İnsan sevdiği varlığın ölümüne kolay kolay inanamıyor! Bu, aslında güzel bir duygu. Güzelliğini, özgürlüğü hep ruhunun acısında duymuş eşsiz bir ruhu; merhum Salih Mirzabeyoğlu’nu Eyüb mezarlığındaki kabrinde ziyaret edişlerimde, içimde, ona gerçekten rastlayacakmışım gibi bir his doğmaya başlayınca anladım. Bir hakikati; ölüm gibi büyük bir gerçekliğin olduğu bir dünyada varoluşun ölüme hazırlıktan, ölümün şuuruna varmaktan ibaret olduğunu kavradım. Kalbim bu duygularla dolu, mezarı başında dua ederken, canlı hayâli gözümün önünde beliriyor, hayranlık ve acı içinde onunla konuşuyorum. Kalbindeki duyguları, kafasındaki fikirleri paylaştığı kadim bir dostu olarak, bu yüce insanın sevgisinin ışığını üzerimde hissettiğim zamanlarda duyduğum mutluluğu mezarı başında da duyuyorum. İnsan, hayatın “gerçek insan”ı sevmekle başladığını onu kaybetmekle de sona erdiğini, ancak dünyaya bakan bir çift gözden ibaret kalınca anlıyor. Benim hâlim de bu. Keşke, sevginin o her şeyi başaran sessiz gücü dilime yansısa da, muhal gördüğümüz olayların mümkün, o kadar uzak zannettiğimiz şeylerin o kadar yakın olduğunu anlatabilseydim.

Salih Mirzabeyoğlu halk âlemine bakmasını bilen, kâinatın Hakk’ın cemâlini yansıtan bir ayna olarak gören, Yaratıcıyı yücelttikçe, gözünde yaratılanın küçüldüğü bir insandı. “Sır idraki”nden mahrum, entelektüel meraktan yoksun, buna mukabil, klişe konulara odaklanmakta ve bunlar üzerine kafa yormakta mahir “öğrenimli cahil”lerin uzak durduğu meselelere ilgi duyar, bunların çok önemsediği konuları ise hiç umursamazdı. Bizlerin ulaşmak, yakalamak ve sahip olmak için bir ömür boyu peşinden koştuğumuz dünyalık işler onu hiç ilgilendirmez, hatta bunları şuurlu biçimde reddederdi. Tüm bunları başkalarının kendisinden beklediği bir başarıyı sergilemek için değil, sırf aydın olmanın sorumluluğu içinde, kendi tercihiyle yapardı. Nefs emniyeti içinde zamanına, meselelere ve hayatına hâkim oluşu davranışlarına da yansır, mutluluğun kadere rıza göstermekten ibaret olduğunun bilincindeki bu mütevekkil insanın asaletindeki gerçek değeri görmek, çevresindeki hemen herkes üzerinde hayranlık uyandırırdı. Bu da onu, “toksik bilgi”yle zihinleri yemledikçe kendini çok donanımlı zanneden, edindikleri sistemleştirilmiş malûmat arttıkça zihinleri karışan, kuşkuyla bakmaları gereken pek çok şeye hiç sorgulamadan inanırken, şüpheciliklerini Allah’a ve dine yönelten perdelenmişlerden farklı kılardı. Farklılığını, insanlığı kapitalizm yahut sosyalizm “kab”larının birinden birine sığdırmaya çalışan, hakikatten ziyade kendi devamlılığının derdindeki düzmece bilginin peşinde koşan aydınlar zümresine, insanın ve insanı insan yapan hasletlerin bu ufacık ve yanlış kablara sığmayacağını, değişmez bilgi ve amellere taalluk eden Mutlak Fikir’den hareketle temellendirdiği ve sistem bazında örgüleştirdiği “Bütüncül Yapı”yla gösterdi. Lâkin, resmî ideolojinin dayattığı anlayışa teslimiyeti aydın olmakla özdeşleştirenlerin böyle bir büyük gerçekliğe inanacak cesaretleri hiç olmadı. Kimi anlamıyorum ucuzculuğuna yatarken, kimisi de “sükût senfonisi”ne yazılmayı tercih etti.

Oysa, “aydın çağından mesuldür.” Hakikatler de tek ve doğrulanmaya ihtiyacı olmayan Mutlak hakikatten ibarettir. Çokluk bilinende ve görüntülerdedir. Bilinenin ve görüntülerin artmasıyla hakikat artmaz. Fakat gaflet, yanılma ve unutma ruhu sardığı zaman keşf ve görüş kısalır, ilim işlerin iç yüzünü görmez. Bir bütün olan âlemi birlik ve bütünlüğü içinde kavrayamaz. Zira, dışımızdaki dünya içimizdeki dünyadan ayrı değildir. Ancak, işaretten işaret edilene yönelebilmeniz, şeylerin maddî kabuğunu delip göze görünmeyen hakikati görebilmeniz için, ruhunuzdaki dönüşüme şuur seviyenizdeki değişimin karşılık vermesi, gözün, içerdiği şeyleri geliştiren tekâmül etmiş bir ruhun penceresi olması gerekir. Göz böyle bir ruhun penceresi olduğu zaman, bütünün diğer kısımları da derhal parçayı takip edecek, mânâların kaynağı olan suretler âlemi gözümüzün önünde açılacaktır. Dışımızda olduğu sürece göremediğimiz formlar içimize nüfuz etmekle mânâlar tecelliye gelecek, bizde bir heyecan ve temâşa zevki yaratacaktır. Her an yeniden var olan ve daimi bir devinimle hayat bulan suretler âlemini yenilenmiş, yeni bir bakışla görebilmenin ve “öz”e en uygun formu giydirebilmenin biricik yolu budur. Bu hakikati gözardı ettiğiniz zaman konformist, rutine bağlı; yitirilmiş bir hayatın parçası haline gelir, tükenirsiniz. Dolayısıyla, Mutlak Olan’a özlem duymayan, O’na yönelmeyen, O’nu an’da yakalamanın arayışı içinde olmayan her ruh değersizdir. Mutlak Fikir’le bağı olan “Bütün Fikrin Gerekliliği”nin önemini kavramadan, parça parça hakikatlerle bütünün kuşatılabileceği, farklı değişkenlerin korelasyonuyla, eşya ve hadiselerin teshirinde tam bir tanıma sağlayacak bir bütüncül yapının kurulabileceği zannı, yanlış bir zandır.

“Her şeyden önce kelâm vardı.” Allah âlemi kelâmın sonsuzluğuyla yarattı. Her şey tek hamlede ve tüm zamanlar için söylendi. Dolayısıyla iç âlemimizin düzene kavuşması, eşyadaki kaosun bitmesi ve kelâmın sihrini göstermesi için doğru kelimeyi bulmak esastır… Bulduğunuz zaman eşyaya düzen gelecek, her şey yerli yerine oturacaktır. Onun içindir ki, kelâmın sırlarına eren ruh, bahtiyar bir ruhtur. Merhum Salih Mirzabeyoğlu bu kafilenin seçkinlerindendi. Hz. Ali (RA)’ın; “O’nun rahmeti, evliyâsını, azabının şiddeti içinde kapsar,” sözünde buyurulduğu gibi, kemâli nisbetinde çilesi de büyük, ismiyle müsemma olan salih bir kuldu. Bilgisi keşfî, bilgisinin sezgisi imâna özgüydü. Kanatları yanasıya “oluş” mertebelerinde yükseldikçe, İlâhî sırları idrak hususunda aklın yetersiz kaldığını, her bilenin üzerinde, “Her şeyi bilen”in var olduğunu gördü. Müşahede ettiği olağanüstü hadiseleri, duyduğu, anlatılması zor güzel sözleri kendi ruhunda kavradı. Fakat gördü ki, ortalama insanın tahammül edemeyeceği bu güzellikleri dillendirmesine izin yok! O da şahitlik ettiği hakikatlerin izini eserlerinde sürdü. Bu yolda her şey onun için malzeme hükmündeydi, bunları yoğurdu, biçimlendirdi, kalıba döktü ve yeni bir dile dönüştürdü. Dolayısıyla, Salih Mirzabeyoğlu’nu tanımak ve eserlerini anlamak, ancak bu dili anlamakla mümkündür. Bu da bilgi ve hakikat kavramlarıyla alâkalıdır, nihayetinde de bir irade işidir. Oysa bizler, birkaç yüz kelimeye indirgenmiş bir dilin özendirildiği, iletişim imkânlarındaki artışın iletişimsizliğin kaynağı haline geldiği bir dünyada yaşıyoruz ve ölü bir dilin içinden konuşuyoruz. Halbuki, “Her dil ayrı bir dünya ve bu dille sarkılan her mevzu ayrı bir dünya kurmadır.” Dolayısıyla, kuracağınız dünyanın anlamlı olabilmesi için, dilinizin de farklı bir formda gördüğü fikri, farklı seviyelerde sorgulayacak bir zenginlik, olgunluk ve tutarlılık içinde olması gerekir. Aksi takdirde, farklı bir formda gördüğünüz fikri tanıma ve ona farklı anlamlar yaratacak biçimde yeni bir form giydirme şansınız olmaz. Oysa bir fikrin yayılabilmesi için yapısal formlara- maddi taşıyıcılara ihtiyaç vardır. Bunlar olmadan fikri toplumun genel fikir çerçevesine yerleştiremezsiniz.

Rahmetli Üstad Necip Fazıl, ulvî varlık muhasebesini yapmış, hakikatleri bulundukları hâl üzere görme sırrına ermiş yüce bir ruhtu. “Çile” şiiri, bu yüce ruhun niteliklerini yansıtan bir şaheserdir. Salih Mirzabeyoğlu ise, değişmez bilgi ve amellere taalluk eden İslâmî ölçüleri zevken idrak yoluyla kendine indirmiş, kelâmın sırlarına ermiş bahtiyar bir ruhtur. Bakmasını bilen göz için “Ölüm Odası- B/7”, isimli eseri bu özelliğinin en bariz delilidir. Birlikte ortaya koydukları sistem, çağımızda hem ferdî hem de içtimaî kemâli gerçekleştirmenin sistemidir. Vefatlarının yıl dönümünde her iki büyüğümü de rahmet, minnet ve hasretle anıyorum. Mekânları cennet olsun, Rabbîm onları şimdi bulundukları yerden daha iyi bir yere yerleştirsin. Amin.

Baran Dergisi 748.Sayı