Mutlak Ölçü” ile sabit olduğu üzere, meâlen, “Şübhesiz ki Allah’tan geldik ve dönüşümüz yine O’nadır.” (Bakara Sûresi, Âyet: 156). Yine “Mutlak Ölçü” ile sabit olduğu üzere, meâlen, “Bütün kalbler Allah’ın iki parmağı arasındadır, onları dilediği şekilde evirip çevirir.” (Müslim, Kader: 3). Fizyoloji ilminin de teyid ettiği bir hakikat olarak, insan organizmasında (beden) kalb kası gayri iradî olarak kasılır ve böylece kalbi çalıştırır. Kalb kasının kasılmaması kalbin fonksiyonel olmaktan çıkması mânâsına gelir ki, bu durumda insan hayatı son bulur. İnsan iradesi bu noktada acizdir ve hiçbir şey yapamaz. Yani kalb, insan iradesinden bağımsız olup, Allah’ın tasarrufundadır. Kalb durdu mu hayat da durur, dolayısıyla da bütün inisiyatif Allah’ın iradesinde son bulur. “Mutlak Ölçü” ile sabit olduğu üzere, balçıktan yaratılan insan bedenine kendi nefesi veya nefsinden ruh üfleyen Allah Azze ve Celle, her şeye kaadirdir, kadîrdir.

İBDA Mimarı tarafından “sona, en sona geldik” ihtarı üzerinden bir değerlendirmek yapmak icab ettiğinde, Allah’ın bir vaadi olan “İstikbâl İslâmındır” müjdesi, bizzat Allah’ın muradının tecellisi hâlinde gerçekleşecektir ki bu, Kıyamet öncesi “son Âdem” mânâsını da mündemiç olarak, “iradesi Allah’ın iradesi olmuş insan” üzerinden husûle getirilecektir. Bütün kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Allah Resûlü’nün gölgesi hâlinde zuhur edecek olan Hazret-i Mehdi Aleyhisselâm ve yine Fahr-i Kâinat olan Allah Resûlü’nün şeriati ile amel etmek üzere bizzat Güneş feleğinden yeryüzüne indirilecek olan Hazret-i İsa Aleyhisselâm!

Not: Dünyaya gelmiş en son ki büyük ve güzel insan olarak gördüğümüz İBDA Mimarı Büyük Şahid Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun “Yaşamayı Deneme” isimli eserinde “Kim” ve “Âdem”, “Ben Kimim?” ve “Âdem Kim?” ifade kalıblarına sıkça yer vermiş olmasını iyi okumak gerekiyor.

Bu çerçeveden bakıldığında, ele alıp değerlendirmeyi murad ettiğimiz mevzu, “iyi, doğru ve güzel”i temsil eden “ruh kutbu” (Mehdiyyet!) ile “kötü, yanlış ve çirkin”i temsil eden “nefs kutbu” (Deccaliyyet!) arasındaki ezelî ve ebedî mücadelenin finali üzerinden bir değerlendirme yapmayı murad ettiğimiz de anlaşılmıştır sanırım. En azından gayretimiz bu yönde olacaktır. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri: “Hak şerleri hayreyler / Zannetme ki gayreyler / Ârif onu seyreyler / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler.”

Sokrates’in son sözleri üzerinden talebesi Eflâtun’a havale edilen horoz borcu mirası malûm... Sağlık ve tıb tanrısı Asklepios’a ödenmek üzere miras bırakılan horoz borcu! Bizce bu miras veya borç, ruh ve bedenin dengeli bir şekilde geliştirilmesini önceleyen ve söz konusu ilişkiyi dengede tutabilecek bir noktada belirli bir anlam kazanan Küllî ruh ile de doğrudan ilişkilidir. Sokrates’i idama götüren devlet sisteminin (Demokrasi!) iyi bir sistem olmadığının delili olarak, nasıl bir devlet sistemi olması gerektiğinin ihtarına kapı aralayan bir miras veya borç söz konusu. Eflâtun’un ömrünü adadığı duygu ve düşünce sistemi veya ideal devlet sistemi, bana soracak olursanız, idealar dünyası üzerinden Küllî ruhun iktidarını önceleyen ve ideal bir devlet plan, program ve projesine yataklık eden belirli bir duygu ve düşünce sistemini ihtar etmektedir. Bu tür bir duygu ve düşünce sistemi, İdealar âlemi ve gölge âlem çerçevesinde, diğer bir ifadeyle de ruhun eşya ve hadiseleri raks ettirmesi mânâsına, belirli bir duygu ve düşünce sistemi üzerinden “Devletlerin Devleti” mânâsını da mündemiçtir.

Modern filozoflardan Alfred North Whitehead’e göre Eflâtun’dan sonraki bütün batı felsefesi onun eserine düşülmüş dipnotlardan başka bir şey değildir.(1) Eflâtun’un ideal devlet plan, program ve projesi o gün bugündür gayesine erdirilememiştir. Bu mevzuda Kartezyen Felsefenin (Düalizm) kurucu iradesi olarak beliren Fransız düşünür Rene Descartes büyük bir fırsat yakalamasına rağmen söz konusu ideal devletin duygu ve düşünce sistematiğini gerçekleştirememiştir. Bunu gerçekleştirememesinin en büyük sebebi, ruh ve beden düalizminde küllî ruhun göz ardı edilmesidir, denilebilir. Daha doğrusu ruh ve beden düalitesinde İslâm dışı bir dünya görüşü geliştirmiş olmasıdır. Her ne kadar ruh ve beden tözlerini Tanrı tözü karşısında töz bile kabul etmeyen bir noktada temayüz etmiş ise de Descartes, eşya ve hadiselerin üstesinden gelmeyi beşerî akla bağladığından dolayıdır ki, bir iman mevzuu olan ve aklın ötesine hitab eden küllî ruhun iktidarına yol bulamamıştır. Dolayısıyla devletlerin devleti olabilecek bir ruh ve fikrin kurucu iradesi olmak imkânından mahrum kalmıştır. Onun açtığı yoldan en fazla Kapitalizmin kucağında laik, liberal ve demokratik bir devlet modeli inşa edilebilmiştir. Demokrasi’nin iyi bir devlet sistemi olmadığı Sokrates’ten bugüne anlaşılmadıysa eğer, inananlarını Kanlı Bedir’deki gibi büyük bir çukura gömmekten başka hiçbir çıkar yol kalmamış demektir.

Evet; 17. Asrın en önemli kafa adamlarından biri, hatta başlıcası olan ve Kartezyen Felsefe olarak da bilinen Tahlilî Hendeseyi kuran Descartes, ilmî çalışmalarında materyalist, metafizikte ise idealisttir. Descartes, kendisinden önce bütün bir Batı dünyasını hegomanyası altında tutan Skolastik düşüncenin papucunu dama atmakla kalmadı, Skolastik düşüncenin akla vurduğu prangayı yıkarak akla yepyeni bir istikamet verdi. Descartes’tan önce hiçbir kafa, karşı olmalarına rağmen Skolastik düşünceyi alt edememişti. Ama Descartes, onu yerle bir etti. Meşhur eseri “Usûl Hakkında Nutuk” isimli eseri üzerinden Skolastik düşünceyi kökünden harap etti. Bunu yaparken de, Kilise karşıtlığı üzerinden yapmadı, tam aksine, Kilise adına yaptı, daha doğrusu Kiliseye bağlı yeni bir akıl metodu getirerek yaptı. Akılla inanmanın yolunu açmak adına yaptı.(2) Descartes’ı Descartes yapan ve onu olması gerekenden uzak tutan da aynı şey olmuştur: Akla inanmak mânâsına akılla inanmak!

Descartes, genellikle siyaset felsefesi alanında klasik sayılacak bir filozof olarak düşünülmez. Yine de modern dönemin başlangıcını cogito’ya (episteme, bilgi) götüreceksek, Descartes doğrudan siyaset alanına dair pek bir şey söylememiş olmasına rağmen, genel felsefesinin siyasî sonuçları son derece önemlidir. Descartes’ın siyasî düşüncesiyle ilgili birkaç karşıt tez olduğu öne sürülebilir. Birincisi Descartes’ı gelenek karşıtı tavrı ve aklı özgürleştirme çabası üzerinden okumaya çalışan, Fransız Devrimi öncesi düşünürlerinden Hegel’e ve günümüze uzanan bir çizgidir ve çağdaş liberalizm Descartesçı felsefeyi liberal rasyonalizm olarak tanımlamaya çalışır. Martin Heiderger’in başını çektiği bir başka görüş ise Descartesçı düalizmi ve geometrik yöntemi totaliter deneyimlere ve doğanın ve insanın teknik sömürüsüne kapı açan bir gelişme olarak görür. Marksist ekol, özellikle 17. Yüzyıl felsefesinde burjuvazinin ve toplumsal sınıfların gelişimi üzerine önemli çalışmaları bulunan Antonio Negri ise Descartes’ın projesinin burjuva bireyin hâkim özne olarak ortaya çıkışının ve kapitalizmin başlangıcı olarak görür.(3)

Modern felsefenin doğuşunu haber veren Descartes’ın, Batı dünyasının bugünkü durumuna gelmesinde çok büyük katkıları olmuştur. Modern felsefe tarihinde Descartes’tan nasiplenmemiş hemen hiç bir filozof yoktur, denilebilir. Sırf bundan dolayıdır ki Fransa, bir zamanlar “Beşer zekâsının sekreteri” olarak kabul görmüştür. Bugün Fransa artık bir özürlü, daha doğrusu bir geri zekalı artık; zira “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”, dünyanın aklını başından almakla kalmadı, “Beşer zekasının sekreteri” olmak makamındadır. Rene Descartes’tan nasiplenen filozoflardan biri de Thomas Hobbes’tur (1588-1679).(4) Hobbes yalnızca İngiltere tarihinde değil, tüm dünya tarihinde büyük bir sıçramanın ilk adımını atan büyük bir düşünür ve siyasetçi olarak bilinir. Yaşadığı dönemde büyük krizlerle ve iç savaşla boğuşan İngiltere’nin kötü durumu, onu neredeyse tüm insanlık tarihini değiştirecek fikirler üretmeye sevk etmiştir. Takipçisi Spinoza’nın laik fikirlerine ilham kaynağı olduğu söylenen Hobbes, modern demokrasilerin ortaya çıkışında büyük rol oynamıştır.

Thomas Hobbes, “Descartes’ın İlk Felsefesi Üzerine Meditasyonlar” konulu bir eleştiri yazdı. 1641’de bu çalışma, Descartes’tan “Yanıtlar” ve buna eklenen “İtirazlar” bölümleriyle birlikte, bir üçlü çalışma biçiminde yayınlandı.(5) Hobbes’un devlet felsefesinin şekillenmesinde, dönemin bilimsel düşüncesinin ve kanlı İngiliz İç Savaşı’nın çok büyük etkisi vardır. O, matematiksel bilgiyi gerçeğe ulaşmanın yegâne yolu olarak görüyordu ve İngiliz İç Savaşı’nın en önemli nedeni ona göre din ve din sınıfıydı. Bu sebeble devlet felsefesini bilimsel ve laik bir temel üzerine inşa etti. Önerdiği devlet modeli dinin ve din sınıfının kontrol altına alındığı bir mutlak monarşiydi. Fakat Hobbes’un egemenliğin kaynağı, din ve din sınıfı hakkında ileri sürdüğü düşünceler onu önceki mutlak monarşi taraftarından ayırır. Çünkü o, önceki mutlak monarşi taraftarlarından farklı olarak, mutlak monarşiye “dini gerekçelerle” “din dışı” bir savunma getirmiş ve egemenliğin kaynağının Tanrı değil sözleşme olduğunu ileri sürerek laikliğin tohumlarını ekmiştir.(6)

Hobbes’un devlet felsefesini en çok etkileyen hadise, daha evvel de söylendiği üzere, ömrünün 11 yılını ülkesinden uzakta geçirmesine neden olan kanlı İç Savaştır. İngiliz toplumunu idarî, siyasî ve dinî bakımdan kamplara bölen ve binlerce kişinin ölümüyle sonuçlanan bu İç Savaşın etkisiyle toplum paramparça olmuş, düzen bozulmuş, üretim durma seviyesine gelmiş, can ve mal güvenliği yok olmuştu. Hobbes bu dönemi, herkesin herkesle savaş hâlinde olduğu “doğa durumuna” benzetir. Leviathan’da yer alan “korkulacak üstün bir güç olmasaydı yaşamın nasıl olacağı, önceden barışçı bir yönetim altında yaşamış olan insanların, bir iç savaş durumunda ne hâle geldiklerine bakılarak anlaşılabilir” ve “herhangi bir yönetim biçiminde genel olarak halkın karşı karşıya kalabileceği en büyük sıkıntıların, bir iç savaşın neden olduğu ıstırap ve korkunç felaketler ya da insanların başıboş yaşadığı onları yağma ve intikamdan alıkoyacak hukuk kurallarının ve zorlayıcı bir gücün olmadığı dönemlerin yanında bir hiç olduğu” ifadeleri onun böyle bir benzetme yaptığını göstermektedir. Seksen yaşındayken diyalog şeklinde yazdığı Behemoth(7) isimli eserinde iç savaşı “fitne” olarak nitelendirmesi onun bu fikrinin ölünceye kadar değişmediğini ortaya koymaktadır.(8)

Demişlerdir ki, 15. yüzyıl İtalya’sında Niccoló Machiavelli (1469-1527), 16. yüzyıl Fransa’sında Jean Bodin (1530-1596) çözümü mutlakiyetçi rejimlerde gördüyse, 17. yüzyıl İngiltere’sinde de Hobbes (1588-1679) barış ve güvenliğin sağlanmasını için Leviathan adını verdiği benzer bir rejim önermiştir.(9)

Neyse. Bizim burada üzerinde durmak istediğimiz mevzu, Sokrates’in horoz borcu ve Eflâtun’un İdealar âlemi istikametinde şekillenen ideal devlet plan, program ve projesinin sonuçları itibariyle neye tekabül ettiği ve bunun murada uygun bir noktada nasıl bir forma kavuşturulması gerektiği üzerinedir. Bu çerçevede nihaî nokta itibariyle karşımıza iki devlet modeli çıkmaktadır ki bunlardan biri Thomas Hobbes’un üzerinde durduğu ve Kristal Krallık hayâli güden Satanist-Paganist veya Putperest Yahudi aklının ram olduğu Leviathan, diğeri ise Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl tarafından çerçevesi çizilen ve İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu tarafından içi doldurulan veya muhteva zenginliği kazandırılan Başyücelik Devleti’dir.
Leviathan, Tevrat ve İncil’de kötülüğü temsil eden bir su canavarının adı olarak geçmektedir. Bu kavram 1651 yılında Thomas Hobbes’un ünlü “Leviathan” adlı eseri ile mutlak güç ve yetkilere sahip egemen bir devleti ifade etmek üzere kullanıldı… Leviathan kavramı günümüzde akademik literatürde güç ve yetkileri ve faaliyetleri oldukça genişlemiş bir devleti ifade etmek üzere kullanılmaktadır.(10) Leviathan kavramı ileride teşrih masasına yatırılacaktır.

Başyücelik Devleti, her şeyden evvel Büyük Doğu idealinin bir devlet plan, program ve projesidir. Daha doğrusu Büyük Doğu idealine sımsıkı bağlı bir devlet idaresi veya iradesinin adıdır Başyücelik Devleti… Kendisini yeni zaman ve mekâna, daha doğrusu 21. yüzyıla teklif eden İslâmî bir dünya görüşünün devlet idare şekli...

“İslâm’da idare şekli yoktur, idare ruhu vardır” ölçüsüne uygun olarak, bugüne kadarki tarih sahnesinde hiçbir benzerine rastlanmayan ve hiçbir benzeri de olmayan bir idare şekli olarak Büyük Doğu-İBDA Mimarları tarafından gündeme getirilmiştir Başyücelik Devleti modeli... Tafsilâtını merak edenlere, İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun 1995 yılında İBDA Yayınları’ndan çıkan “Başyücelik Devleti -Yeni Dünya Düzeni” adlı eserini okumalarını şiddetle ve hararetle tavsiye ederiz.

Başyücelik Devleti’nin Büyük Doğu idealine sımsıkı bağlı bir idare şekli olduğunu söyledik. Bu arada hemen şunu da ekleyelim ki, bugün madde ve mânâda “Yürüyen Büyük Doğu”yu temsil eden İBDA’dır. Bu ifâde bizzat İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’na âit olmakla birlikte, denilebilir ki; bugün Başyücelik Devleti doğrudan doğruya İBDA’nın tasarrufu altındadır. Adeta İBDA, Büyük Doğu idealinin idare şekli veya siyasî sisteminin “ahlâkî karakteri” durumundadır. Yâni, Başyücelik Devleti İBDA’dan sorulur veya onun hasrındadır.

Mademki Başyücelik Devleti’nin Büyük Doğu idealine sımsıkı bağlı olduğunu söyledik, öyleyse Büyük Doğu idealinin ne olduğuna dair bir hatırlatmada bulunalım. Büyük Doğu Mimarı Üstad Necib Fazıl:

“Büyük Doğu, İslâmiyetin emir subaylığı... Büyük Doğu, İslâm içinde ne yeni bir mezhep, ne de yeni bir içtihat kapısı... Sadece “Sünnet ve Cemaat Ehli” tabirinin ifadelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslâmiyete yol açma geçidi; ve çoktanberi kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti Yirmibirinci Asrın eşiğinde eşya ve hadiselere tatbik etme işi... Galiba işlerin de en değerli ve pahalısı...”(11)

 
İstikbalin şekillendirilmesinde “Devletlerin Devleti” mânâsını mündemiç “Dünya Devleti” olmaya namzet birbirine zıt iki devlet modeli olarak ele almayı düşündüğümüz Leviathan ve Başyücelik Devleti modelleri, “Mutlak Varlık” olan Allah’ın kıyamet öncesi vaadinin gerçekleştirilmesi mânâsına, “İstikbâl İslamındır” müjdeli haberi veya istikameti çerçevesinde kritik edilecektir. Bu çerçeveden olarak başın başında şu: Cennet ehli iken, Şeytanın vesvesesi üzerinden Hazret-i Havva Annemiz Hazret-i Âdem Babamızı yasak meyveden yemeye ikna etmiş ve hata yapmasına vesile olmuştur. Bu hata da hep birlikte Cennetten sürgün edilmelerine yol açmıştır. Hata neticesinde sürgün edilmişliğin hikmetlerinden biri, hatta başlıcası Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’ın şahsında veya onun vesilesiyle insanoğlunun halifeliğinin görünmesi için olduğu “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” külliyatında yeri geldikçe çok nezih bir şekilde anlatılmıştır.

Evet; “İnsanî hakikat” çerçevesinde ve Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’ın şahsında, hatası sebebiyle Cennetten dünyaya sürgün edilen insan, kalb hakikatinde bitişik ruh ve nefs kutuplarından birinden birini gerçekleştirmek üzere sefillerin en sefili olan âleme, yani dünyaya sürgün edildi. “Mutlak Ölçü” ile sabit olduğu üzere, meâlen, “Şübhesiz ki Allah’tan geldik ve dönüşümüz yine O’nadır.” (Bakara Sûresi, Âyet: 156). Yine “Mutlak Ölçü” ile sabit olduğu üzere, meâlen, “Bütün kalbler Allah’ın iki parmağı arasındadır, onları dilediği şekilde evirip çevirir.” (Müslim, Kader: 3). Fizyoloji ilminin de teyid ettiği bir hakikat olarak, insan organizmasında (beden) kalb kası gayri iradî olarak kasılır ve böylece kalbi çalıştırır. Kalb kasının kasılmaması kalbin fonksiyonel olmaktan çıkması mânâsına gelir ki, bu durumda insan hayatı son bulur. İnsan iradesi bu noktada acizdir ve hiçbir şey yapamaz. Yani kalb, insan iradesinden bağımsız olup, Allah’ın tasarrufundadır. Kalb durdu mu hayat da durur, dolayısıyla da bütün inisiyatif Allah’ın iradesinde son bulur. “Mutlak Ölçü” ile sabit olduğu üzere, balçıktan yaratılan insan bedenine kendi nefesi veya nefsinden ruh üfleyen Allah Azze ve Celle, her şeye kaadirdir, kadîrdir.

İBDA Mimarı tarafından “sona, en sona geldik” ihtarı üzerinden bir değerlendirmek yapmak icab ettiğinde, Allah’ın bir vaadi olan “İstikbâl İslâmındır” müjdesi, bizzat Allah’ın muradının tecellisi hâlinde gerçekleşecektir ki bu, Kıyamet öncesi “son Âdem” mânâsını da mündemiç olarak, “iradesi Allah’ın iradesi olmuş insan” üzerinden husûle getirilecektir. Bütün kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Allah Resûlü’nün gölgesi hâlinde zuhur edecek olan Hazret-i Mehdi Aleyhisselâm ve yine Fahr-i Kâinat olan Allah Resûlü’nün şeriati ile amel etmek üzere bizzat Güneş feleğinden yeryüzüne indirilecek olan Hazret-i İsa Aleyhisselâm!

Not: Dünyaya gelmiş en son ki büyük ve güzel insan olarak gördüğümüz İBDA Mimarı Büyük Şahid Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun “Yaşamayı Deneme” isimli eserinde “Kim” ve “Âdem”, “Ben Kimim?” ve “Âdem Kim?” ifade kalıblarına sıkça yer vermiş olmasını iyi okumak gerekiyor.

Bu çerçeveden bakıldığında, ele alıp değerlendirmeyi murad ettiğimiz mevzu, “iyi, doğru ve güzel”i temsil eden “ruh kutbu” (Mehdiyyet!) ile “kötü, yanlış ve çirkin”i temsil eden “nefs kutbu” (Deccaliyyet!) arasındaki ezelî ve ebedî mücadelenin finali üzerinden bir değerlendirme yapmayı murad ettiğimiz de anlaşılmıştır sanırım. En azından gayretimiz bu yönde olacaktır. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri: “Hak şerleri hayreyler / Zannetme ki gayreyler / Ârif onu seyreyler / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler.”

Sokrates’in son sözleri üzerinden talebesi Eflâtun’a havale edilen horoz borcu mirası malûm... Sağlık ve tıb tanrısı Asklepios’a ödenmek üzere miras bırakılan horoz borcu! Bizce bu miras veya borç, ruh ve bedenin dengeli bir şekilde geliştirilmesini önceleyen ve söz konusu ilişkiyi dengede tutabilecek bir noktada belirli bir anlam kazanan Küllî ruh ile de doğrudan ilişkilidir. Sokrates’i idama götüren devlet sisteminin (Demokrasi!) iyi bir sistem olmadığının delili olarak, nasıl bir devlet sistemi olması gerektiğinin ihtarına kapı aralayan bir miras veya borç söz konusu. Eflâtun’un ömrünü adadığı duygu ve düşünce sistemi veya ideal devlet sistemi, bana soracak olursanız, idealar dünyası üzerinden Küllî ruhun iktidarını önceleyen ve ideal bir devlet plan, program ve projesine yataklık eden belirli bir duygu ve düşünce sistemini ihtar etmektedir. Bu tür bir duygu ve düşünce sistemi, İdealar âlemi ve gölge âlem çerçevesinde, diğer bir ifadeyle de ruhun eşya ve hadiseleri raks ettirmesi mânâsına, belirli bir duygu ve düşünce sistemi üzerinden “Devletlerin Devleti” mânâsını da mündemiçtir.

Modern filozoflardan Alfred North Whitehead’e göre Eflâtun’dan sonraki bütün batı felsefesi onun eserine düşülmüş dipnotlardan başka bir şey değildir.(1) Eflâtun’un ideal devlet plan, program ve projesi o gün bugündür gayesine erdirilememiştir. Bu mevzuda Kartezyen Felsefenin (Düalizm) kurucu iradesi olarak beliren Fransız düşünür Rene Descartes büyük bir fırsat yakalamasına rağmen söz konusu ideal devletin duygu ve düşünce sistematiğini gerçekleştirememiştir. Bunu gerçekleştirememesinin en büyük sebebi, ruh ve beden düalizminde küllî ruhun göz ardı edilmesidir, denilebilir. Daha doğrusu ruh ve beden düalitesinde İslâm dışı bir dünya görüşü geliştirmiş olmasıdır. Her ne kadar ruh ve beden tözlerini Tanrı tözü karşısında töz bile kabul etmeyen bir noktada temayüz etmiş ise de Descartes, eşya ve hadiselerin üstesinden gelmeyi beşerî akla bağladığından dolayıdır ki, bir iman mevzuu olan ve aklın ötesine hitab eden küllî ruhun iktidarına yol bulamamıştır. Dolayısıyla devletlerin devleti olabilecek bir ruh ve fikrin kurucu iradesi olmak imkânından mahrum kalmıştır. Onun açtığı yoldan en fazla Kapitalizmin kucağında laik, liberal ve demokratik bir devlet modeli inşa edilebilmiştir. Demokrasi’nin iyi bir devlet sistemi olmadığı Sokrates’ten bugüne anlaşılmadıysa eğer, inananlarını Kanlı Bedir’deki gibi büyük bir çukura gömmekten başka hiçbir çıkar yol kalmamış demektir.

Evet; 17. Asrın en önemli kafa adamlarından biri, hatta başlıcası olan ve Kartezyen Felsefe olarak da bilinen Tahlilî Hendeseyi kuran Descartes, ilmî çalışmalarında materyalist, metafizikte ise idealisttir. Descartes, kendisinden önce bütün bir Batı dünyasını hegomanyası altında tutan Skolastik düşüncenin papucunu dama atmakla kalmadı, Skolastik düşüncenin akla vurduğu prangayı yıkarak akla yepyeni bir istikamet verdi. Descartes’tan önce hiçbir kafa, karşı olmalarına rağmen Skolastik düşünceyi alt edememişti. Ama Descartes, onu yerle bir etti. Meşhur eseri “Usûl Hakkında Nutuk” isimli eseri üzerinden Skolastik düşünceyi kökünden harap etti. Bunu yaparken de, Kilise karşıtlığı üzerinden yapmadı, tam aksine, Kilise adına yaptı, daha doğrusu Kiliseye bağlı yeni bir akıl metodu getirerek yaptı. Akılla inanmanın yolunu açmak adına yaptı.(2) Descartes’ı Descartes yapan ve onu olması gerekenden uzak tutan da aynı şey olmuştur: Akla inanmak mânâsına akılla inanmak!

Descartes, genellikle siyaset felsefesi alanında klasik sayılacak bir filozof olarak düşünülmez. Yine de modern dönemin başlangıcını cogito’ya (episteme, bilgi) götüreceksek, Descartes doğrudan siyaset alanına dair pek bir şey söylememiş olmasına rağmen, genel felsefesinin siyasî sonuçları son derece önemlidir. Descartes’ın siyasî düşüncesiyle ilgili birkaç karşıt tez olduğu öne sürülebilir. Birincisi Descartes’ı gelenek karşıtı tavrı ve aklı özgürleştirme çabası üzerinden okumaya çalışan, Fransız Devrimi öncesi düşünürlerinden Hegel’e ve günümüze uzanan bir çizgidir ve çağdaş liberalizm Descartesçı felsefeyi liberal rasyonalizm olarak tanımlamaya çalışır. Martin Heiderger’in başını çektiği bir başka görüş ise Descartesçı düalizmi ve geometrik yöntemi totaliter deneyimlere ve doğanın ve insanın teknik sömürüsüne kapı açan bir gelişme olarak görür. Marksist ekol, özellikle 17. Yüzyıl felsefesinde burjuvazinin ve toplumsal sınıfların gelişimi üzerine önemli çalışmaları bulunan Antonio Negri ise Descartes’ın projesinin burjuva bireyin hâkim özne olarak ortaya çıkışının ve kapitalizmin başlangıcı olarak görür.(3)

Modern felsefenin doğuşunu haber veren Descartes’ın, Batı dünyasının bugünkü durumuna gelmesinde çok büyük katkıları olmuştur. Modern felsefe tarihinde Descartes’tan nasiplenmemiş hemen hiç bir filozof yoktur, denilebilir. Sırf bundan dolayıdır ki Fransa, bir zamanlar “Beşer zekâsının sekreteri” olarak kabul görmüştür. Bugün Fransa artık bir özürlü, daha doğrusu bir geri zekalı artık; zira “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”, dünyanın aklını başından almakla kalmadı, “Beşer zekasının sekreteri” olmak makamındadır. Rene Descartes’tan nasiplenen filozoflardan biri de Thomas Hobbes’tur (1588-1679).(4) Hobbes yalnızca İngiltere tarihinde değil, tüm dünya tarihinde büyük bir sıçramanın ilk adımını atan büyük bir düşünür ve siyasetçi olarak bilinir. Yaşadığı dönemde büyük krizlerle ve iç savaşla boğuşan İngiltere’nin kötü durumu, onu neredeyse tüm insanlık tarihini değiştirecek fikirler üretmeye sevk etmiştir. Takipçisi Spinoza’nın laik fikirlerine ilham kaynağı olduğu söylenen Hobbes, modern demokrasilerin ortaya çıkışında büyük rol oynamıştır.

Thomas Hobbes, “Descartes’ın İlk Felsefesi Üzerine Meditasyonlar” konulu bir eleştiri yazdı. 1641’de bu çalışma, Descartes’tan “Yanıtlar” ve buna eklenen “İtirazlar” bölümleriyle birlikte, bir üçlü çalışma biçiminde yayınlandı.(5) Hobbes’un devlet felsefesinin şekillenmesinde, dönemin bilimsel düşüncesinin ve kanlı İngiliz İç Savaşı’nın çok büyük etkisi vardır. O, matematiksel bilgiyi gerçeğe ulaşmanın yegâne yolu olarak görüyordu ve İngiliz İç Savaşı’nın en önemli nedeni ona göre din ve din sınıfıydı. Bu sebeble devlet felsefesini bilimsel ve laik bir temel üzerine inşa etti. Önerdiği devlet modeli dinin ve din sınıfının kontrol altına alındığı bir mutlak monarşiydi. Fakat Hobbes’un egemenliğin kaynağı, din ve din sınıfı hakkında ileri sürdüğü düşünceler onu önceki mutlak monarşi taraftarından ayırır. Çünkü o, önceki mutlak monarşi taraftarlarından farklı olarak, mutlak monarşiye “dini gerekçelerle” “din dışı” bir savunma getirmiş ve egemenliğin kaynağının Tanrı değil sözleşme olduğunu ileri sürerek laikliğin tohumlarını ekmiştir.(6)

Hobbes’un devlet felsefesini en çok etkileyen hadise, daha evvel de söylendiği üzere, ömrünün 11 yılını ülkesinden uzakta geçirmesine neden olan kanlı İç Savaştır. İngiliz toplumunu idarî, siyasî ve dinî bakımdan kamplara bölen ve binlerce kişinin ölümüyle sonuçlanan bu İç Savaşın etkisiyle toplum paramparça olmuş, düzen bozulmuş, üretim durma seviyesine gelmiş, can ve mal güvenliği yok olmuştu. Hobbes bu dönemi, herkesin herkesle savaş hâlinde olduğu “doğa durumuna” benzetir. Leviathan’da yer alan “korkulacak üstün bir güç olmasaydı yaşamın nasıl olacağı, önceden barışçı bir yönetim altında yaşamış olan insanların, bir iç savaş durumunda ne hâle geldiklerine bakılarak anlaşılabilir” ve “herhangi bir yönetim biçiminde genel olarak halkın karşı karşıya kalabileceği en büyük sıkıntıların, bir iç savaşın neden olduğu ıstırap ve korkunç felaketler ya da insanların başıboş yaşadığı onları yağma ve intikamdan alıkoyacak hukuk kurallarının ve zorlayıcı bir gücün olmadığı dönemlerin yanında bir hiç olduğu” ifadeleri onun böyle bir benzetme yaptığını göstermektedir. Seksen yaşındayken diyalog şeklinde yazdığı Behemoth(7) isimli eserinde iç savaşı “fitne” olarak nitelendirmesi onun bu fikrinin ölünceye kadar değişmediğini ortaya koymaktadır.(8)

Demişlerdir ki, 15. yüzyıl İtalya’sında Niccoló Machiavelli (1469-1527), 16. yüzyıl Fransa’sında Jean Bodin (1530-1596) çözümü mutlakiyetçi rejimlerde gördüyse, 17. yüzyıl İngiltere’sinde de Hobbes (1588-1679) barış ve güvenliğin sağlanmasını için Leviathan adını verdiği benzer bir rejim önermiştir.(9)

Neyse. Bizim burada üzerinde durmak istediğimiz mevzu, Sokrates’in horoz borcu ve Eflâtun’un İdealar âlemi istikametinde şekillenen ideal devlet plan, program ve projesinin sonuçları itibariyle neye tekabül ettiği ve bunun murada uygun bir noktada nasıl bir forma kavuşturulması gerektiği üzerinedir. Bu çerçevede nihaî nokta itibariyle karşımıza iki devlet modeli çıkmaktadır ki bunlardan biri Thomas Hobbes’un üzerinde durduğu ve Kristal Krallık hayâli güden Satanist-Paganist veya Putperest Yahudi aklının ram olduğu Leviathan, diğeri ise Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl tarafından çerçevesi çizilen ve İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu tarafından içi doldurulan veya muhteva zenginliği kazandırılan Başyücelik Devleti’dir.
Leviathan, Tevrat ve İncil’de kötülüğü temsil eden bir su canavarının adı olarak geçmektedir. Bu kavram 1651 yılında Thomas Hobbes’un ünlü “Leviathan” adlı eseri ile mutlak güç ve yetkilere sahip egemen bir devleti ifade etmek üzere kullanıldı… Leviathan kavramı günümüzde akademik literatürde güç ve yetkileri ve faaliyetleri oldukça genişlemiş bir devleti ifade etmek üzere kullanılmaktadır.(10) Leviathan kavramı ileride teşrih masasına yatırılacaktır.

Başyücelik Devleti, her şeyden evvel Büyük Doğu idealinin bir devlet plan, program ve projesidir. Daha doğrusu Büyük Doğu idealine sımsıkı bağlı bir devlet idaresi veya iradesinin adıdır Başyücelik Devleti… Kendisini yeni zaman ve mekâna, daha doğrusu 21. yüzyıla teklif eden İslâmî bir dünya görüşünün devlet idare şekli...

“İslâm’da idare şekli yoktur, idare ruhu vardır” ölçüsüne uygun olarak, bugüne kadarki tarih sahnesinde hiçbir benzerine rastlanmayan ve hiçbir benzeri de olmayan bir idare şekli olarak Büyük Doğu-İBDA Mimarları tarafından gündeme getirilmiştir Başyücelik Devleti modeli... Tafsilâtını merak edenlere, İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun 1995 yılında İBDA Yayınları’ndan çıkan “Başyücelik Devleti -Yeni Dünya Düzeni” adlı eserini okumalarını şiddetle ve hararetle tavsiye ederiz.
Başyücelik Devleti’nin Büyük Doğu idealine sımsıkı bağlı bir idare şekli olduğunu söyledik. Bu arada hemen şunu da ekleyelim ki, bugün madde ve mânâda “Yürüyen Büyük Doğu”yu temsil eden İBDA’dır. Bu ifâde bizzat İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’na âit olmakla birlikte, denilebilir ki; bugün Başyücelik Devleti doğrudan doğruya İBDA’nın tasarrufu altındadır. Adeta İBDA, Büyük Doğu idealinin idare şekli veya siyasî sisteminin “ahlâkî karakteri” durumundadır. Yâni, Başyücelik Devleti İBDA’dan sorulur veya onun hasrındadır.

Mademki Başyücelik Devleti’nin Büyük Doğu idealine sımsıkı bağlı olduğunu söyledik, öyleyse Büyük Doğu idealinin ne olduğuna dair bir hatırlatmada bulunalım. Büyük Doğu Mimarı Üstad Necib Fazıl:

“Büyük Doğu, İslâmiyetin emir subaylığı... Büyük Doğu, İslâm içinde ne yeni bir mezhep, ne de yeni bir içtihat kapısı... Sadece “Sünnet ve Cemaat Ehli” tabirinin ifadelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslâmiyete yol açma geçidi; ve çoktanberi kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti Yirmibirinci Asrın eşiğinde eşya ve hadiselere tatbik etme işi... Galiba işlerin de en değerli ve pahalısı...”(11)

 
1-http://www.felsefe.gen.tr/platon_eflatun_kimdir.asp
2-Necip Fazıl Kısakürek, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvudu, bd yayınları, 26. Baskı, İstanbul, 2018, sh.49.
3-https://www.academia.edu/11525550/Descartes%C4%B1n_Siyaset_S%C3%B6ylemi
4-5 Nisan 1588 yılında İngiltere’nin güney batısında bulunan Malmesbury kasabasında doğan Thomas Hobbes, neredeyse bir asır süren yaşamında (1588-1679) felsefe, din, matematik, psikoloji, mantık ve dil gibi çok farklı alanlarda eserler ortaya koymuştur. Ancak o, daha çok Tevrat’ta adı geçen bir canavardan esinlenerek adını koyduğu Leviathan isimli eseriyle tanınır. Bu eserinde; meraklı, akıllı, bencil ve tutkularının esiri olarak gördüğü insan için en uygun yönetim biçiminin, “bütün iktidarı elinde tutan, kudreti ve şerefi herkesten büyük, karşısında başkalarının gücünü ve şerefini kaybettiği” bir egemen tarafından yönetilen mutlak monarşi olduğunu söyler. Bu nedenle Niccoló Machiavelli, Jean Bodin, Jacques-Benigne Bossuet gibi düşünürlerle birlikte mutlakıyetçi olarak değerlendirilir. Ancak Hobbes’u diğer mutlakıyetçi düşünürlerden ayıran çok önemli bir fark vardır. O da mutlak monarşiye dini gerekçelerle, “din dışı” bir savunma getirmeye çalışmasıdır. Başyapıtı Leviathan’da dinî meseleler üzerinde çok fazla durması da bu çabanın bir yansımasıdır. Kutsal metinlerden çeşitli deliller sunarak ele aldığı bu dinî meselelerin bir kısmını, dünyevi egemenin egemenlik hakkına zarar vermeyecek şekilde yorumlaması, bir kısmını ise dinî temeli olmadığı gerekçesiyle reddetmesi onun bu konuda başka bir şey söylemek istediğini göstermektedir.
5-https://www.gazeteduvar.com.tr/dunya-forum/2018/02/04/dunya-forum-thomas-hobbes-dunyayi-degistiren-adam/
6-http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/38/1823/19215.pdf
7-Yahudi inancı veya kültüründe birçok acaib yaratıktan sıkça söz edilir. Öyle ki bu yaratıkların adları önce Tevrat’ın farklı bölümlerinde, Biblik dönemden sonra ise; II. Bet Ha Mikdaş döneminden kalan Ölü Deniz Yazıtları’nda, Talmud’da, Midraşik kayıtlarda, ilerleyen yüzyıllarda ise önemli din bilginlerinin yorumlarında çokça işlenmektedir. Bunlardan biri de Behemoth’tur. Behemoth, dinozorla timsah arası özellikler taşıyan, en çok da su aygırına benzeyen mitolojik bir yaratıktır. Kemikleri bronzdan daha sert, bacakları demir kalın borular gibidir. ‘Behemoth’ adı bir benzetme olarak çok iri ve şişman, dev gibi insanlar için de kullanılır. Tıpkı Leviathan gibi, Behemoth’da yenilmesi ve yok edilmesi imkânsız olan bir yaratıktır. Karada yaşar. MS 2.yüzyılda kaleme alınmış olan Enoh (Hanoh) kitabında, çölde yaşadağı, cennetin doğusunda seçilmişlerin ve inançlıların arasında durduğu yazılıdır. (1. Enoh 60:7-8). Kıyamet gününde, Behemoth, Leviathan ile dövüşecek, sonuçta ikisi de ölecektir. Bazı inanışlara göre, Behemoth, Olam ha-Ba’da (Gelecek Dünya), Maşiyah’ın hizmetinde olacaktır. Olam ha-BA, Tanrı’nın krallığı olup, Maşiyah’ın gelmesinden sonra kurulacaktır. (http://www.salom.com.tr/arsiv/haber-89447-efsanevi_yaratiklar.html)
8-http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/38/1823/19215.pdf
9-http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/38/1823/19215.pdf
10-http://www.canaktan.org/politika/anti_leviathan/leviathan-nedir.htm
11-Necib Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, bd yayınları, İstanbul, s. 10

Baran Dergisi 635. Sayı